Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '14

 
Kategori
Tarih
 

İngiliz mutfağında pişen yemek, "Siyonizm".

İngiliz mutfağında pişen yemek, "Siyonizm".
 

* "Barışa son veren barış"

Denir ki; Ortadoğu'nun Avrupa tarafından bir gün mutlaka işgal edileceğine uzun yıllar öncesinden inanılırmış.

Bu görüşe göre; Avrupa sömürgecidir ve dünya üzerinde sömürülecek yer kalmayıncaya kadar yayılmasını sürdürmesi sömürgeci doğasının gereğidir.

Avrupalıların yayılma serüveni, Amerika kıtasını sömürmek için denizaşırı ülkelere doğru yola çıkmalarıyla başlamış, İngiltere'nin Hindistan'ı ele geçirmesi ve Afrika Kıtasını aralarında paylaşmalarıyla devam etmiştir.

20nci yüzyılda sıra Ortadoğu'ya gelmişti.

Yüzyılın başında Ortadoğu, el değmemiş doğal kaynaklarıyla, sömürülecek son cazip bölge olarak sömürücülerini bekliyordu. 

Osmanlı Devletinin toprağıydı.

Avrupalılara göre, "modern dünyada bir tarihi yanılgı gibi duran Osmanlı rejimi yok olmaya mahkumdu."

Yıkılma ve paylaşım kaçınılmazdı. Paylaşımın kavgasız-gürültüsüz olmasına çalışılıyordu.

İngiliz diplomat Sykes ile Fransız meslektaşı Picot, 19 Mayıs 1916 tarihinde, Rusya'nın bilgisi dahilinde, ülkelerinin, Osmanlı Devletinin çoğunlukla Arap ahalisinin yaşadığı bölgelerini savaştan sonra nasıl paylaşacakları konusunda anlaştılar. Rusya daha önce imzalanan gizli anlaşmalarla Osmanlı'nın başka toprakları kendisine söz verilerek Ortadoğu denkleminden çıkarılmıştı.

Harita detaylarına girmeden genel olarak söylemek gerekirse; bölge İngiliz, Fransız ve Arap bölgesi olarak üçe ayrılmaktaydı.

Filistin ise uluslararası denetim altında olacaktı. Filistin Rusya'nın bölgede, dinsel nedenlerle, ilgi duyduğu tek coğrafyaydı.

Asıl konumuzdan uzaklaşmamak için bu anlaşmanın ve bölgeyle ilgili gelişmelerin detayına girmiyorum. Ancak, resmi doğru görebilmek için, anılan gelişmelerden konumuzu doğrudan ilgilendirenlere değinmekle yetiniyorum.

Sykes-Picot anlaşması Ortadoğu'da ülke sınırları çizmemiştir. Nüfuz bölgeleri tanımlamıştır.

Ortadoğu'daki ülkelerin sınırları, savaştan sonra sömürücüleri tarafından çizilmiştir. Bu sınırlar savaş sırasında üzerinde anlaşılan nüfuz bölgesi düzenlemeleriyle (Sykes-Picot) bire bir aynı değildir. Savaşın sonuna doğru ilgili ülkelerin kendi payları hakkındaki görüşleri değişmiştir.

İngiltere, Fransız Picot'un, İngiliz Sykes'ı kandırdığına, savaşın yükünü kendisi çektiği için Ortadoğu'nun aslan payının kendisine ait olması gerektiği görüşüne gelmiştir.

Altı haftada biter öngörüsüyle başlayan Dünya Savaşı dört yıl sürünce başlangıçtaki dengeler de ittifaklar da değişmiş; yeni anlaşmazlıklar, yeni uzlaşmalar ortaya çıkmıştır. İngiltere Bolşevik İhtilalinden sonra Rusya'yı öncelikli tehdit olarak görmeye başlamış, Fransa, Avrupa'da Almanya'ya karşı yalnız kalma korkusuyla Ortadoğu'da İngiltere'ye sürekli taviz vermiştir.

Sonunda yeni Avrupa dengelerini de dikkate alarak İngiltere ve Fransa, önceki anlaşmalarını biraz değiştirerek, yeniden uzlaşıp Ortadoğu'yu aralarında paylaşmışlardır.

