Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '07

 
Kategori
Felsefe
 

İnsan nedir?

İnsan nedir?
 

Klasik felsefeye göre insan “düşünen bir varlık” tır. Antropolojide ise insan “Homo sapiens” olarak tanımlanır. Ekonomi kavramının dilimize yerleşmesinden sonrada insanı “Homo economicus” olarak tanımlamaya başladık. Ünlü Fransız tarihçisi ve filozofu Hypolite Taine de insanı kozasını ören ipek böceklerine ve bal yapan arılara benzeterek “Felsefeler ve şiirler üreten bir hayvan” olarak tanımlar. İnsan ve onun toplumu üzerine bu güne kadar sayısını kimsenin bilmediği kadar çok kitap yazılmıştır. Ama yinede insan nedir sorusunun cevabı tam olarak verilememiştir. İnsan dediğimiz varlık, yani biz, kendimiz, sen, ben, o tarih boyunca o kadar aşağılanmış veya yüceltilmiştir ki kimse henüz onun ortasını bulamamıştır. Sahi, insan nedir? Tanrının en muhteşem eseri mi, yoksa daha yaratılışın ilk gününde, dakika bir gol bir cennetten kovulan, beş para etmez ruhunu hiç tereddüt etmeden şeytana satabilen aşağılık, günahkâr bir hayvan mı? Düşünen ve akıllı bir canlı mı, yoksa ezbere yaşayan, ezberini hiç sorgulamayan, bildiğinden, inandığından hiç şaşmayan sabit fikirli bir mahlûk mu? Evet, insan nedir?

İnsan her şeyden önce canlı bir organizmadır. Canlı organizmaların birbirlerinden şekilsel olarak farklılıklar göstermesi çok fazla bir şey ifade etmez. Hepsi de bitki veya hayvandır. Karıncayla kelebek, salyangozla kartal, tavukla balık da birbirine benzemezler. Her canlı türünün farklı bir bedensel yapısı ve o yapıya uygun, o yapı tarafından belirlenen bir yaşam biçimi vardır. Yaşam biçimi ile bedensel yapı arasında etki tepki ilişkisi vardır. Biri değişince öbürüde ona uyar ve değişir. Canlılar her ne kadar birbirlerinden bedensel farklılıkları ve bunun sonucunda da yaşam biçimlerindeki farklılıkları nedeniyle birbirlerinden ayrılsalar da hepsi doğa yasalarına uygun bir yaşam sürerler ve bu yasaların dışında, bu yasalardan bağımsız bir şekilde var olmaları, yaşamaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Kısacası doğa, doğa yasaları, canlının bedensel yapısı ve yaşam biçimi birbirleriyle hiçbir şekilde yadsınamayacak bir nedensellik ilişki çerçevesinde varlıklarını sürdürürler. Nereye gidersek gidelim, nereye bakarsak bakalım doğanın harmonik bir bütünlük göstermesi bu nedenselliğin kanıtı ve işaretidir. Çünkü hepsi aynı mantığın, aynı tasarımın eseridir. Ortada her hangi çelişki, uyumsuzluk bulunmamaktadır. Her şey aynı sanatçının elinden, aynı ressamın fırçasından çıkmış anlaşılması zor ama olanaksız olmayan bir sanat eseri gibidir.

İnsanının diğer canlılardan veya hayvanlardan farkı nedir? Öncelikle şunun altını çizmek gerekir ki, insan ile hayvanı birbirinden ayıran asıl önemli ve belirleyici fark, bedensel farklılık değildir. Çünkü bu farklılık değişik hayvan türleri arasında da vardır. İnsanı diğer hayvan türlerinden ayıran belirleyici fark, insanın evrim süreci içinde dilini geliştirmesi, konuşmaya başlaması, dünyayı zihninde kavramsallaştırabilmesi, bunun sonucunda da kavramsal olarak düşünebilmesidir.

Hayvanlar düşünemezler mi? Düşünürler. Hayvanların akıl ve zekâları yok mudur? Vardır. Ama hayvanlar imgesel olarak düşünürler ve akılları da ancak ve ancak imgesel düşünme becerisinin elverdiği ölçüde gelişmiştir. Kısacası hayvan ile insan arasındaki fark birilerinin dillerini geliştiremeyip dünyayı ancak imgeleyebilmeleri ve imgelerle düşünebilmeleri, diğerlerinin ise dillerini geliştirip, dünyayı kavramlaştırabilmeleri ve kavramsal olarak düşünebilmelerinden ibarettir. İnsanın gerçekleştirdiği evrimde işte bu kavramsal düşünebilme becerisinin ortaya çıkardığı sonuçlardan ibarettir.

