Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mayıs '09

 
Kategori
Mizah
 

İndu bu, indu!

İndu bu, indu!
 

Her yıl azalarak gelen leylekler...


Çocukluğumuzda, yaşadığımız kasabaya baharla birlikte “çingene” ya da “roman” diye adlandırdığımız vatandaşlarımız gelir ve kasaba kenarında ki çayırlara, ya da boş arazilere “kızılderili” çadırlarına benzeyen çadırlarını kurarlar, yazı ve sonbaharı burada geçirirler, kış başlangıcında da, başka yerlere göç ederlerdi.

Onların gelişi bize ayrı bir heyecan verirdi; gelişleri genellikle at arabalarıyla olurdu ama, bazı yüklerini de eşeklerle getirirlerdi.

Bu yazlık komşularımızın gelişlerinde bizi en çok sevindiren hususların başında; eşeklerle birlikte - bize yetecek kadar- gelen “sıpa”lar olurdu…

Biz arada düşe - kalka bu sıpalara binerdik, sahipleri de, bazen görselerde bize kızmazlardı. Çünkü, bizde onların çocukları ile top ya da çelik- çomak gibi oyunlar oynar, kaynaşırdık…

O zamanlar, insanlar arasında zengin, fakir ya da çingene diye sosyal ve ekonomik farklılıklar yoktu. İnsanlar, birbirlerine selam verirler ve hatta "hal-hatır" dahi sorarlardı!.. Şimdi ki insanların, komşularının yanından geçerken bile yaptığı gibi, “baston yutmuş “ gibi geçmezlerdi…

Bizler, bu baharda gelen “çingene” vatandaşlarımızı – çok yakın olmasak ta- bir yabancı gibi değil, bir komşu gibi görürdük, ailelerimiz de onlara eşya ya da yiyecek yardımı yaparlardı. Bu komşularımıza ait komik olaylarda anlatılırdı, bu olaylardan birisi de şöyleydi:

Yazlık komşularımızdan Üsmen Aga’ya, kasabada yerleşik yaşayan "çingene" bir tanıdığı, yemeğe gelecekmiş, gelecekmiş ama evde de misafir önüne konacak türde yemek pişirecek nevale yokmuş, evin hanımı kara kara düşünürmüş...

Bizim yaşadığımız kasabaya, çevre sakin olduğundan çok sayıda leylek ve kırlangıç gelirdi, onlarda çevremize ayrı bir güzellik katarlardı...

Zaman zaman leylekler, kanatları çok uzun olduğundan elektrik tellerine takılır, yaralanır yada ölürlerdi. Bizim Üsmen Aga’nın eşi de, ortalıkta dolanırken, bir leyleğin elektrik tellerine takıldığını ve ceryana kapılarak, yere düştüğünü görür… Ve o anda kafasında süper bir fikir uyanır, hemen koşarak leyleği kaptığı gibi, leyleğin içine atar ve kimse görmesin diye, üstünü de bezle kapatır…

Kadın yaralı leyleği, Üsmen Aga'yı da ikna ederek, keser ve çadırın yanında ki ocakta kaynattığı suda haşlayarak, tüylerini de bir güzel yolar ve akşama misafirleri için hazırlar ama, leyleği tencereye sığdırmakta da çok zorlanır... Anasının yaptıklarını gülümseyerek ve merakla takip eden biri vardır, evin küçük oğlu Dilaver...

Akşam, misafirler gelir ve dışarıda ateş yakılır, gayet güzel bir sofra hazırlanır, sofranın ana yemeği de “leylek yahnisi” dir ama, misafirler onu “hindi yahnisi” bilmektedir…

Ateş suyu” eşliğinde yemeğe başlanır ve tencere ortaya konduğunda, misafirler yahniyi görünce, “A be, bu indu otla mı beslenmiş, ne kadar da zayıfmış” demişler ama, suyuna ekmeği “badıra bandıra” yemeye başlamışlar… Zavallı hayvanda zaten et hakgetire, suyuna ekmeğini bandırarak, karnını doyurmaya çalışan evin küçük oğlu Dilaver; gülerek, annesine ikide bir “ laklakisi!.. laklaki” diye seslendikçe; anası da, “sus ulan, sus!.. indu bu, indu” diyerek, oğlunu susturmaya çalışıyormuş...

 
Toplam blog
: 52
: 1892
Kayıt tarihi
: 05.03.09
 
 

Okumayı seviyorum ve okumanın, insanın içindeki havuza taze suların katılmasını sağladığına inanı..