Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Eylül '07

 
Kategori
Güncel
 

Ilımlı İslâm devletine karşı Kemalistler ne yapıyor?

Ilımlı İslâm devletine karşı Kemalistler ne yapıyor?
 

12 Mart ve 12 Eylül'e gelinirken Türkiye iç dünyası büyük bir karmaşa içindeydi. Siyaset kurumu her zamanki gibi kendi derdine düşmüş kimisi koltuk yitirmemenin kavgasını verirken, kimisi de bu karmaşık ortamdan yararlanıp devlet hazinesini soyup soğana çevirme telaşı içindeydi. Oysa sokakda gencecik insanlar birbirine düşürülüp kavgalara sürükleniyordu. Bu kavgalar daha da ileri gittiğinde yüzlerce genç insanın sokak ortalarında öldürüldüğünü görür olduk.

İşte bu yıllara gelinirken gençlerin giyim kuşamı da onları birbirinden ayırıyordu. Örneğin "Maocuyum" diyen gençler o zamanın modası olan parkanın siyah renkte olanını giyiniyordu. "Marksist ve Leninistim" diyen gençlerin parka rengi hâki idi. Kendilerine "ülkücüyüm" diyen gençler ise dizlere kadar uzun açık yeşil renkli parkaları giyiniyorlardı.

Yalnız parka değil, saçlar, sakallar, bıyıklar, botlar bile bir insanın ne olduğunu ele veriyordu. Leninistler, Stalin gibi bıyık bırakıyordu. Maocular da onlar gibi bıyık bırakmakla birlikte dudakların yan uçlarından taşmayan bir şekilde bıyık uzatıyorlardı. Ülkücüler ise ince uzun bıyık bırakıyorlardı. Ülkücülerin ince bıyıkları bazen iki uçtan çenelerine kadar uzanıyordu.

Bu gençlerin belli bir ideolojileri vardı. Bu ideolojilerini giyim kuşamlarına da yansıtıyorlardı. Fakat, o yıllarda Marksizmi orak-çekiçli kızıl bayrak altında temsil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vardı. Batı'nın kapitalist dünyası için bu büyük bir "kâbus"tu. Türkiye Cumhuriyet'i ise, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün ilkelerinden çoktan ayrıldığı için, tam bağımlı bir ülke konumunda bulunuyordu. Bu bağımlılık Türkiye'yi ABD eksenli bir siyaset yapmaya zorluyordu. Nitekim, bu bağımlılığın dışına çıkan Süleyman Demirel, S.S.C.B. ile çok değişik yatırım anlaşmalarına imza atıyor ve Sovyetler Birliği'ni Türkiye'nin kalkınması için davet ediyordu. Ancak, bunun bu kadar kolay olmadığını Süleyman Demirel ve Türkiye hemen anlamıştı. Türkiye, ABD güdümlü ve kışkırtmalı sağ-sol çatışmasına sürüklenmişti. Bunun sonunda ise askeri darbe yaptırılmıştı. 12 Mart askeri darbesi ABD yörüngesinden çıkmaya çalışan Türkiye'yi yeniden aynı yörüngeye sokmuştu.

12 Eylül'de durum aynıdır. "Türkiye'de filizlenmekte olan sosyalist düşünce derhal budanmalıdır", düşünce budur. Ancak, ne yazık ki bu iki darbede de Mustafa Kemal'in gözbebeği Türk ordusu oyuna gelmiştir. Mustafa Kemal, ilerici, devrimci, sosyal bir liderdir. Koyduğu ilkelere bakıldığında sol görüşlü bir lider olduğu da görülmektedir. O, tâ ilk günlerde "Bağımsızlık benim karakterimdir", "Ya istiklâl ya ölüm" diyecek kadar bağımsızlığına düşkün bir büyük liderdi. 12 Mart ve 12 Eylül'de, her zaman gururumuz olan Türk ordusu bunu görmezlikten geldi. Oysa, Türk ordusu o dönemlerde, Kemalistlerden yani solculardan yana tavır alsaydı ve solcu aydınları işkencelerden geçireceğine onlardan kurulu bir kurucu meclis yapsaydı, bugün Türkiye en az elli yıl ilerde olurdu.

O günler geride kaldı, hem de Türkiye'yi de geri bıraktırarak. Yazdığım gibi insanlar giyim kuşamlarıyla bile bölünmüştü.