Peki, nasıl oluyor da imgesel düşünceden kavramsal düşünceye geçiş gibi ince bir fark insan ile hayvan arasındaki devasa farkı ortaya çıkarabiliyor?

Bilgisayar terminoloji ile anlatmak ve anlamak çok daha kolay olacak. “Ağaç” kelimesi bilgisayar hafızasında sadece birkaç “byte” yer işgal eder, buna karşılık bir ağaç resmi resmin niteliğine ve büyüklüğüne göre iki, üç hatta çok daha fazla bin KB yer işgal eder. Beyin özü itibariyle bir bilgi işlem organıdır ve bu organın da belli bir kapasitesi ve bilgi işlem hızı vardır. İşte bütün bu nedenlerden dolayı da ağaç imgesiyle, yani imgelerle düşünen bir beynin düşünme kapasitesi, hızı ve becerisi, ağaç kelimesi ve kavramıyla düşünen bir beyne göre son derece sınırlıdır. Hal böyle olduğu için de insanın dilini geliştirip, dünyayı kelimelerle adlandırmaya ve kavramlarla anlamaya başlamasından sonrası da beyni yine bilgisayar terminolojiyle kanatlanıp uçmaya başlamıştır.

Kavramsal düşünmeye geçişle öncelikle beynin mevcut hafıza kapasitesi imajlara oranla çok daha fazla sözel bilgi depolayabilir ve bunları da çok daha hızlı bir şekilde işleyebilir duruma gelmiştir. Diğer bir ifadeyle de beynin düşünme, karşılaştırma, muhakeme etme, analiz yapma, sonuç çıkarma yeteneği artmıştır. İmgesel düşünce biçiminde bu tür beceriler son derece kısıtlı bir biçimde mümkündür. Kaldı ki imgelediğimiz dünyada ancak görünen resim algılanır ve örneğin hayvanın derisinin altı görünmez, hayvanın kemiği, kemiğin içindeki ilik görünmez, ama buna karşılık dünya ve dünyayı oluşturan bütünlük kavramlarla anlanmaya başlandığında artık kemik de anlaşılır olur, ilik de.

Kısacası kavramsal düşünce hem çok daha hızlı gerçekleşir ve hem de en önemlisi düşünen insan tekilden tümele, tümelden de tekile ulaşılabildiği, analiz ve sentezler yapılabildiği oranda da kavramsal düşüncenin bir üst seviyesi olan analitik düşünceye erişebilir. İşte bu nedenlerle de hayvanlar alet yapamazlar veya daha doğrusu onların alet yapma becerileri ellerini buldukları bir çubuğu alıp karınca yuvasının içine sokup karıncaları ürküterek dışarı kaçışmalarını sağlamakla sınırlı kalmıştır. Zaten insanın da milyonlarca yıl önce aynı eylemi yaptığı bilinen bir olgudur. Ama hiçbir hayvan çakmak taşını yontup onu bir sopaya bağlayarak ilkel de olsa balta yapma becerisini gösterememiştir. Çünkü bunu yapabilmesi için beynin artık imgesel düşünceden kavramsal düşünce aşamasına geçmesi, beynin daha hızlı ve kapsamlı bir şekilde “bilgi işlem” operasyonları yapabilmesi gerekirdi.

İmgesel, kavramsal ve analitik düşünceler arasındaki farkı şöyle de açıklamak mümkündür. İstanbul’da yaşayan hayvanlar sadece İstanbul’un zihinlerinde imgeleşen gerçekliğini, ama bunu da hiç çarpıtmadan algılayabilirler. “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” diyen şair ise, İstanbul’un görülmesi gereken güzelliklerini gördüğü gibi, İstanbul’un gerçekte olmayan sesini de duymaya başlar, duyduğunu zanneder. Analitik olarak düşünen insan da İstanbul’un sadece güzelliklerini değil, bütün sosyal sorunlarını ve bu güzellikler ile çirkinliklerin arkasındaki nedensellikleri de kavrar, kavradığı ölçüde de şairin o güzellik bozulması diye olmayan seslerle gizlediği çirkinlikleri de gün ışığına çıkarır, hatta onların nasıl ve ne şekilde gerçekten ortadan kaldırılabileceğini araştırmaya başlar. İşte bu nedenle de kavramsal düşünce ve onun bir üst aşaması olan analitik düşünce duyu organlarımız olmadan, yani görmeden, dokunmadan, işitmeden bizi kuşatan gerçekliği, ama onu da hiç çarpıtmadan görebilmek ve duyabilmek demektir.

