Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '11

 
Kategori
İnançlar
 

İmamı Azam Ebu Hanife Kimdir? Hanefilik nedir? (10)

İmamı Azam Ebu Hanife Kimdir? Hanefilik nedir? (10)
 

şiilerin kerbelayı anma-aşura kutlamalarından


Ebu Hanife’nin fikirleri ve Hanefi İslam anlayışının dayanakları 

- Ehlibeyt’i (Hz.Muhammet’in ailesini ve akrabalarını) savunmayı ve sevmeyi bir mezhep meselesi olarak kabul etmez. 

Ebu Hanife, Hz.Ali’yi hiç kimse ile kıyaslamadan ashabın en üstünü olarak ayrı bir yere koyar. O’nun ilmini, sadakatini, gayretini takdir eder. Hz.Ali evlatlarının da halifeliğe herkesten çok layık olduklarına inanır, bu uğurda çaba sarfeder. 

Ama bunu hiçbir zaman Şii inancındaki gibi bir mezhep meselesi, doğuştan kazanılmış bir hak olarak, babadan oğula devredilmesi gereken bir görev olarak kabul etmez. 

Kur’an’a göre yönetici seçilmelidir. Muaviye’nin İslam’a soktuğu saltanat, babadan oğla geçen yönetim İslam’a aykırıdır. 

Ebu Hanife de, Kur’an’da yer aldığı şekliyle, yöneticinin seçimle iş başına gelmesi gerektiğini savunur. Ancak, Hz.Ali evlatları bu göreve layık, yeterli oldukları için onların seçilmeleri için hayat boyu mücadele etmiştir. O, Emevi dindışı hanedanlığına karşı, layık olanların yönetime gelmesi için Hz.Ali evlatlarına destek vermiştir. Ama hanedanlık olarak aynı soyun yönetici olması, seçim olmaması Kur’an’a aykırı olduğu için bu şekildeki mezhep kabulüne karşı çıkmıştır. 

Gerçekte Mezhepler din adamlarının kişisel yorumlarıdır. Kişi sadece bir mezhep seçmeye zorlandığında, sadece bir kişinin yorumunu esas alabilir ve böylece seçen grup için bu mezhep ayrı bir din haline gelir. Yeni bir din yaratmak, mezhep kurucusunun tüm yorumlarını Allah’ın emirleri değişmez kabul etmek ise affedilmeyecek tek günah olan şirke sapmaktır. 

İnsanlar, yorumlar arasında istediğini seçip, hayat şartlarına, yaşadığı zamana ve zemine göre bu seçtiklerini birleştirerek kendisi için bir dinsel yaşam şekli belirleyebilirler. 

Farklı yorumlar çelişki yaratıyorsa, kişinin sadece Kur’an’ı okuyup, anladığı kadarını, inanarak ve içtenlikle yaşaması yeterlidir. Çünkü Kur’an düşünmeden ve anlamadan belli kişilerin ve olayların peşine takılıp gitmeyi, “davar sürüsüne dönüşmeyi” reddeder. 

Hz. Muhammet Müslümanlara ne mezhep, ne de yazılı hadisler bırakmıştır. Hz. Peygamber insanlara "eskimez kitap" olan, Kur’an’ı emanet bırakmış ve “onun yolundan ayrılmadıkça sapmazsınız” demiştir. 

Kur’an'da kendi dinlerini parçalayanların, hiç birinin diğerinden daha doğru yolu izlemediği, sadece kendi hırsları, iktidar kavgası yüzünden mezheplere, hiziplere(gruplara), fırkalara (partilere) ayrıldığı anlatılmıştır. 

Gruplaşma, kendi içinde yakınlaşma sağlarken, kendinden olmayana yabancılaştırmakta, hatta ciddi düşmanlıklar oluşturabilmektedir. 