1922 yılında tamamlanan paylaşımın coğrafi sınırlarının Sykes-Picot anlaşmasıyla uyumluluğu  tartışılsa da taşıdığı sömürgeci zihniyeti aynen sürdürdüğü kesindir.

Avrupa Arapların kendi kendini yönetmeye muktedir olmadığını, Avrupalılarca yönetilmelerinin herkesin faydasına olduğunu söylüyordu.

Geri durun biz sizi sömürmeye geldik diyecek halleri yoktu herhalde. 

Ünlü İngiliz Lawrence'in 1920 yazında Sunday Times gazetesinde yayınlanan Irak'la ilgili bir yazısı Avrupalıların Ortadoğu'ya bakış açısını yansıtıyordu:

"Bizim yönetimimiz Türk sisteminden bile kötü. Onlar yerel halktan 14.000 asker alır ve barışı korumak için yılda ortalama 200 Arap öldürürlerdi. Bizim ise uçaklı, zırhlı araçlı, gambotlu ve zıhlı trenli 90.000 askerimiz var. Bu yaz çıkan isyanlarda 10.000 Arap öldürdük. Bu ortalamayı daha fazla devam ettiremeyiz. Ülke yoksul ve nüfusu çok az...."

Yönetme becerisini yönetenlerin öldürdükleri insan sayısıyla belirleyen bu sömürgeci zihniyetin insanlıkla ilgisinin olmadığını vurgulamaya gerek yok herhalde. Ayrıca demek ki ülke nüfusu çok olsa çok insan öldürerek yönetimlerini sürdürecekleri anlamı da yazıdan açıkça çıkıyor.

İngiltere'nin Hindistan sömürgesiyle bağlantısını sağlayan yol üzerinde olması nedeniyle anılan ülke için Ortadoğu bölgesi ve Filistin hayati önemi haizdi.

1918 yılında Ortadoğu'nun petrol rezervlerinin öngörülenden çok fazla olduğu anlaşılmış, sanayi ve ordular petrolle yürümeye başlayınca bölge sanayileşmiş ülkeler için hepten vazgeçilmez olmuştur.

Petrolün önemi Lozan görüşmelerine de yansımış, İngiltere kendi delegesine "Musul" hariç her şeyi konuşabilirsin, Musul'u asla tartışma talimatını vermiştir ki o Musul Sykes-Picot anlaşmasında İngitere'nin değil Fransa'nın nüfuz bölgesindeydi. Savaştan sonra Fransa'nın rızasıyla İngiliz nüfuz bölgesine katılmıştır.

Mondros Mütarekesi imzalandığında da halen Osmanlı toprağıydı. Mütarekeden sonra İngilizler tarafından işgal edilmiştir.

Sonuçta Ortadoğu, İngiliz ve Fransız nüfuz bölgelerine ayrıldı. Herkes kendi bölgesini ülkelere bölerek, sömürgecilerin çıkarlarını kollayan "kukla" yöneticileri başlarına geçirdi.

Ülke sınırları yapaydı ve Irak gibi bugün can çekişen ülkeler 1922 düzenlemeleriyle yoktan var edilmiştir. Faysal Irak kralı yapılmıştır. İngiltere Osmanlıyla savaşında kendisine müzahir olan Arap hanedanlarını krallıklar vererek ödüllendirdi. Asıl amacı bölgeyi kontrolünde tutmaktı tabii ki.

İngiltere ve Fransa'nın bölgedeki nüfuzları Milletler Cemiyetinin aldığı manda kararlarıyla hukuken meşrulaştırıldı. 

1922 yılında bölge savaşsız paylaşıldığında herkes derin bir nefes almış ve rahatlamıştır.

Rahatlık uzun sürmedi çünkü dikilen gömlek giydirilmek istenen bedene uymadığından bölge kısa sürede çatışma alanına dönüştü. Filistin 1919 yılından itibaren zaten çatışma alanıydı.

Bölge halen bir çatışma alanıdır ve uzun yıllar böyle kalmaya devam edecek gibi görünmektedir

Bölgedeki çatışmaların etkileri, başından itibaren, bölgeyle sınırlı kalmamış, dünyanın tümünü etkilemiştir. Filistin Kurtuluş Örgütünün geçmişteki eylemleri, 1973 savaşı ve petrolün silah olarak kullanılması, ABD'ne yönelik11 Eylül saldırıları, arkasından başlatılan Irak işgali, güncel IŞİD terörü ilk akla gelen belli başlı olaylardır.