Hayvanın geçirdiği bedensel evrim kısıtlı bir düzeyde kalmıştır. Çünkü insan aletler yapmakla kalmamış aynı zamanda da o aletleri kullanabilme becerisini de geliştirmiş, bunu geliştirirken de parmaklarını, ellerini, kollarını daha hassas olarak kullanabilecek uzuvlar haline getirmiş, daha doğrusu getirmek zorunda kalmıştır. Buna karşılık vahşi yaşamını sürdürmek zorunda kalan “aslan kral” güçlü pençesiyle yaşamak zorunda olduğu için, pençeleri insanınkine benzer hassas bir el olamamıştır. Zaten eğer alet yapma becerisini geliştiremeyen “aslan kral” pençelerini el haline getirebilseydi aslan da şimdi bildiğimiz “aslan kral” olamazdı. O güçlü pençeleri olmaksızın öylesine muhteşem ve güçlü bir avcı ve yırtıcı haline gelmesi olanaksız olurdu. İnsanın geçirdiği evrim sürecinde tüylerini dökmesi, daha ince, hassas ve duyarlı bir deriye sahip olması da onun giyinmeye başlamasının doğal bir sonucu olduğu da nedenselliği olan ayrı bir gerçekliktir.

İnsanın konuşması, dünyayı kelimelerle tanımlaması, ardından da zihninde kavramlaştırması ve el aletleri geliştirmesi, kullanması ile başlayan zihinsel evrimi ne yazık ki her zaman lineer, sürekli mükemmelleşmeye doğru ilerleyen bir trend çerçevesinde gerçekleşmemiştir. Aksine çoğu zaman bir adım ileri gidilirken akabinde de iki adım geri gidildiği ve çıkmaz sokaklara girildiği de olmuştur. Bu nedenle de normal şartlar altında iki üç yüz yıl, olmadı birkaç bin yıl içinde olabilecekler binlerce yıl içinde mümkün olamamış ve daha da kötüsü insanlığın zaman zaman gerilemesine ve akıl almaz acılar yaşamasına neden olmuştur. Afrika’nın ormanlarında başlayan evrimin bilgi çağına ulaşabilmesi de bilgisizlik ve cehalet yüzünden, bu cehalete dayalı yanlış algılamalar ve varsayımlar yüzünden yüz binlerce, milyonlar yıl sürebilmiştir. Aslında bu da son derece doğal ve anlaşılır bir durumdur. Çünkü insanlık aydınlanma öncesine hatta daha da doğrusu bilgi çağına kadar öğrendiği hemen her şeyi deneme yanılma metoduyla öğrenebilmiş olup bu gün bile hala kavramsal düşünce becerisin yanlışları yaşamadan doğruları bulmaya yetecek kadar geliştiğini öne sürmek de mümkün değildir. Hal böyle olduğu için de insanoğlu önce güneşe tapmış ve ancak binlerce yıl sonra güneş enerjisinden faydalanmayı akıl edebilmiş, güneşin yaşam biçimini keşfedip onun bilgisiyle atom reaktörleri yapma aşamasına geçebilmiştir.

Hayvan ne güneşe tapar ne de güneşin çekirdek reaksiyonları vasıtasıyla nasıl enerji ürettiğini bilir. Buna karşılık insan geliştirdiği bilgi birikimine paralel olarak güneşe de tapar, firavunlarının güneşin oğlu olduğuna da inanır ama güneş enerjisinden faydalanmasını da keşfeder. Ama buradaki sorun da şudur ki, insan evrim sürecinin başında bilgisiz ve cahildi, analitik ve bilimsel olarak düşünme becerisini geliştirmesi ise binlerce yıl sürmüştür. İkinci sorun da şudur ki, bütün insanlar eşzamanlı bir şekilde zihinsel evrimlerini gerçekleştirememişlerdir. Bugün büyük kitleler hala imgelerle düşünürken, çok küçük azınlıklar kavramsal düşüncenin analitik düşünme aşamasına geçebilmişlerdir. Diğer bir ifadeyle de hayvanlar kendi türleri içinde eşzamanlı olarak evrimleşirken, insanın evrimi kişiden kişiye, toplumsal bileşkelerden toplumsal bileşkelere farklılıklar gösterdiği için gerek toplumlar içinde ve gerekse de toplumlar arasında gelişmişlik farkları oluşmuştur. Bunun sonucunda da kimi çoktan bilgi çağına geçmişken, kimileri de ortaçağın varsayımlarıyla düşünmeye devam eder. Ancak ne var ortaçağın varsayımları ile düşünen de bilgi çağı kavramlarıyla düşünen de sonuç itibariyle aynı bilgisayarı, aynı cep telefonunu, aynı silahı kullanabildiği için görünüşte ikisi arasındaki zihinsel, düşünsel farklılık pek anlaşılmaz. Bu farklılık ancak insanların yaşam biçimleri ve davranış biçimlerinin incelenmesi, birbirleriyle karşılaştırılması halinde ortaya çıkar ve anlaşılır hale gelirler.

