Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '07

 
Kategori
İlişkiler
 

İlhami'nin ilhamı

İlhami'nin ilhamı
 

Sıkışık nizamlı yapılaşmanın vermiş olduğu buğulu ve karamsar evinin tek penceresinin pervazından Nebileyi suluyordu bin bir düşünce içinde. Nebile, çok haşmetli bir o kadar da nazlı bir begonya olmanın keyfini sürüyordu İlhami’ nin elinde. Eski toprak sac vazo içinde oldukça besili duruyordu, İlhami’ nin aksine. Nebileyi, akşam saatlerinde sulamanın dayanılmaz çekiciliği vardı. Satıcı sesi olmadığından penceresini rahatça açabiliyor, uzun uzun düşüncelere dalabiliyordu. Bazen, parası olduğunda, rakı içmenin keyfi de bir başka oluyordu hani. Nebile ile dertleşmek, onu, günlük sıkıntılardan kurtarır olmuştu. Tek göz odada geçiyordu bütün hayatı. Masanın üstünde duran yıllanmış daktilosu belki de tek dikili ağacıydı. Sabah çayını içer ve otururdu daktilosunun başına. Siyasal bilimler fakültesini bitirdiği günleri anımsar, nerelerden nerelere geldiğini düşünür, düşünmenin verdiği ızdırapları kağıda dökmeye çalışırdı. Hayatın engebeli yollarında çırpınmanın verdiği son hırsı kullanıyordu bilinçsizce. Günlerce Nebile ile konuşur ilham gelmesini bekler ve beklemenin verdiği sızıyla, gider yatardı. Uyku en iyi ilacı olmuştu artık. Arayanı soranı, arkadaşı hiç yoktu.

Yine sabah olmuştu. Çayını yudumlarken yaşamın anlamsızlığını sorguluyordu kendince. Keder ve tasası tüm hücrelerini sarmış, boğucu ve huzursuz gamları benliğini sorguluyordu sinsice. Karamsarlığın kuyusunda çaresizce Nebileye baktı. Nebilede ona bakıyordu. Çayını bıraktı ve usulca masayı terk ederek Nebilenin yanına gitti. Biraz suladı, biraz okşadı. Derken rüyasını anlattı. Anlattıkça açılıyor, kelimeler ard arda olmuş dökülüyor, döküldükçe kederi ve tasası ortadan kalkmaya başlıyordu. Duraksadı, anlattıklarına inanamıyordu, bu ben miyim diye düşündü. Çarçabuk kahvaltılıklarını toplayıp daktilosunu çıkardı. Yazmalıydı, Nebileye anlattıklarını yazıya geçirmeliydi. Parmaklarının hızına kendi de inanamıyordu, ama yazıyordu. Yıllarca hayal edip yazamadıklarını, hızlı koşan bir ceylan gibi, bir oraya bir buraya zıplayarak doldurmaya başlamıştı sayfaları. Tutamıyordu kendini, ara da veremiyordu. Büyülenmiş gibiydi. Sanki sihirli bir deynek dokunmuş gibi değişmişti İlhami. Daktilonun başından kalktığında hava kararıyordu. Kalktığı yerden daktiloya ve yazdığı sayfalara baktı. Yazarken daktilosu daktilo değildi. O, sanki yemyeşil kırlarda çimen topluyor, coşkusunu feryat ediyordu. Nebilenin yanına gitti, ve gördün mü bak nasıl da yazabildim bu gün? Hepsi senin eserin, sen olmasan ben yazamazdım bunları. Seni çok seviyorum, bana hayat veriyorsun. Konuşurken aynı zaman da okşuyordu Nebileyi. Sanki Nebile içine girmiş, kan olmuş dağılmış tüm vücuduna, hayat olmuş akıyordu. Evet, bunu Nebile sağlamıştı. Artık Nebileyi daha fazla seviyordu. Nehir kenarında ki bir selvinin ressama verdiği ve onu kağıda döktüğü istek, ya da güneşin batarken denize aksettiği kızıllığın şaire verdiği istek ile Nebile aynı şeydi. İlhami’nin Nebileye duyduğu hissiyat ve bağlılık asla bir selviye veya güneşin batışına benzemiyordu. Sıkı sıkıya sarılmak, tüm sevgisini paylaşmak istiyordu.

İlhami gece yatarken, ne kadar yalnız olduğunu, sevgiye aç ve muhtaç olduğunu farketti. Ama içi neşe doluydu, çünkü artık yazabiliyordu. Sanki birileri onun parmaklarına dokunup yazdırıyordu. Birden bire aklına Nebilenin dışarıda yalnız olduğu aklına geldi. Koştu, camını açtı ve içeri aldı. Daktilosunun yanına koydu. Ya fırtına çıkıp yere düşseydi, kahrolurdu kederinden. Şimdi mutluydu, hatta biraz da gururlu. Ne de olsa Nebilenim hayatını kurtarmıştı. Uyku tutmadı. İçindeki dürtü onu yazmaya zorluyordu. Masanın başına oturdu. Daktilosunun örtüsünü çıkarttı. Yazarken Nebileye bakıyor ve gülümsüyordu. Sabah olduğunda artık kitabı hazırdı. Kahvaltı bile etmeden kitapevinin yolunu tuttu. Patrona teslim edip, bir general edasıyla evine döndü. Nebileyle dertleşip heyecanını yenmeye çalıştı.

Kitapevi, kitabı basmaya karar vermişti. Artık bir yazardı İlhami. Ufku genişlemeye başlamıştı hayalleriyle beraber. Bir bahçe katında yeni bir ev, bilgisayar, yeni eşyalar düşlüyordu. Ama en önemlisi artık tanınacaktı. Günler günleri kovaladı. Kitabı birkaç baskı yaptı. Az da olsa parası da vardı artık. Rakısını alıp evine gitti. Kapıyı açtığında dondu kaldı. Rakı düştü kırıldı. Nebile yan yatmıştı. Hemen aldı onu, tanıdığı bir bahçıvan vardı, kurtarabilirdi onu.

Bahçıvan, ölmüş abi bu, hiç güneş görmemiş, yazık etmişsin, bende bir tane var, yeni ekmiştim, al senin olsun dediğinde, İlhami çökmüş, bitmişti. Eve yeni begonyasıyla geldi. Bu sefer camın dışına koydu. Hatasını biliyordu. Fazla sevgi göstermenin, sevgiyi korumanın cezasını görüyordu. Güneşten ayırdığı Nebile artık yoktu. Düşüp ölecek diye kaygılanmanın eseri bu olmamalıydı. Yeni begonyayı camın kenarına yerleştirdi. Ama o Nebile değildi. Öylece orda duruyordu. Konuşmak da içinden gelmiyordu, yazmak da. Hayatı gene kararmıştı.

Günlerce daktilonun başında oturdu, ama yazamıyordu. Bir şeyler eksikti ve o Nebileydi. İlhami bir daha yazamıyacaktı. Kendi yarattığı, Nebilede bulduğu ilhamı, artık yoktu.

 
Toplam blog
: 51
: 628
Kayıt tarihi
: 12.04.07
 
 

Hayatı farklı gözle bakmayı seven, haksızlığa tahammül edemeyen, olaylara sessiz kalıp yerinde mü..