Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '09

 
Kategori
Söyleşi
 

İlhan Selçuk: "Gençlil gençliğini yaşayabilmek için tez elden olgunlaşmaya bakmalı"

İlhan Selçuk: "Gençlil gençliğini yaşayabilmek için tez elden olgunlaşmaya bakmalı"
 

İlhan Selçuk ağabeyle yaptığım söyleşinin Haziran 1985 tarihli, 46 nolu saylı Yarın dergisinin kapağ


UNESCO tarafından 1985 yılında tüm dünyada düzenlenen, “Uluslararası Gençlik Yılı” nedeniyle Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı İlhan Selçuk ağabeyle Yarın dergisinin İstanbul bürosu sorumlusu olarak bir söyleşi yapmıştım. Yaptığım söyleşinin dergide yayınlanmış biçimi aşağıdadır.

Turhan FEYİZOĞLU: Cumhuriyet gazetesiyle kimliğiniz bütünleşmiş durumda. Daha açıkçası sizsiz Cumhuriyet gazetesi düşünülemiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İlhan SELÇUK: Cumhuriyet gazetesiyle bağıntımı birkaç boyutta düşünmek gerekiyor. Yazarlık yaşamında çok uzun sayılabilecek bir süre Cumhuriyet’teyim. Çeyrek yüz yıl az buz değil. Okur beni köşemde gördükçe Cumhuriyet’le bütünleştirdi.

Ne var ki bu kadarı yetmez.

Cumhuriyet sıradan bir gazete değildir. Belirli tarihsel koşullarda kurulmuştur. Ulusal Bağımsızlık Savaşındaki “Yeni Gün” gazetesi, Cumhuriyet devrimiyle birlikte, Cumhuriyet’e dönüştü.

Demek ki Cumhuriyeti anlamak Türkiye’de devrim tarihini öğrenmekle olasıdır. Cumhuriyet Gazetesini Yunus Nadi kurdu; zaman içinde Cumhuriyet’i kurumsallaştıran Nadir Nadi’dir. O olmasaydı, Cumhuriyet ne bugünlere ulaşırdı, ne de bu düzeye yükselebilirdi. Nadir Nadi, yazmadığı zaman da Cumhuriyet’in satır aralarında hep okunur.

Türkiye’de bir uygarlık savaşımı veriliyor. Biz sanayi devrimini gerçekleştirmiş bir ülke değiliz. Sürdürdüğümüz uğraş, sanayi kapitalizmin çarklarını döndüren bir toplumsal düzende sosyalizm arayışına benzemiyor. Somut gerçeklerimizi iyice bellemek için çalışmalıyız. Çağdaşlık, demokrasi, devrim, halkçılık, bağımsızlık davaları Türkiye için bugün de günceldir. Cumhuriyet’in yayını bu eksende sürüyor. Her yeni gün, bu omurganın eksenine takılmış bir eklemdir. Ben 1960’ları, 1970’leri Cumhuriyet’le yaşadım; 1980’lerin yarısına Cumhuriyet’le ulaştık.

1960’larda haftada birkaç gün ağır ceza mahkemelerine sanık olarak çıkar, sayısını unuttuğum davalarda yargılanırdım. 12 Mart döneminde İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilir edilmez, ilk gözaltına alınan kişi oldum. Bunca uzun zaman içinde yaşadığım bütün davalarda aklandım, eski deyimle, ‘beraat’ ettim. Nadir Nadi bu süre içinde sapa sağlam durdu; hiç ödün vermedi. 12 Eylül’den sonra 70 yaşını aşkınken kaç yazısından ötürü kaç kez yargılandı? Kaç kez savcı ve yargıç karşısına çıktı?

Genç iken devrimcilik kolay ve doğal görünüyor. Ama demokrat ve devrimci olmak, bir yaşam boyu insanın karakterini oluşturamazsa, değersizleşir. Devrim ve demokrasi tarihinin bize öğrettiği en büyük derslerden biri budur.