Sonuç itibariyle insanın imgesel düşünceden kavramsal düşünmeye geçmesi ilkin muhakkak çok büyük bir aşama olmuştur. En azından beyni çok daha fazla bilgi depolayabilir hale gelmiş ve daha hızlı bilgi işlem yapma yeteneğine kavuşmuştur. Fakat buna rağmen kavramsal düşünceye geçiş bu geçiş esnasında kavramların gerçekliği yeterince sorgulanmadığı için insanın gerçeklikle olan bağını da yitirmesi gibi çok kötü bir sonucu da beraberinde getirmiştir. Çünkü sadece duyu organlarıyla dünyayı duyumsayan ve algılayan hayvan bunu gerçekçi bir şekilde gerçekleştirebilirken, kavramsal olarak düşünmeye başlayan insan sadece gördüklerini, dokunduklarını değil, kulaklarıyla duyduklarını da gerçek olarak kabul etmeye başlamış ve bunun sonucunda da bir yığın gerçek dışı bilgileri de içselleştirerek dünyayı olduğu gibi değil ondan bundan duyduğu gibi algılamaya başlamıştır.

Kısacası bu gün nasıl hala milyonlarca insan ata, ota, yılana, fareye, ineğe tapıyor ama bunun yanı sıra çok az sayıda insan milyarlarca ışık yılı uzaklıkları merak edip inceleyebiliyor, araştırabiliyor, yeni keşifler yapıp ondan faydalanabiliyorsa, bu farklılık sadece ve sadece insanların ve onların oluşturdukları toplumların imgesel, kavramsal ve analitik düşünce aşamalarının hangisinde oldukları, yaşadıkları, düşündükleri ile alakalı bir farklılıktır. Bu nedenle de insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı, onların geçirdikleri zihinsel, kültürel evrimin ve bu evrimin kişiden kişiye farklı bir şekilde ortaya çıkmasının son derece doğal bir sonucudur.

İnsanlar arasındaki zihinsel, anlayışsal ve kavramsal farklılıkları görebilmek ancak örneğin “türban” kullanımında da olduğu gibi dünyayı anlayış şekli nesnelleşir ve imgesel olarak algılanabilir hale gelirse mümkün olur. Zaten dikkat edersek türban tartışmalarında hiçbir şekilde din ve inancın kendisi sorgulanmaz. Sorgulanan şey sadece türbanın dinin bir gereği olup olmadığı, türbanın bir yaşam biçimi mi yoksa simge mi olduğu ile ilgilidir. Sanki bütün inananlar ellerinde kutsal kitaplarla dolaşıyor ve dini kurallara göre yaşıyorlarmış, dini farklı biçimlerde içselleştirmiyorlarmış gibi kavga hep o 1 metrekarelik nesnel, görünür ve imgesel olarak algılanabilir farkla ilgilidir. Türban yoksa sorun da olmayacağı düşünülür. Oysa bu da büyük bir yanılgıdır ve her şeyden önce türbanın dine endekslenmesinin doğru olup olmadığı sorgulandığı için farkında bile olmadan dinin kendisi de bu arada doğrulanmış, meşrulaştırılmış ve bir referans olarak kabul edilir hale getirilmiş olur. Bunun sonucunda da türbanı kullananlar değil kullanmayıp da simge olarak algılayanlar onu bir simge haline getirmiş olurlar. Zaten laiklerin türban gördükçe kırmızı görmüş boğalar gibi rahatsız olup sinir stres yapmalarının da başka bir açıklaması yapılamamaktadır. Türbanın onu kullananlar tarafında rasyonel bir amaç olsun veya olmasın örtünme amaçlı olarak kullanıldığını ve bu işi de yerine getirdiğini, türban karşıtları tarafından ise siyasi bir simge olarak addedildiğini ama ona rağmen öfkelerinin objesi haline geldiğini düşünecek olursak, türbanın kimler tarafından simgeleştirildiği de kendiliğinden ortaya çıkar. Yoksa birisinin başına bağladığı bir metre karelik kumaş yüzünden başka birisi neden rahatsız olsun ki?