(Bu hiçbir farklı fikir anlayışı veya kabul gerektirmeyen, aynı kurallarla oynanan, birbirinden farkı sadece farklı kulüplerin farklı rengi olan, futbolcuları ve antrenörleri takımlar arasında sürekli değişen, ama kemikleşip değişmeyen, zaman zaman işi birbirinin kafasını kırmaya vardıran takım taraftarlığında bile kolayca izlenebilmektedir.) 

Mezhep kurucularının veya tarikat şeyhlerinin yazdıklarının ilahi kitaplarla bir tutularak değiştirilemez ve eleştirilemez kabul edilmesi, bu farklı gruplara mensup insanların birbirlerine tolerans göstermemesi Kur’an’da eleştirilmiştir. 

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.”( En’am, 158-159)  

“Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kutsallaştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.”(Müminun, 53) 

“ Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara bölündüler.”Şura, 13-14) 

Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.” (Ali İmran, 103) 

Peygamberler içinde alay edilenler, çoğunluğu o peygambere ilk inananlar olanlar olmak üzere, öldürülenler, inananlarıyla birlikte yaşadığı topraktan çıkarmak veya öldürmek isteyen düşmanlarına karşı savaşlar yapmak zorunda kalanlar vardır. 

Peygamberlerin başlarına gelenler insanların yüzyıllarca akıllarından çıkarmamaları gereken kin konusu ve düşmanlık nedeni olamazlar. 

Onlar zaten Allah tarafından kendi yaşamlarını keyiflice sürmeleri için değil, inançsız ve azgın toplumlara doğru yolu göstermek için görevlendirilmişlerdir. 

Peygamberler ve hayatlarını bu uğurda yitirmiş veya acılara katlanmış ilk inananlar, bizim acımamıza muhtaç olmayan, Allah katında her birimizden çok daha arınmış, şehitler, tanıklar, seçkin kullardır. 

Acınacak durumda olanlar onlara zarar vermeye çalışmış olanlardır. 

Ayrıca suç kişiseldir, dedenin suçundan torun, önceki nesillerin yaptıkları kötülüklerden, sonrakiler sorumlu tutulamaz. 

Peygamberleri ve onların yardımcılarını, yoldaşlarını unutmamak yaşadıkları acıları unutmamaya ve aynısını yaşamaya veya yaşatmaya çalışmak, bir anlamda kan davası gütmek değil, uğruna hayatlarını verdikleri idealleri anlamak, onların da yaptığı gibi, Allah’ın gösterdiği yolda çaba harcamaktır. 

Hz. Muhammet veda hutbesinde şöyle diyor: 

“Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rabiya'nın davasıdır.” 

“Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.” 

Burada bir parantez açıp eklemek gerekir ki, Anadolu’nun yerli halkı, Cumhuriyetimizin kurucu unsurlarından ve en büyük destekçilerinden olan Alevilere haksızlık yapılmaktadır. 

Herkesin ödediği vergilerden sadece belli bir mezhebi temsil ettiği iddia edilen anlayışa pay ayrılırken diğer anlayış dışlanmaktadır. Bu da hak ve adalet anlayışına aykırıdır. İnançlı veya inançsız, Müslüman veya Budist, bir gruba-Lozan anlaşmasına göre belirlenen Hıristiyan ve Yahudi Türklerin durumu gibi, o grup farklı bir şey istemedikçe- verilen haklar diğerlerine de tanınmalıdır. 

Aleviliğe kültür gözüyle bakanların maaşlı imamlarının anlattıkları taş ve kuş hikâyeleri, menkıbeler ve hurafeler de İslam değil kültürdür. Tarikatlara bölünmüş camilerin İslama uygunluğu, şeyhin tarikatın kulu olmuş milyonlar, Saidi Nursi ve benzeri hazret unvanlı kişilerin yanlışlarını düzeltmek yerine örnek alan din adamlarının Kur’an’dan ne kadar anladıklarını da ilahiyatçılar aralarında tartışabilirler. Yani ortada, halk tabiriyle, “dinimi beğenmeyen Müslüman olsa!” durumu vardır. 