Şimdi yıl 2007. Türkiye bu kez "Ilımlı İslâm" adı altında ve yine ABD güdümlü politikalarla bölünmüş durumdadır. Bir gurup insan "tesettür" adı altındaki giyim şekliyle ortalığa salınmıştır. Bunların karşısında ise uygar giyim tarzıyla dolaşan insanlar... Uygar giyim tarzındaki ölçümüz elbette Batı'nın giyim tarzıdır. Eğer her uygarlık ölçüsünü Batı dünyasından alıyorsak, giyim tarzımızın ölçüsünü de onlardan almamız gerekmektedir. Aksi durumda "takiyye" değil ama, hokkabazlık yapıyoruz demektir.

Türkiye yeni bir bölünme noktasına getirilmiştir. Bu bölünme noktasında tesettürlü ve giderek kara çarşaflı kadınları görüyoruz. Badem bıyıklı ve şalvar tipi pantolonlu erkekleri görüyoruz. Bazı mahallelerde durum daha da kötüleşmektedir. Bu mahallelerde tamamen tesettürlü, kara çarşaflı kadınlar; kafaları sıfır numara ile traşlanmış, kara sakalları göğüslerine kadar inmiş, cüppeli erkekler dolaşır oldu. Yani, Türkiye bu kez "lâik" ve "anti-lâik" diye ikiye bölünmüş durumda. Bunun getireceği çatışma 70 ve 80'li yıllardaki çatışmadan çok daha büyük olacaktır. Yanlış anlaşılmasın, bu kez sokak çatışmalarına yer verilmeyecektir. Çünkü, ABD bu yolu denemiştir. Şimdi teknolojinin katkılarıyla seçim sonuçlarıyla bile oynanıp, "ılımlı İslâmi" partiler iktidara getirilmektedir. Ilımlı İslâmi partiler iktidardayken sermaye de el değiştirmektedir. Sermayeyi elinde bulunduran Amerikan yanlısı yani kapitalist düşünce yapısına sahip sermayedarlar yurt dışına kuruluşlarını taşırlarken, içerde bıraktıkları sermayelerini "İslâmi" sermayeye, yani, iktidar yanlısı sermayedarlara satmak zorunda bırakılmaktadırlar. ABD güdümlü iktidarda bulunan İslâmcı parti ise kendisi gibi düşünmeyen bütün sermaye kuruluşlarına el koymak telaşındadır. Bunları yaparken "sözde" hukuksal çerçeve içinde davrandığını göstermek için çeşitli "kurumlar" yaratılmaktadır. İslâmi olmayan sermayeye el koyanlar aslında bu kurumlar gibi gösterilmektedir.

Türkiye devletinin büyük bir hızla ulusculuktan uzaklaştırılıp, yeniden ümmetçilik merkezine oturtulmasında sermayenin el değiştirmesi büyük kolaylık sağlayacaktır. ABD bunun bilincedir. ABD güdümlü iktidar ise bunu uygulamak için başa getirilmiştir. Şimdi, her ne kadar tam anlamıyla uluscu olmasa bile bir uluscu kapitalist sermaye, İslâmi sermayenin eline geçmektedir. Bu uğurda hemen hemen bütün iletişim ağı "düşman" diyebileceğimiz yabancı sermayenin eline verilmiştir. Finans kuruluşları da aynen böyledir. Bankalar daha düne kadar çatıştığımız ülkelerin elindedir. Türkiye'nin en güzel alanları İslâmi ülkelere satılmaktadır. Türkiye borsasının % 80'e varan kısmı yabancılardadır. Merkez Bankası'nın kasasında bulunan yabancı paranın % 70'den fazlası yabancılarındır. Bütün bu ekonomik bağımlılık iktidara karşı "şantaj" olarak kullanılmaktadır. Eğer ABD isteği doğrultusunda bir basın kuruluşunu, bir bankayı, bir iletişim ağını, bir arazinizi İslâmi kuruluş ve devletlere satmayın da görün başınıza nelerin geleceğini. Yukarıda saydım 12 Mart ve 12 Eylül'ü. Türkiye'den yabancı sermaye çıkarılır Türkiye enkaz altında kalır.