Türban ve türbanın kullanımı, insanın dünyayı anlayış şeklinin bir tezahürüdür. Eğer insan dünyayı dini referanslara dayanarak anlıyorsa o dini anlayış biçiminin gereklerini de doğası gereği zorunlu olarak yerine getirir. Bu nedenle de bizim türbanı sosyal hayattan dışlamamızın, yasaklamamızın veya onu simge ilan etmemizin her hangi bir işlevselliği yoktur. Dini sorgulamayan akıl, onun nesnelleşmiş gereklerini hiç sorgulayamaz. Çünkü din mutlak bir bilgi bütünlüğü değil, her ne kadar kutsal kitabı olsa da yinede herkesin kendi kavramsal dünyasına göre içselleştirdiği, özümsediği ve haliyle de değiştirdiği, hatta zaman zaman her şeyde de olduğu gibi çarpıttığı bir inanç kaynağıdır. Bu nedenle de insanların neye inanıp neye inanmadığını sorgulamanın veya bu inançları kurallara bağlamanın her hangi bir rasyonalitesi yoktur. Nasıl Hıristiyan kilisesinin kurucularından Tertullianus “saçma olduğu için inanıyorum” onun çağdaşı Clemens’de “anlamak için inanıyorum” diyebiliyorsa kulaktan dolma bilgilere dayanarak inanan milyonlarca insan da haklı olarak “inandığım gibi inanıyorum” da diyebilirler. Bizim ona, hayır, “sen kendi inandığına değil, benim inandığıma inan” dememiz ise ne akıl ne de vahiy yoluyla gerekçelendirilebilecek bir öneri değildir.

İnsanı insan yapan en önemli faktör muhakkak ki kavramsal düşüncedir ama ne var kavramsal düşünmek de çok kolay bir düşünce biçimi olmasına rağmen bir o kadar da karmaşık ve problemli bir düşünce biçimidir. Eğer insan dünyayı zihninde gerçeklik dışı bir şekilde kavramlaştırmışsa işte o zaman o insanın dünyanın gerçekliğini kavrayıp, sağlıklı bir şekilde düşünmesine de olanak yok demektir. İmgesel olarak düşünen her hayvan için gördüğü ne ise odur ama kavramsal olarak düşünen insan için gördüğü her şey onun zihninde kavramlaştığı gibidir. İnsan eğer ineğin kutsal bir hayvan olduğu bilgisi ile şartlanmışsa, o inek asla artık bir daha ne ise o, yani sadece sıradan bir hayvan olamayacak ve onu zihninde kutsallaştırmış kişiye özel kutsal bir hayvan olacak ve kutsal bir hayvan olarak değerlendirilecek demektir. Çünkü onun zihnindeki inek kavramında artık kutsallık gibi onun kendi gerçekliğiyle bir alakası olmayan suni, yapay bir değer yapıştırılmıştır.

İnsanın düşünceleriyle ilgili sorun düşünmek dediğimiz eylemin bizim anladığımız anlamda aklın bir eylemi olmamasından kaynaklanır. Düşünen akıl değildir, düşünen, daha doğrusu bilgi işlem yapan şey beyindir ve o da bu işi yaparken entelektüel, analitik bir şekilde yapmaz. Beynin bilgi işlem yapma şekli aynı bilgisayarlarda da olduğu gibi beyinde kayıtlı milyonlarca bilgiyi birbirleri ile karşılaştırıp etki tepki yasaları çerçevesinde onlardan bir sonuca varmaktır. Beyin için bu işlem tamamen etki tepki yasaları doğrultusunda gerçekeleşen mekanik bir işlemdir ve onun her işlem sonunda bulabileceği daima tek bir sonuç vardır.

Beyin hafızada kaydedilmiş olan bilgilerin doğruluğu, yanlışlığını, yani gerçek olup olmamasını sorgulayamaz. Nasıl yaşayan her hayvan için gördüğü her şey ne ise o ise, beyin için hücrelerinde kayıtlı olan her bilgi de bir bilgidir, o işlemini ona göre yapar ve biz de bunu (kendimizin) düşündüğümüzü varsayarız. Oysa hiçbir şey düşünmemişizdir. Beyin düşünmüş ve bize sonucu bildirmiştir. Bizim içinde beynin yaptığı bilgi işlem artık doğru bir düşüncedir ve onu da normal şartlar altında biz sorgulamayız. Bize göre de beynimiz ne diyorsa doğru olan odur ve bize de artık sadece beynin yap dediğini yapmak, yapma dediğini de yapmamak kalır. Bu durumda da beynimizde inek kutsal bir hayvan olarak kavramlaşmışsa, ondan sonrası da artık çorap söküğü gibi gelir ve her bilgi işlem prosesi yani düşünce artık ineğin kutsal olmasından yola çıkarak gerçekleşir ve sonuçlanır.