Alevilerin talepleri tamamen demokratik, barışçıl ve haklı taleplerdir. Ellerine silah almamış, kimseye zarar vermemiş, çete kurup yol kesmemişlerdir. Üstelik yapılan miting ve toplantılarda katılım gerçekten halktan gelmekte, tabanın talebi olduğu, onun bunun maşası ve kaçakçı, katil terör örgütü gibi zorlama veya korkutma ile bir araya getirilmedikleri açıkça görülmektedir. 

Kendi aralarındaki sorunlar ve bölünmeler kendi sorunlarıdır. İnsanlar elde etmedikleri hedefler için çabalar, inatlaşma inatlaşmayı getirir. 

Sonuçta istenen özgürlük ortamı ve olanaklar sağlanınca, hangi din veya mezhepten olursa olsun herkesin ibadethanesi birbirine açık olunca kaynaşma daha kolay olacak, ayrılıklar aşılacak, birbirini tanıdıkça keskinlikler törpülenecektir. 

-Ebu Hanife, Hz.Muhammet dışında eleştirilmez kişi veya Kur’an dışında eleştirilmez kitap olduğunu kabul etmez. Bütün sahabeler udüldür, yani günahsızdır iddiasını kabul etmez. 

Ebu Hanife’ye göre, ”Peygamberimiz Hz. Muhammed'den (S.A.V.) sonra bu ümmetin en faziletlisi Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali'dir (Allah hepsinden razı olsun). ‘İlk önce iman edenler, herkesi geçenlerdir. Allah'a yakın olanlar onlardır. Onlar Naîm cennetlerindedir.’(el-Vakıa, 10.) âyeti bu hususu ifade eder. Önceliği olan herkes daha faziletlidir. Onları her mü'min ve muttaki sever, buğzedenler münafık ve kötü kimselerdir.” 

Sahabeler (Hz.Muhammet’i görmüş ve dinlemiş olan ilk Müslümanlar) günahsız değildir, Kur’an’a uygun bir kabuldür. 

Çünkü Kur’an’da Hz.Muhammet’in yaptığı yanlışları söyleyen ve düzelten ayetler vardır. Peygamber olmayan bir kişinin yanlışları vahiyle düzeltilmeyeceği için hatasız olan ve eleştirilemeyecek kişi yoktur. 

Peygamberine bile “af dile” diyen bir kitabın bağlıları günahsızlığa nasıl inanabilirler? 

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları kitleler halinde Allah’ın dinine girerken gördüğünde, tespih et Rabbini O’na hamt ile! Ve O’ndan af dile! Çünkü O Tevvab’dır, günahları affeder sınırsız bir şekilde.” (Nasr, 1-3) 

Peygamber eşleri, evlatları içinde bile inançsızlar, çeşitli yapıda insanlar varken belli bir tarih aralığında yaşamış insanların masumiyetine inanmak Kur’an’a ve akla aykırıdır. 

İlk halifelerin bile eleştirilecek hataları, ayrımcılıkları olmuştur. 

Günahları affetmek Allah’ın bileceği bir konudur. Ama sadece Hz.Muhammet’i tanımış olduğu için Peygamber evladını ve binlerce mümini katleden Muaviye, anası, babası, katil oğlu ve diğerleri ve yardakçıları bile hazret kabul edilip kendilerinde faziletler aranmıştır. 

Sahabe günahsızsa binlerce cinayet, Hz. Ali’nin, Hz. Hasan’ın ve Hz. Hüseyin’in, onlardan sonrakilerin ve beraberlerindekilerin katli nasıl açıklanacaktır? 

Ya ölen, ya da öldüren günahkârdır: Ya ölen günahkârdır, suç işlemiştir. Ya da suçsuzdur. O takdirde masumu öldüren günahkârdır. Hepsi birden nasıl masum olabilirler? Bu nasıl bir mantıktır? 

 

 
Toplam blog
: 174
: 4451
Kayıt tarihi
: 19.06.09
 
 

1958  doğumluyum. Arkeologum. Evliyim. Çocuğum yok. Çalışmıyorum. Yıllarca çalıştıktan sonra, zam..