Büyük bir hızla "ılımlı İslâm" ülkesi olma yolunda ilerliyoruz. Kılık kıyafetlerimizle ve yönetimimizle ve hatta yeni hazırlanan anayasamızla yolun sonuna geldik gibi. Bu aşamada hepimizin gözü çağdaş Türkiye'yi koruma ve kollama görevinde olanlarda. Geçtiğimiz günlerde Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk "Lâikler orduya sığınıyor, dinciler daha demokrat" türünden bir söz etmişti. Gazeteler bu sözü yazdı. Ancak, Pamuk yanılıyordu. Evet, lâikler Türk ordusunun bu ülkeyi dış ve iç düşmanlara karşı koruma görevinin olduğunu biliyor. Ve eğer anayasada bu görev yazıyorsa ve eğer Türkiye bir tehlike altındaysa, onu göreve çağırmak da hepimizin dileğidir. Ama, Pamuk burada yanılmıyor. O, "İslâmcılar daha demokrat" derken yanılıyor. Çünkü, onların bütün güvendikleri ABD ve AB'dir. Onlar bu iki gücü arkalarına almışlardır. Nasılsa AB'ye girme sürecinde Türk ordusundan bir itiraz gelmez diye düşünmektedirler. İç piyasada ise borsayı ve yabancı parayı ayakta tutan ABD olduğundan Türk ordusunun bir girişiminde ekonominin çökeceği gerçeğini elbette ordunun üst düzey komutanları da bilmektedir.

Şu an iktidarda bulunan ve ilişkileri ABD-AB ekseninde odaklanarak, Türkiye'ye "ılımlı İslâmı" getirmeye çalışanlar tüm bu oyunları bilmektedir. Adım adım yerli (!) sermayeyi "İslâmileştirek" bu alanda önemli bir adım atılmıştır. Kılık kıyafetlerimiz büyük bir hızla "İslâmileştirilmiştir". Eğitimimiz tamamen "İslami" olmuştur. Hazırlanmakta olan anayasanın ilk bilgileri okunursa, onun da "İslâmi" bir anayasa olduğu anlaşılacaktır. Çok yakında ve mutlaka sıra ay-yıldızlı al bayrağımıza gelecektir. Sanıyorum bayrağımızın bir kenarına "İslâm" devleti olduğumuzu gösterir işaret ya da yazı konacaktır.

Böylesine büyük bir kabuk değiştirmemezi gerektiren ise ABD'nin çıkarlarıdır. "Büyük Ortadoğu Projesi" adı altında sahnelenen bu oyunun en dişli ülkesi Mustafa Kemal'in Türkiyesi idi. Bu ülkenin bağımsızlığına ve ulusculuğuna olan düşkünlüğü bilindiği için "işgâli" söz konusu olamazdı. O halde bu ülkenin bağımsızlık ve ulusculuk düşüncesi yıkılıp yerine dini "içgüdüsü" yerleştirilmeliydi. Bu uğurda iktidara getirilecek yönetime her türlü ekonomik destek verilmeliydi. Bu hükümet asla sıkıntı çekmemeliydi. Ne zamana kadar? Bütün ülke "İslâmiyet" bayrağı altında toplanana kadar. Bundan sonra ne olacak? BOP tam anlamıyla başarıya ulaşacak. Türkiye bölünecek, bölünecek Türkiye'de "İslâm" dini ön planda olacağından "işgal" bile "dinimize zarar getirmedikten sonra" hoş karşılanacak. ABD bütün Ortadoğu'ya ve Kafkaslara egemen olacak. İsrail, Türkiye de dahil Ortadoğu'daki bir çok ülke toprağına sahip olacak. Bölgedeki petrol ve diğer zenginliklere el konacak. Türkiye ise büyük bir olasılıkla İran, Irak, Malezya, Endonezya gibi "Müslüman" bir ülke olacaktır.

İşte biz Kemalistler buna karşı çıkıyoruz. Bizim kavgamızı "türban" kavgası gibi görenler çok yüzeysel düşünüyor. Bu türban Mustafa Kemal Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sine, çağdaş görüşlerine karşı açılmış bir bayraktır. Güneydoğu'da açılan üç renkli bayrağa nasıl karşıysak, türbana da öyle karşıyız. 70'li ve 80'li yıllardaki giyim kuşam farklılığı bu kez "islami" giyim kuşam tarzıyla karşımıza çıkmıştır. Şimdi nerede bu tarzda giyinmiş insan görsek "İşte çağdaş Türkiye karşıtı" diye düşünüyoruz.

Biz Kemalistler ne yapıyoruz?

Sanki İstanbul'un Salacak semtinde oturmuş, deniz ayaklarımızın altında, Kız Kulesi'nin gölgesinde karşıyakadaki tarihi yarımadayı seyreder gibi olanları izliyoruz.

Çay da ister misiniz?

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..