Aslında bölgede ülke-millet yapılanmasına  imkan verecek bir yapının ne o gün ne de bugün var olmadığını düşünüyorum. Bölge için uygun yapılanmanın nasıl olması gerektiğini söylemek kolay değildir. Bildiğim, dünyanın diğer bölgelerindeki sorunları çözen yaklaşımların bölgedeki sorunları çözemediğidir. 

Amerika'nın ortaya attığı temelsiz ve başarısız son Büyük Ortadoğu Projesi bunun yeni bir örneğidir.

Osmanlı düzeni yıkılırken yerine ne konacağı düşünülmemiştir. Ortadoğu insanına dışardan bakıldığında insan olarak basit ve kolayca yönetilebilirmiş gibi görünmektedir. Görüntü yanıltıcıdır. Bölge, geçmişten gelen köklü inanç sistemlerine sahip, eskiden uygarlıklar yaratmış insanların yaşadığı bir coğrafyadır. Geçmişleriyle gurur duyan insanlar bugün  kendilerini batı medeniyetinin mağdurları olarak görmektedirler.

Bölge için geliştirilecek çözümler bölgeye has olmak zorundadır. Bu da ancak bölge insanının karakterini oluşturan mayanın doğru anlaşılmasıyla mümkün olabilir.

Gerçek odur ki 1922 yılında Ortadoğu'da kurulan düzen bölgeye barış getirmemiştir. Bu nedenle anılan düzenlemeler "barışa son veren barış" olarak tanımlanmaktadır.

Konumuza dönersek; Milletler Cemiyeti 22 Temmuz 1922'de Filistin üzerindeki İngiliz mandasını onayladı.

Mandayla İngiltere'ye Filistin'de bir Yahudi yurdu kurma görevi verildi.

1922'ye nasıl gelindi?

Bu yemek mutfakta nasıl pişirildi? Ona bakalım.

* "Gelecek yıl Kudüs'te!"

Siyonist hareketin temeli 2nci yüzyıla dayandırılır. Roma, bu tarihte Yahudileri Filistin'den çıkarıp sürgüne göndermiştir.

Sürgündeki Yahudiler tarih boyunca, genel olarak, yaşadıkları toplumlar tarafından dışlanmışlar, ikinci sınıf insanlar olarak görülmüşler, işkencelere ve toplu kıyımlara uğratılmışlar, her yerden kovulmuşlardır. Bu dışlayıcı, aşağılayıcı yaklaşımlar ve varlıklarına yönelik tehditler Yahudilerin dinlerine ve geleneklerine daha sıkı bağlanmalarına neden olmuştur.

Tanrının kendilerini Siyon'a döndüreceğine inanırlar ve her yıl bayramlarında aynı duayı ederlerdi. "Gelecek yıl Kudüs'te!"

Yüzyıllarca bir hayal olarak canlı tutulmaya çalışılan "Siyon'a dönüş" 19ncu Yüzyılda alevlenen milliyetçilik duyguları sayesinde politik bir programa dönüşme şansı yakalamıştır. Fransız devrim orduları ulaşabildikleri her yere "her milletin bağımsız bir yurdu olmalıdır" fikrinin tohumlarını ekmişlerdir.

* Yükselen milliyetçilik.

Giderek yaygınlaşan güçlü milliyetçilik duyguları Yahudileri hem olumsuz hem de olumlu yönden etkilemiştir.

Olumsuz etkisi;

Devlet anlayışının milliyet esasına göre şekillendiği yeni dünya düzeninde ulus devletlerin içinde dağınık olarak yaşayan Yahudiler için aidiyet sorununu şiddetlendirmesiydi. Örneğin Almanya'da yaşayan Yahudiler Alman mıydı? Yahudi miydi? Almansalar özel kimlikleri ne olacaktı? Yahudiyseler, Alman ulus devletinin içinde nasıl yaşayacaklardı?