İnsanın bu gün yaşadığı bilgi çağına gelmesi onun özellikle Descartes ve aydınlanma çağı sonrasında geliştirdiği eleştirebilen akıl ile mümkün olmuştur. Descartes “düşünüyorum o halde varım” önermesiyle tanınır. Oysa bu önerme onu oldukça da yanlış tanıtır. Çünkü asıl kast ettiği şey salt düşünce değil eleştirel ve sorgulayıcı düşüncedir. Yani beynin düşündüğü kabul edip uygulamak değil, beynin düşündüğünü akıl vasıtasıyla sorgulamaktır. Descartes’in felsefesinde de zaten bu açık bir şekilde bellidir, şüphe duymayı, sorgulamayı önerir. Kimi veya neyi sorgulamayı? Kendisini, düşüncelerini ve inançlarını, kısacası dünyanın zihnindeki kavramsallaşma biçimini sorgulamayı önerir. Descartes sonrası da zaten inançların sorgulanmaya, dini dünya anlayışının etkisinin azalıp bilimsel dünya anlayışının doğmaya başladığı aydınlanma çağıdır. Aydınlanma çağında da insanoğlu, yani Avrupa’lılar yavaş yavaş da olsa bildikleri bütün doğrulardan şüphe duymaya başlamışlar ve de inançlarını, kendilerini ve haliyle de kültürlerini sorgulama sürecine, yani aydınlanma sürecine girmişlerdir.

Aydınlanma çağını başlaması Avrupalıların hemen aydınlanmaları ve bilimsel dünya anlayışını benimsedikleri anlamına gelmemiştir. Bu gün hala Avrupalılar gibi yaşamın her alanında bizden fersah fersah ileri ülkeler bile büyük oranda dinlerin, batıl inançların etkisinde düşünmeye ve yaşamaya devam ederler. Milyonlarca Avrupalı için peygamber olduğuna inandıkları İsa Allahın oğludur. 7 çocuk doğurmuş olan annesi Meryem de bakiredir. Bu da sorgulanmamış kavramların insan beynini ne kadar esaret altına alabileceğinin çok açık bir örneğidir. Tanrının yeryüzünde yaşayan sıradan bir kadından oğlu olabileceğini düşünmek akıl ile açıklanabilecek bir düşünce midir? İsa’nın Tanrının oğlu olduğu da en azından ineğin kutsal bir hayvan olduğu ve ineğe tapılması gerektiği gibi akıl dışı ve batıl bir inanıştır. Kavramsal düşüncenin de işte böylesine kötü, zararlı ve insanın içinde yaşadığı doğa gerçekliğini ve onu oluşturan nedenselliği anlamasına engel olan, çarpıtmasına olanak sağlayabilen etkileri vardır. İçinde yaşadığı kültürün dayatmalarına karşı korumasız beyin bu tür olması düşünülmeyecek kadar olanaksız varsayımları bir kere inandığında gerçeklikle olan bütün bağını yitirir ve düşündüğünü zannederken ezberlediği kavramlar denizinde boğulur, ortaçağı yaşar.

İmgesel düşünen hayvanın şartlanması koşullanması mümkün fakat son derece güçtür. Çünkü hayvan doğayı ezberlemez. Doğada karşılaştığı diğer doğal varlıklar değiştikçe onları da farklı şekillerde imgeler ve bu nedenle de doğada neyle karşılaşırsa karşılaşsın her seferinde doğayı gerçekçi bir şekilde algılar. Kavramsal düşünmeye başlayan insan ise kavramları bütünlüğü içinde analiz etmediğinde, yani analitik bir şekilde sorgulayamadığında değişimleri birbirinden ayırt edemez. Kavramsal bütünlüklerin içerikleri ne kadar değişirse değişsin kavramları sanki hep aynı kalıyormuş, aynı işlerliğe sahipmiş gibi kabullenir. Bu durumu bir örnekle açıklamak gerekirse demokrasi kavramı iyi bir örnek olacaktır.

Demokrasi batılı ülkelerin zaman içinde geliştirdikleri ama bu süreç içinde de birçok sorunla karşı karşıya kaldıkları, kısacası kazaya uğradıkları siyasal bir yaşam biçimidir. Demokrasi toplumsal kültür, hukuki ve siyasal yapı, üretim ilişkileri tarafından belirlenen bir bütünlüktür. Bu nedenle de demokrasi ve demokrasinin işleyiş şekli topluma, kültüre ve yaşanan çağa göre hep değişegelmiştir, ama demokrasi kelimesi hep aynı kalmış ve içeriği ne kadar değişirse değişsin insanlar için ifade ettiği şey değişmemiş ve hep “iyi ve yararlı” bir siyasi kavram olarak algılanmıştır. Hal böyle olduğu için demokrasi tüm dünya da “iyi, yararlı” bir şey olarak kabul görür, ama farklı koşullar altında farklı, hatta çok kötü ve zararlı sonuçlar doğurabileceği fark edilemez. Bunun yaşanmış bir örneği de 11 Eylül sonrasında ABD nin Irak’ı işgal sonrasında Irak’da gerçekleştirmek istediği demokrasi uygulamasıdır.