Cumhuriyet 1924’ten beri izlediği ilkeli yayın siyasetini bugün de sürdürüyor. Gazetenin köşe yazarları bu kapsam içinde bağımsızdırlar. Benim yazarlığım da bu çizgide yorumlanmalıdır. Ancak ben bir kişiyim; Cumhuriyet bir kurumdur ve kurumsallığı çok güçlüdür. Ben olmasam da Cumhuriyet sürer. İnsan ölçülerini bilmelidir. Cumhuriyet; temel felsefesini korudukça, işlevini yürüttükçe Cumhuriyet’tir. Gazeteyi yolundan saptıracaklara karşı okurun tepkisi büyük olur. 12 Mart dönemimde böyle bir deneyim yaşandı. Sonucu da görüldü. Dünya basın tarihine geçecek bir olaydır Cumhuriyet’in 12 Mart öyküsü. …

Turhan FEYİZOĞLU: Bir gazetede en zor iş köşe yazarlığı olsa gerek. Her gün değişik konuları bulmak, işlemek ve toplumun ilgisini çekecek biçimde yazmak zordur sanırım. Siz zannediyorum böyle bir zorluk çekiyorsunuz. Her gün değişik konuları ilgi çekici ve ayrıca çok açık, net ve belirgin bir uslupla işliyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz, açıklar mısınız?

İlhan SELÇUK: Köşe yazarlığı hem güç hem de nankör bir iştir; büyük soluk ister.

Ne var ki köşe yazarlığı derken gerçek köşe yazarlığından söz açıyorum. Eski usul fıkracılıktan değil. Burhan Felek ya da Refik Cevat Ulunay yöntemiyle fıkra yazarlığı aynı bir tür oluşturuyor. Okuru günlük dertleri arasında uyutup eğlendiriyor. Bu zenaat, biraz kalem ustalığına, biraz yazma kolaylığına dayanır.

Benim anladığım nitelikteki köşe yazarlığı, Türkiye’de değişik ve önemli bir işlevi üstlendi.

Köşe yazarlığında her gün hem öğrenci hem öğretmen olunur. Hem ‘şarj’ hem ‘deşarj’ işlemi yürürlüktedir. Yüz binlerce kişiyle birlikte soluk alıp vereceksin. Hiç kimseye tepeden bakmadan, kendi öğrencin, kendi öğretmenin olarak çalışacaksın. Egemen sınıfın karanlıklaştırdıkları, karıştırdıkları, karmaşık konuları halkın anlayabileceği dilde söylemek için ne gerekiyorsa onu yapacaksın. En yasaklı dönemlerde en söylenemezleri söylemek için yol yordam bulacaksın. Yazdığını yazmasını bileceksin. Bir kunduracı kötü kundura yapıyorsa, devrimciliği lafta kalır. Solcu kunduracını kötü kundurasını giyemezsin; ayağını vurur, çabuk eskir. Sağcı kunduracı daha ustaysa, istemeye istemeye onun dükkanına gidersin. Bir yazının emeğin hakkını savunması, okunması için yetmez; okutmak için ustalığını göstereceksin. Estetik ve mantığın mimarlığı avuç içi kadar yazıda bir bütünlük oluşturacak. Günlük köşe yazısı deyip geçmiyeceksin; beğenmezsen yırtıp atacak, yerine yenisini yazacaksın. Bu işi sürdürmek için en başta moral gücü gelir. Egemen çevrelerin satır satır seni izlediklerini biliyorsun; hiç açık vermeyeceksin; yine de fikrini okuruna ulaştıracaksın. Sen kendi yazını her gün eleştirmek zorundasın. En küçük bir yanlış yaptığında en başta egemen çevrelerin görevlileri yanlışını suratına vurmak için sustada beklemektedirler. Hepsinin olanakları geniştir. Bu cangılda yürüdüğünü bileceksin ve keyifle yürüyeceksin. Mahpushaneye ya da başka bir haneye konuk edildiğinde gık demiyeceksin.

İşte köşe yazarlığı böyle yapılabilir ve sürdürülebilir.

Turhan FEYİZOĞLU: Köşe yazarı olarak eleştirmek ve alternatif göstermek sorunların çözümünde önemli bir rol oynuyor mu?

