Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Kasım '11

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

İnsan, doğa ortak yapımı: Kastamonu ve Safranbolu

İnsan, doğa ortak yapımı: Kastamonu ve Safranbolu
 

Kastamonu: Uygarlık ve Kültür Kenti


Çanakkale içinde vurdular beni, ölmeden mezara koydular beni…

İnsanın tüylerini diken diken eden bu türkünün Çanakkale yöresine ait olduğu sanılır. Değil. Yüzlerce kilometre uzak bir yöreye ait. Kastamonu’ya.

İşte hem şanlı Çanakkale direnişinde hem de Kurtuluş Savaşımızdaki fedakârlıkları dolayısıyla Kastamonu’ya hep özel bir sempatim vardı. Hayranı olduğum yazar Rıfat Ilgaz’ın da memleketi. 1987’den beri eş tarafından yarı Kastamonulu olmasaydım da, aşağıdaki satırları harfiyen kaleme alırdım, şüpheniz olmasın.

İnsan eliyle harap edilen bir toprak parçası gösterin deseler,  adaylarımdan biri Karabük olurdu. İnsanoğlu elinde oya gibi işlenen yer ararsanız, Kastamonu ve Safranbolu hemen yanıbaşımızda.

Safranbolu’nun Karabük’e beş dakikalık mesafede olduğunu bilmiyordum doğrusu. Karabük’te iyi bir otel sorunca, sekiz kilometre ilerisini tarif ettiler. Safranbolu’yu. Tavsiyeye uyarak gecenin bir vakti yola koyulduk. Karabük’ü kaplayan kesif duman, kasabada da hükmünü sürdürüyordu.

Kasaba o kadar güzel ışıklandırılmış ki, farklı bir yere geldiğinizi daha girişte anlıyorsunuz. Resimler genelde yanıltıcı oluyor, Safranbolu fotoğraflardan farklı olmasa da, kasabanın konumu beklediğim gibi değil. Etrafı minik tepelerle çevrili ve kasaba, tepelerin eteklerinden çukura doğru kurulmuş.

Türkiye standartlarına göre değerlendirirsek iyi korunmuş. Ama hâlâ çok sayıda bina yıkım tehlikesiyle karşı karşıya ve restorasyona ihtiyaç var.

Ziyaretçiler genelde butik otele dönüştürülmüş konaklarda kalıyor. Kasabanın yeni kısmında oteller de var. Biz, otele dönüştürülen 300 yıllık bir handa kalıyoruz. Konforlu olduğu söylenemez, ama fiyatlar büyük şehirlerin beş yıldızlı otelleri mertebesinde. Bizim için de önemli olan bu. Fiyat yüksek olsun yeter, isterse taş üstünde yatalım!!!

Gecenin bir yarısı genzim yanıyor, uyku tutmuyor. Alt katta sobadan gaz sızdığı endişesiyle camı açıyorum, dışarısı daha beter. O güzelim kasaba kömüre teslim olmuş. Doğalgaz hattı tahribat yapar endişesiyle çekilmemiş, ama ısınmada odun kullanılamaz mıydı diye sormadan edemiyor insan. Ülkede bunca odun varken…

Safranbolu gerçekten görülmeye değer. Mimari müthiş. Esasen civar kent ve kasabaların tamamında da aynı mimari görülebiliyor ama burada aykırı bina fazla yok. Bazı uyanıkların kasabanın tepelerine diktiği çirkin apartmanları görmezden gelmeye çalışsanız da, batıyor doğrusu.

Esasen Mudurnu’nun da mimari güzellikler açısından Safranbolu’dan aşağı kalır tarafı yok, yeri gelmişken belirteyim.

Safranbolu’dan Araç üzerinden Kastamonu’ya doğru sürüyoruz. Yol çift şeritli, oldukça güzel. Manzara büyüleyici, Avusturya ve İsviçre Alplerinden zerre kadar farkı yok. Eksik olan göller, onu da, sağolsun(!!!) devletimiz HES’lerle tamamlamış.

Araç’tan doğrudan Kastamonu’ya gitmek yerine Daday yolunu kullanıyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yol. Keskin virajlara rağmen güvenli. Tepelerden düze inerken kulaklarda oluşan basınç dışında sorun yok.

Daday küçük bir kasaba. Tanrı tüm Kastamonu’ya olduğu gibi buraya da cömert davranmış. Her taraf yemyeşil.

Kastamonu’ya girdiğimizde ikindi olmuştu. Karnımızı doyuracak bir yer aradık, bayramın birinci günü her taraf kapalı. Bir simitçiye nerede restoran bulacağımızı sorduk, genç şaşırdı.

“Burada restoran bulunmaz efendim,” dedi.

“Nasıl yani,” dedim, “Herkes yemeğini evinde mi yer?”

“Hayır efendim,” diye yanıtladı, “Acıkan lokantaya gider.”