Irak hepimizin de bildiği gibi tarihte birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış ama günümüz itibariyle de kültürel anlamda dünyanın en geri kalmış ülkelerinden birisidir. ABD işgalinin ilk günlerinde Saddam Hüseyin cehenneminden kurtulan Iraklıların nasıl bayram yaptığını, Saddam heykellerini devirip ayaklarındaki lastik terliklerle “aşağıladıklarını” hepimiz TV ekranlarında ibret içinde seyrettik. Halkın o günlerde ABD işgaline karşı olumsuz bir tepki duyduğunu her halde kimse iddia etmeyecektir. Hatta o günlerin zafer sarhoşluğunda da ABD başkanı Bush TV ler karşısına geçip, ne kadar iyi bir adım attıklarını gerine gerine anlatmıştı. Ama sonra o günlerin mutlu mesut Irak halkının bir anda keyfinin kaçtığı ve ABD düşmanı kesildiğine, ondan sonrasında da terör olaylarının patlamasına şahit olduk. Peki, ne oldu da kısa bir zaman içinde Irak halkının duyguları bu kadar değişebilmişti?

İşgal sonrasında ortalık sakinleşince demokratikleşme yolunda ilk adımlar atılmaya başlandı. Baas partisi kapatıldı, parti üyeleri etkisiz ve yetkisiz hale getirildi. Yeni ve demokratik bir Irak devletin iskeleti kurulmaya ve buna paralel olarak da anayasa çalışmaları başlatıldı. O dönemi dikkatli izleyenler çok iyi hatırlayacaktır o günlerde gazetelerde hep aynı isimleri okuyor ve TV haberlerinde de yine o aynı isimlerin beyanatlarını dinliyorduk. Kimdi o isimler? Etnik gurupların ve dini cemaatlerin liderleri. Ortada ne bir siyasi parti, ne bir Sivil Toplum Örgütü, ne bir bilim adamı veya ne de bir aydının, entelektüelin adı geçmiyordu. Geçmiyordu çünkü bunların hiç birisi Irak’da mevcut da değildi. Irakta var olan da kurulacak yeni düzenden ve pastadan pay almak isteyen etnik guruplar, aşiret reisleri, tarikat liderleri ile bunların bir sözüyle harekete geçen uzaktan kumandalı insancıklar. Saddam’ın heykellerini çoşkuyla yıkıp bayram edenler, sevinçten işgalci ABD li askerlerinin ellerini öpenler sanki yer yarılmış ve bir anda yok olmuşlar, onların yerini de doğal liderlerinin sözüyle hareket eden ve Irak’ı kan gölüne çeviren “inançlı ve milliyetçi” insanlar almışlardı. Kısacası Saddam Hüseyinin devrilmesiyle spontane bir şekilde bayram edenler, ABD yi bir kurtarıcı olarak görenler cemaat liderlerinin talimatı üzerine bir anda mutsuzluğa düşmüşlerdi.

Demokrasi dediğimiz şey her şart ve koşul altında gerçekleşebilecek bir yaşam biçimi değildir. Demokrasinin sayılamayacak kadar çok ayağı, nedenselliği, ön koşulu vardır. Konuyu fazlaca dağıtmamak için de her şeyden önce demokrasinin analitik düşünce becerisine sahip demokrat seçmenlere gereksinim duyduğunu söylemekle yetinelim. Ama işte o analitik düşünce becerisine sahip seçmen kitlesi de Irak’da maalesef yoktu. Bu nedenle de demokratikleşme sürecinin başlamasıyla da demokrasi değil terör patlaması başladı güney sınırımızda.