İlhan SELÇUK: Köşe yazarlığına başladığım yıllarda Anadolu’ya çıkınca ancak kimi illerde okumuş-yazmış bürokrat kesimden kişilerle söyleşirdik. Köye girmek şöyle dursun, kasabada sol fikirlere karşı büyük bir ürküntü vardı. Şimdi Anadolu’nun neresine gitseniz, köyden, bucaktan, kentten aydınlar etrafınızı sarar; İstanbul’da bir lokalde dertleşir konuşur gibi olursunuz. Nüfus bu arada yirmi milyon arttı, kentleşme patlamaya dönüştü. 1960’lardan sonra ilerici partilerin birbiri adına kurulması, hem dağınık, hem kapsamlı bir yaygınlığa yol açtı; solun 1970’lerde iktidara tırmanır gibi oluşu da ivmeyi artırdı.

Buna karşılık bürokrasi kesiminde ‘halkçı ve devletçi’ olmak suç sayıldığından değişik bir gelişme izlendi. 1960’ların ikinci yarısından beri bu değişim kimi zaman duraksayarak, kimi zaman hızlanarak gerçekleşiyor. Tutucu siyasal iktidarlar, devlet bürokrasisini kendi isteklerine göre yoğurdular. Bunlar gazetelerin eleştirilerine kulak asmazlar; bildiklerini okurlar. Ancak halkın % 30’unun en zor koşullarda bile sola oy vermesi, büyük bir olay, umut verici bir olgudur. Türk aydını bunun değerini bilmeli; ama, devlet örgütünü tutucu ve gerici siyasete araç yapmak isteyenlerin gücünü de bilmeli.

Bugün elinde yetki bulunan politikacı ya da devlet görevlisinin bildiğini okuması, her türlü eleştiriye kulak tıkaması bir olgudur. Ne var ki, bizim işimiz, şimdi halkla, hem de emekçi halkla ilkeli bir politikanın potasında bütünlük yaratabilirsek, Türkiye’de çağdaşlığın bayrağını yükseltebiliriz; gücünü duyurabiliriz; demokratik yaşamın ilk koşulu, bilinçli emekçi kitlelerin ülke yönetimine ağırlığını koymasıyla oluşur.

Turhan FEYİZOĞLU: Basının bugünkü durumunun değerlendirmesini yapar mısınız?

İlhan SELÇUK: Basını da tek değil, çeşitli boyutlarıyla incelemeye çalışalım. Babıali’de iyi yetişmiş, kişiliğini kazanmış, ağırlığını duyurmuş, deneyimli ve yetkin gazetecilerin, yazarların, çizerlerin sayısı az değildir.

Ama Türkiye’de basın tekelleşmeye gidiyor; gazeteler pazarlama şirketlerinin satış organlarına dönüşüyor. Son yıllarda özel kesimin ‘ayrıcalıklı holdingleri’ milyarlarla oynamaya başladılar. Bunlar basına da sarktılar, gazeteleri satın aldılar, parasal güç azgınlaştı; yayım ve dağıtım kurumları holdingleşmeye koşut nitelikler kazandı.

Bu, işin ekonomik ve parasal yanı.

Bir de hukuk yanı var.

Türkiye’de basın yasaları çağdaş içerikten yoksundur. Fikir özgürlüğünün bulunmadığı yerde kuşkusuz basın özgürlüğünden söz açılamaz ama, son çıkarılan yasalarla basının çevresindeki çember büsbütün daralmıştır.

Oysa demokratik bir basın oluşmadan Batı demokrasileri niteliğinde bir demokrasi gerçekleşebilir mi? Bırakınız Batı Avrupa’yı bir yana, Amerika’daki ölçüleriyle basın özgürlüğü Türkiye’de geçerli midir?

Kimse bu soruya olumlu yanıt veremez.

Basının büyük ve etkin bir bölümü ‘Boyalı basın’dır.

‘Boyalı basın’ deyimi, Türkçenin olanaklarından türüyor. Boyalı basın, renkli basından ayrılıyor. Renkli olmak başka, boyalı olmak başka. Bir kadın makyaj yapabilir; ama ‘çok boyanmış bir kadın denince’ değişik bir anlam çıkar ortaya…

Bizim basında kimi holdinglerin çok satışlı gazeteleri çok boyanıyorlar; ama boyandıkça güzelleşeceklerine çirkinleşiyorlar.