Batı Avrupa'da yaşayan Yahudiler, 19ncu yüzyılın başında, kendilerini yüzyıllardır bağlayan kısıtlamaların çoğundan yasal olarak kurtulabilmişlerdi. Gettolarından dışarı çıkabiliyorlar vatandaşlık haklarından yararlanabiliyorlardı.

Yasal durum böyle olmakla birlikte komşuları kendilerini yabancı ve düşman olarak görmeye devam ediyordu.

Doğu Avrupa'da yaşayan Yahudilerin durumu ise daha kötüydü. Rusya'daki Yahudiler kendilerine ayrılmış bölgelerde yaşamak zorundaydılar. Rus Yahudisi Rus kabul edilmezdi. Yasal kısıtlamalara ek olarak kendilerine karşı sık sık şiddet uygulanırdı.

19ncu yüzyılın ikinci yarısında ve 20nci yüzyılın başında Yahudiler Rusya'dan kaçmaya başlamışlardır.

Olumlu etkisi;

20nci yüzyılın başında Avrupa'da her türlü politik sorunun çözümü için aynı reçete öngörülüyordu. Milliyetçilik. Bu durumda birisinin çıkıp aynı ilacı Yahudiler için önermesi kaçınılmazdı.

Rusya'dan kaçan Yahudilerin Filistin'e yerleşmeye başladıkları sırada Yahudilerin yüzyıllardır hayallerinde yaşattıkları yurt için ilk reçeteyi asimile bir Yahudi olan Teodor Herzl yazdı.

* Teodor Herzl.

Denir ki, Herzl, Yahudiler ve Yahudilik hakkında hiç bir şey bilmezdi. Yahudi olduğunu bile unutmuştu. Bir Viyana gazetesinin Paris muhabiriydi. Meşhur Dreyfus davasının Fransa'da yarattığı şiddetli Yahudi karşıtı akımdan etkilenerek, Yahudilerin bir milli yurtları olması gerektiği düşüncesinin peşine düştü.

Amacını gerçekleştirmek için 1897 tarihinde İsviçre'de Dünya Siyonist Teşkilatını kurdu ve ilk kongrede başkan seçildi.

İlgili ülkelerle temasa geçti.

Osmanlı Devleti'yle yaptığı görüşmelerden Siyonist teklifinin kabul görme şansının olmadığını anladı.

İngiliz emperyalizminin fikir babası ve sömürgeler bakanı Chamberlain ile görüştü. Chamberlain, Yahudi sorununa milli bir çözüme inanıyordu.

Herzl, yerleşim yeri olarak Kıbrıs'ı veya Sina Yarımadası'nın kıyısındaki El-Ariş şeridini düşünüyordu. Her iki bölge de resmen Osmanlı toprağı olmasına rağmen fiilen İngiliz işgali altındaydı.

Chamberlain, Kıbrıs'ın söz konusu olamayacağını, Sina için çalışacağını bildirdi.

Herzl, İngiltere'den Sina olayı alabilmek için politika işlerinde başarılı bir avukat olan Lloyd George'u tuttu.

Bu ilişkinin sonradan Siyonizm için bir dönüm noktası olacağını o zaman kimse bilemezdi. Lloyd George daha sonra Başbakan olacak ve Siyonizm'in İngiltere eliyle gerçekleşmesinde kilit rol oynayacaktır. Bu konuya tekrar döneceğim.

İngiltere Dışişleri Bakanlığı Sina'ya yerleşimi kabul etmedi. Chamberlain Herzl'e Uganda'yı önerdi. Herzl kabul etti. Avukatı Lloyd George bir Yahudi Yerleşim Anlaşması hazırlayarak hükümetin onayına sundu.

Dışişleri Bakanlığı, şartlar oluşursa, İngiltere'nin Uganda'da bir Yahudi kolonisi kurulmasını uygun karşılayabileceğini bildirdi. Bu yaklaşım bir hükümetin Siyonizm hakkındaki ilk resmi bildirisi ve Yahudi halkı için millet statüsünden söz eden ilk resmi belgedir.

Dünya Siyonist Konferansı toplandı. Herzl, Uganda'nın geçici yerleşim yeri olarak kabul edilerek Yahudilerin burada toplanmalarını önerdi.

Delegelerin çoğu Filistin dışında bir yerleşime olumlu bakmıyordu. Herzl hareketi Filistin'e taşıyamıyor, Yahudiler ise Herzl'in peşinden Uganda'ya gelmiyordu.