Anladım ki çocuk, restoranın acayip insanların yemek yediği bir yer olduğunu, normal insanların ise karınlarını lokantada doyurduğunu düşünüyordu.

Sonunda hükümet konağına yakın bir yerde açık bir yer bulduk. Garsonlar şaşılacak derecede kibar, “efendim”siz cümle kurmuyor. İlerleyen saatlerde bunun sadece esnafa değil, tüm halka ait bir özellik olduğunu görüyoruz.

Yerel aksan kırk yaşın altındakilerde yok ve herkes Türkçeyi en zarif haliyle kullanıyor. Bunlar şüphesiz okullaşmanın ve daha da çok, televizyonun etkisi. Hani sanatçı Fuat Saka yıllar sonra Trabzon’a gitmiş ve bakmış ki, Karadeniz aksanıyla konuşan bir Allah kulu kalmamış, şoke olmuş.  Biz de Kastamonu’da aynı durumdayız.

Lokantalarda yerel yemekleri mutlaka tatmalı: İnegöl köfte, Urfa kebap, Samsun pide, Mersin Tanturi... Bunlar kesmezse, “banduma” da yiyebilirsiniz.

Kentin en önemli eserleri M.Ö. yedinci yüzyıla ait Kaya Mezarları ve Bizans döneminde yapılan kalesi. Kente tepeden bakan kaleyi gezmek bedava, benzer kale herhangi bir Avrupa kentinde 20 eurodan aşağı ziyaret edilemiyor. Yolunuz düşerse mutlaka birkaç kez gezin, dünyanın eurosunu kazanın!!!

Kaya mezarlarına daha çok umumi helâ muamelesi yapılmış. Etrafta keskin bir amonyak kokusu…

Kentteki eski camilerin Osmanlı eseri olduğunu sanmıştım. Mezarlardaki tarihlere bakınca Osmanlı Devletinin kuruluşundan öncesine ait olduğunu görünce şaşırdım. Kent Osmanlıdan önce Selçuklu vilayeti, Danişmentli ve Candaroğullarının merkezi. Osmanlı, Trabzon’un fethine çıkmışken ve eli değmişken Candaroğullarını da dümdüz ediyor.

İhtişamlı kentler genelde deniz veya nehir kenarına kurulur. Kastamonu da öyle. Ortasından bir akarsu geçiyor. Ama nehir değil, dere diye tanımlamak bile zor. Sanki birisi yukarılardan bir yerden musluğu açık unutmuş, öyle ince bir su akıp gidiyor.

İşe kenti ortadan ikiye bölen bu minicik akarsuyu Kastamonu o kadar güzel kullanmış ki, güzel bir kadının yüzündeki hafif makyaj gibi duruyor. Üzerindeki tarihi köprüler gerdanlık sanki.

Derenin iki tarafı kalın bir duvarla çevrilmiş, hem de ta yüz sene önce. Duvarla dere arası da çimle kaplı, dere insan eliyle yapılan yatağında nazlı nazlı akıyor.

İşte o derenin doğu yakasında hükümet konağı var. 1902’de yapılmış. Çok güzel bir bina. Hemen yanında Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi. Bir kentin, yetiştirdiği değere verdiği itibarın göstergesi. Tam ortadaki geniş meydandaki heykel ise Kurtuluş Savaşımızı temsil ediyor. Çok etkileyici. Tarih kitaplarımızın hepsinde gördüğümüz o müthiş fotoğraf heykelleştirilmiş. Öküz arabasıyla cepheye cephane taşıyan fedakâr Anadolu kadını, Şerife Bacı. Bu ölüm kalım savaşını nasıl kazandığımızın fotoğrafı.

Kastamonu’da eski evler, medreseler,  camiler, hanlar, çarşılar, bedestenler, külliyeler iyi korunmuş. Bir lokantada 100 sene öncesine ait fotoğraf sanki bugün çekilmiş gibi. Bunu dile getirdiğimde lokanta sahibi itiraz ediyor.

“Maalesef, o binaların önemli bölümünü koruyamadık.”

İşte Kastamonu’yu farklı kılan bu bilinç, bu kültür. Kaç kentte insanlar tarihi harap ettiğine hayıflanır?

Alışveriş yaptığımız her esnaf, tesadüfen tanıştığımız her insan büyük bir samimiyetle karşılıyor bizi. Hiç tanımadığını selamlıyor, her konuda yardımcı oluyor, ayrılırken sarılıp öpüyor.

Kentin güneyindeki Ilgaz Dağı’ndaki ormanda upuzun ve dimdik çam ağaçlarını görünce, İsviçre’de yaşayan bir arkadaşımın babasının sözleri geliyor aklıma. İsviçre’deki devasa çam ağaçlarını görünce, “Buranın ağacı da, insanı da dosdoğru,” diyor.

Kastamonu insanı da tıpatıp aynısı: dimdik, dosdoğru…

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..