Basında bir özeleştirinin başlaması ya da başlatılması gereklidir. Eğer demokrat bir toplum olmaya özeniyorsak, bu zorunluluğu görmeliyiz.

Turhan FEYİZOĞLU: Okurlarınızla aranız nasıl? Yazılarınıza karşı nasıl tepkilerde bulunuyorlar? Anlatır mısınız?

İlhan SELÇUK: Okurlarımla birlikte soluk alıp veririz, söyleşiriz; mektup yazarlar okurlarım; bu mektuplar doğrudan yayınlanmasa bile beni etkiler, yönlendiriri, yazılarıma yansır. Köşe yazarlığı bu açıdan da değişiktir. Yazının tepkisini hemen alırsın. Oku en büyük öğretmen, en değerli öğrencidir.

Turhan FEYİZOĞLU: Gençlik yılı dolayısıyla Bu günün gençliğine dergimiz aracılığıyla iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? Ne söylemek istersiniz?

İlhan SELÇUK: Bugünün gençliği, 1980’ler Türkiye’sinde yaşıyor. Bu düşünceyi daha iyi vurgulamak için ‘1980’lerin gençliği’ diyelim. Çünkü 1980’lerin gençliği 1970’lerin çocukluğuydu; 1990’ların orta yaşlısı ve 2000 yılının yaşlısı olacak bugünün gençliği.

1980’lerin gençliği dar kapı’dan geçmek zorunda. 1960’ların ve 1970’lerin gençliği bu koşullar altında yaşamıyordu. Toplumda kapılar daraldı, geçitler daha belalı oldu.

Her kuşak, kendine düşeni yaşamaktan gayrı bir seçeneği yaratamaz; ama kendisinden önce oluşmuş koşullar içinde geleceğin koşullarını yaratmak için çalışabilir, toplum yaşamına ağırlığını koyabilir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Şark, Suriye ve Irak Cephelerini yaşayan ve savaşan gençliğin yazgısını düşünün! Ardından Ulusal Bağımsızlık Savaşı gelir.

Cumhuriyet kurulduğunda gençlik, bir başka dünyada buldu kendini.

1980’lerin gençliği çok güç ama önce küçük yaşta tarihsel bilinci özümsemeye çalışmalı. Sonra da yaşadığı toplumun yasal koşullarında seçimini yapmalı. Bu seçim, insanı ya ‘kçşeyi dönme’ yarışına iteler, ya da ‘insan gibi nasıl yaşanır?’ sorusunu gündeme getiriİnsan gibi yaşamanın koşullarını kavrayamayan bir kişinin ne gençliğinde mutlu olacağını sanıyorum ne de yaşlılığında…

Bir gencin olgunlaşması, çağımızın koşullarında olmayacak bir şey değil. Diyorum ki gençler kısa sürede olgunlaşmak zorundadır. Olgunlaşmak, gençliğini de yaşamak için gerekli bir araç, bir silah…

‘Gençliğimi yaşayamadım’ diye bir söz vardır, ah ile vah arasındaki hayat anlayışını vurgular. Gençlik gençliğini yaşamak için tez elden olgunlaşmaya bakmalı. Çağımız dünyasında genç ile yaşlı, kadın ile erkek artık birbirine yakınlaşıyor. En umutsuz ve kötü koşullarda bile yaşamın sevincini, erdemini, güzelliğini tatmak olanaklarını zorlamak gerekiyor. Gençliğin hem dünya görüşünde, hem siyasal yaşama katkısında bu kapıların kilitlerini açacak bilinç ve bilgiyi sahiplenmesi, hem kendi hem toplum için büyük katkı olacaktır.

(Yarın dergisi, Haziran 1985, sayı: 46)

 
Toplam blog
: 27
: 4001
Kayıt tarihi
: 11.03.07
 
 

9 Eylül 1958, İspir/Erzurum doğumlu. İspir Lisesi (1980) mezunu. İstanbul Üniversitesi Yabancı Dille..