Hareket çıkmaza girmişti.

* Lloyd George Başbakan oluyor.

1914 yılında savaş başladığında, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına kesin gözüyle bakıldığından, konuyla ilgilenenler Siyonist düşün gerçekleşeceği bir politik ortamın oluşacağını öngörüyorlardı.

Örneğin: İngiliz kabinesinde yer alan ilk Yahudi bakan olan Herbert Samuel, stratejik önemine vurgu yaparak Filistin'in İngiliz himayesine alınmasını ve Yahudi yerleşiminin özendirilmesini öneren bir muhtırayı 1915 yılı ocak ayında Başbakana sundu.

Ancak savaşın gailesi içinde, savaşın ilk yıllarında Yahudilerin yurt sorunu çok ön plana çıkmadı. 

Lloyd George Aralık 1916'da Başbakan olunca Yahudi yurdu konusunda hızlı gelişmeler yaşanmaya başladı.

Yeni Başbakan savaşın hedeflerini yeniden belirleyerek işe başladı.

Başlangıçta asli cephesi Avrupa olan savaş Avrupa'nın sınırlarını aşmış ve çok büyümüştü. İki yıllık boğazlaşmanın ortaya çıkardığı sonuç; Avrupa'da radikal sınır değişikliklerinin olmasının mümkün olmadığı, olsa da bunun yarardan çok zarar getireceğiydi.

Lloyd George'a göre savaş o kadar büyümüştü ki sonunda büyük çaplı ilhak ve tazminatlar olmak zorundaydı. Avrupa'da bu mümkün olmadığına göre Osmanlı toprakları tek seçenek olarak kalıyordu.

Lloyd George'a göre artık savaşın asıl hedefi "gerici Osmanlı İmparatorluğu'nun yok edilmesi" olmalıydı.

İstihbarat Müdürlüğü'ne savaşın başlıca hedefinin Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmak  olduğunu gösteren bir propaganda kampanyası başlatmasını emretti. Kampanya "Türkler gitmelidir" ana fikrini işliyordu.

Başbakan olur olmaz Mısır'daki İngiliz ordusuna Filistin' e taarruz emri verdi.

Churchill'in kendi deyimiyle "Lloyd George Türklere karşı bir kan davası" sürdürüyordu. Churchill bu yaklaşımı onaylamıyordu. O'na göre İngiltere'nin asıl düşmanı Rusya'ydı. Türkler ve Araplarla iyi geçinilmeliydi.

Lloyd George kabinede Filistin'i ve orada bir Yahudi yurdu kurulmasını isteyen tek kişiydi ve bunu neye mal olursa olsun istiyordu.

Lloyd George'u güdüleyen ana etken dini inançlarıydı. Kendisinde, Yahudileri Siyon'a geri göndermede İngiltere'nin başı çekmesinin Tanrı'nın emri olduğuna dair kuvvetli bir inanç vardı.

Yine dini inançları ve Türk düşmanlığı nedeniyle 1919 yılında Yunanlıları Anadolu'yu işgale özendirerek, sağduyudan ve siyasi ahlaktan yoksun politikacıların, dini duyguları sömürerek, ne kadar büyük acılara ve felaketlere yol açabileceğinin örneğini vermiştir.

Yunanlıların Anadolu seferini de bir Hristiyan-Müslüman savaşı olarak görmekteydi.

* Balfour Deklarasyonu.

1917 yılı başında İngiliz Siyonist Federasyonu başkanlığına seçilen Hayim Weizmann, İngiltere'den, Filistin'de Yahudi yurdu kurulmasını destekleyen resmi bir açıklama yapılmasını istedi.

Kabine bu talebe olumlu yaklaşarak 31 Ekim 1917'de aşağıdaki deklarasyonu onayladı:

"Krallık hükümeti Filistin'de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına, ya da başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin hak ve politik statülerine zarar verecek hiç bir şey yapılmayacağı kabul edilmektedir."

Bu deklarasyon 1922 yılında Milletler Cemiyeti'nin vereceği manda kararına temel teşkil edecektir.

