Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '16

 
Kategori
Felsefe
 

İman ve düşünce

İman ve düşünce
 

İlk emir; “oku”dur. Bunu herkes bilir. Tanrı’nın ilk emir olarak okumayı seçmesi, okumanın önemine delalet ettiği şeklinde yorumlanır. Peki okuma-yazması olmayan ümmi birine oku diye emretmek, imkansızı talep olduğu için abes değil midir? Tanrı abesle iştigal etmeyeceğine göre, oku emrinin delaletini düşünmek olarak yorumlarız. Ve okunacak malzeme de kainattır.
 
İlk emrin düşünmek olması, dinen mükellef olmanın ilk şartının akıl olması ile tutarlıdır. Aklı olmayanın dini yoktur. Aklın faaliyeti olarak düşünme, imanın sıhhatini tayin eder. Düşüncesi olmayanın imanı yoktur denilebilir bu bağlamda. (Ki Türk düşüncesinin klasik kaynaklarında bu söylenir.)
 
Ama biz bugün imanın şartı olarak Kelime-i Tevhid lafzını/kelamını sadece ama sadece lafzen tekrarlamayı iman için yeter bir marifet olarak kabul ediyoruz. Aklı olmayanın da bu lafzı tekrar edebileceğini gözden kaçırıyoruz. Eğer itiraz olarak denirse ki, aklı olmayan bu lafzın delalet ettiği manayı kavrayamaz; o zaman da bu lafzın delalet ettiği mananın kavranmasının kıstasını sormak gerekir. Bütün felsefesini Varlık ve Birlik kavramlarına dayandıran ve Vacibü’l-Vücud hakkında tahkikini derinleştiren İbn Sinâ ile benim idrakim; Kelime-i Tevhid lafzının/kelamının manasını kavrama konusunda aynı mıdır? Onun elde ettiği yakini, lafzen tekrarla ben de kazanmış sayılır mıyım? İbn Sinâ delalet nedir ile başladı ve Vacibü’l-Vücûd’a kadar tahkik ederek imanını sağlam bir zemine oturttu. Aynı makamda olduğumuzu nasıl iddia edebilirim?
 
Makam demişken, bu kavramı birebir akıl ve idrak ile ilgili kullanıyorum. Çünkü gelenekte makam kavramı bu anlamda vazedilmişti. Marifet ehlinin hal ve makamdan kastı hiçbir zaman akıl ve idrakten bağımsız olmadı. Marifetin ilkelerinden “kendini bilen Rabbini bilir”deki kendini bilmek, imanın kendilik-bilinci ile insanı muhatap-mükellef-mesul olmasının idraki biçiminde anlaşıldı. Kişi ancak farkındalığın artmasıyla, ya da daha teknik söyleyelim “reflexion” ile, düşüncenin kendine dönmesi ile, kendisinin ve yaşadıklarının, yaptıklarının, söylediklerinin bilincine varmasıyla marifet elde edebilir. Marifet yolundaki hal ve makamların anlatılamaz ve aktarılamaz niteliği düşünce geleneğimizde yeni vazedilmiştir. Gelenekte bu konuların izahı aklen mümkün görünüyordu. Belki de Türk düşüncesi tam da burada diğer düşünce geleneklerinin mistisizminden ayrılıyordu.
 
İşte imanın şartının lafzen tekrara indirgenmesi ile anlatılamaz-aktarılamaz hallerden bahsedilmesi; düşüncenin ve tahkikin kıymetten düşürülmesinin benzer iki sonucudur. Nakil ardına saklanarak, aklı devre dışı bırakıp kendinden-menkul konumlarını pazarlayan dini grup ve liderlerinin türemesi de bu benzer sonuçlardan biri ve en kötüsü belki de.
İmanının şartını, laf söylemeye; okumayı, Kur'an'ı Kerimi güzel sesli birine okutmaya; ibadeti fiziksel hareketlere indirgedik. Bu eleştiri çok duyuluyor. Ama neden bu hale geldiğimiz konusunda kimsenin bir fikri yok.
 
Ben söyleyeyim; İbn Sinâ gibi uluları unuttuk! Çünkü onları kafir ilan ettik ve okumuyoruz. 
Keşf-i Kadim için geç değil, ulularımız ile yeniden barışmak imanımızın sıhhati için zaruri. 
 
Toplam blog
: 60
: 348
Kayıt tarihi
: 07.09.16
 
 

SBF-Mülkiye mezunu, TCDD'de Memur. ..