Deklarasyonun ilkeleri, 1918 yılında ABD Başkanı Wilson tarafından da onaylanarak ABD'nin de resmi hedefine dönüştü.

Deklarasyon yayınlandığı sırada İngiliz ordusu Filistin'e saldırıyordu.

* General Allenby Kudüs'te.

General Allenby, 1917 sonbaharında Filistin'i savunan Osmanlı ordusunu yenerek Kudüs'e yöneldi.

Faysal, Filistin savaşında İngiliz generali rütbesiyle Allenby'nin komutası altına girdi ve adamlarıyla Osmanlı'ya karşı savaştı.

Allenby, 11 Aralık 1917 günü Yafa kapısından yürüyerek Kudüs'e girdi.

Başbakan Lloyd George generalinden, "dünyanın en ünlü kentinin " Noel'den önce kurtarılmasını istemişti.

"Hristiyanlığın yeniden kutsal tapınaklarının sahibi olduğunu" düşünüyordu.

Lloyd George'un dini inançlarca yönlendirilen kişiliği, Ortadoğu'daki İngiliz çıkarlarıyla örtüşerek, Filistin'de bir Yahudi yurdu kurulması hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmüştür.

Konuyla doğrudan ilgili olmasa da ABD ve İngiltere'de halkın konuya bakış açısını yansıtan bir olaydan söz etmek uygun olabilir.

* "Son haçlı seferi."

ABD'li bir şovmen fotoğraflı bir konferans hazırlamıştı. Gerçeklerle ilgisi yoktu. Hayaliydi. Lawrence'i Osmanlı İmparatorluğunu yıkan bir Arap isyanının ateşleyicisi olarak gösteriyordu.

Konferansın adı Son Haçlı Seferi'ydi.

1919 yılında önce ABD'D de sergilendi, sonra İngiltere'ye taşındı.

Şov esaslı gösteri Londra'da ticari rekorlar kırdı. Altı ay boyunca bir milyon kişi izledi.

Olay, dini hassasiyetlerin politikada ve para kazanmak için ticarette nasıl sömürülebileceğine iyi bir örnektir.

*İngiliz mandası (1922-1947)

1947 yılına kadar sürdü. İngiltere1947 yılında, artan şiddet olaylarından endişe ederek sorunu Birleşmiş Milletlere taşıdı.

Genel Kurul, 29 Kasım 1947'de aldığı 181 sayılı kararla; Mandanın kaldırılmasını, 1 Ocak 1948'e kadar Arap ve Yahudi devletlerinin kurulmasını kabul etti. Mayıs 1948'de İsrail Devleti kuruldu.

Filistin'de 1919 yılında başlayan şiddet 2014 yılında da sürmekte ve soruna çözüm bulunacakmış gibi görünmektedir.

* Konunun diğer yönleri

Konunun; İngilizlerin kendi içlerindeki farklı politik yaklaşımlar, İngilizlerin Arapları ikna çabaları, Yahudilerin Filistin'e göçü, şiddet olayları, Arapların tutumu, toprak satışı, Filistinlilerin yurtlarından sürülerek mülteci haline getirilmeleri, devlet terörü gibi irdelenecek pek çok yönü vardır.

Bunların her biri ayrı bir yazı konusu olabilir.

Ben, İsrail Devleti'nin kurulmasın giden yolun 1nci Dünya Savaşı'ndaki bölümüne, "mutfağına" ışık tutmak istedim.

Bu yazıdaki tırnak içinde yazılan bölümler ve olayların tarihleri David FROMKİN'in "Barışa Son Veren Barış" adlı kitabından alınmıştır.

Yorumlar benimdir.

Kitabın kapağına yer alan; 1nci Dünya Savaşı'nı sona erdiren anlaşmalar üzerine konuşan ve Allenby'nin Filistin seferine katılan bir subay olan Archibald Wavell'in (sonra Feldmareşal) sözleri, muhtemelen, Ortadoğu'daki bugünkü çıkmazı beceriksiz politikacıların kendi elleriyle yarattıklarının en veciz ifadesidir.

"Savaşa son veren savaştan sonra Paris'te bir 'barışa son veren barış' yapmada başarılı olmuş görünüyorlar"

Bence birileri kuyuya bir taş attı. Yüz yıldır kimse çıkaramıyor.

 

 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..