Sonuç olarak demokrasi dediğimiz şey her şart ve koşul altında aynı işlevselliğe sahip bir kavram değildir. Bu nedenle de onu genel olarak “iyi veya kötü” şeklinde etiketlendirmek analitik, entelektüel bir değerlendirme değil, olsa olsa içeriğine göre, işlevselliğine göre niteliği değişse bile hep aynı şey kaldığı, olduğu varsayılan bir ezberciliktir. Demokrasinin işlerliği bilinçli bir seçmen kitlesinin varlığına dayalıdır. Çünkü ancak bilinçli bir seçmen kitlesi kendisi için neyin iyi neyin de kötü olduğunu bilecek ve demokratik seçim yöntemiyle de ülke için en uygun, yani en iyi yöneticileri iş başına getirecektir. Bunun mümkün olabilmesi ise seçmenlerin en azından devlet yönetiminden yeterince anlayacak kadar bir eğitim görmüş olmaları ve hangi siyasi partinin, hangi siyasetçilerin ülkeyi en iyi şekilde yönetebileceğini bilmesi gerekir. Tabi bu da seçmenlerin siyaset bilimi, hukuk, ekonomi ve eğitim bilimleri gibi ihtisas alanlarında en azından adaylarını niteliklerini değerlendirebilecek kadar bilgi sahibi olmasını gerektirecek bir durumdur.

Irak’da ise bu bahsettiğimiz koşulların hiç birisi söz konusu değildir. Bu nedenle de ABD ne kadar uğraşırsa uğraşsın yakın bir gelecekte Irak’da demokratik bir ortam geliştirebilmesi mümkün olmayacaktır. ABD nin bunu önceden bilememesi, bu günlere gelineceğini öngörememesi işte tamamen ABD stratejistlerinin kavramsal ve analitik düşünce becerilerinin yetersizliği ile ilgili bir sorunsaldır. Çünkü ABD yetkilileri kendileri için iyi olan veya iyi olduğunu düşündükleri demokrasinin Irak ortamındaki işlevselliğini tasavvur edememişler ve Irak’daki bilinen kaos ortamını kendi elleriyle hazırlamışlardır.

Irak kültürel ortam olarak Türkiyenin en azında 50 ila 100 yıl gerisinde bir toplumdur ve bu nedenle de henüz dini cemaat ve aşiret aşamalarını geçemedikleri için demokrasiyi mevcut koşullar altında içselleştirebilmeleri olanaksızdır. Bu koşulların yerine gelmesi de uzaktan kumandalı ve kontrollü bir askeri vesayet rejimi altında, sekülerleşmeyi ön gören bilinçli bir eğitim sistemi çerçevesinde en iyi ihtimalle 50 yıl sonra mümkün olabilecektir. Çünkü ancak o zaman Irak toplumu kendisi için en iyi yöneticileri belirleyebilecek analitik düşünceyi özümsemiş bir toplum haline gelebilecektir.

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere kavramsal düşünce biçimi imgesel düşünce ile karşılaştırıldığında muhakkak ki insanın evriminin nedenselliğini açıklayan devrimsel bir gelişmedir. Ama kavramsal düşüncenin de iyi ve yararlı sonuçlar verebilmesi, bu düşünce biçimini uygulayabilecek kişilerin iyi eğitilmiş olmalarına ve insanın içinde yaşadığı gerçekliği analitik bir şekilde kavrayıp rasyonel bir değerlendirme yapabilmelerine bağlıdır. Bu zorunluluğun koşulları da ABD-Irak ve demokrasi paradoksunda da görüldüğü ve örneklerini kolaylıkla da çoğaltabileceğimiz gibi günümüze kadar maalesef henüz sağlanamamıştır. Sorun büyük ölçüde eğitim sistemleri ile anlayışlarından kaynaklanmakta ve insanlar, özellikle de eğitim çağındaki çocuklarımıza kavramların içeriklerinin nasıl ve ne şekilde analiz edilebileceği öğretilmemekte, aksine içeriğine bakmaksızın onları bütünlükleri içinde değer yargıları ile etiketlendirerek içerikleri ne olursa olsun daima aynı şey olarak kaldıkları varsayımlarıyla şartlandırmalarıdır. Bunun sonucunda da analiz yeteneği, alışkanlığı gelişmemiş insanlar içeriğine, fonksiyonalitesine bakmaksızın kendilerine dayatılan “suni bir şekilde değerli kılınmış” kavramları iyi veya kötü olarak kabullenmek, es deyişle ezberlemek durumunda bırakılmaktadır. Zaten insanların kendilerine eğitimleri boyunca dayatılan “din, vatan, millet, demokrasi ve laiklik” gibi sosyal kavramları kendisine sağladığı yarara bakmaksızın “iyi, değerli ve faydalı” olarak kabul edip, Allahın ipine sarılırcasına o yapay kavramlara sarılarak yaşayıp gitmesinin başka bir açıklaması da her halde yoktur.

İnsanların kısmen analitik düşünme becerisine sahipken büyük çoğunluğunun aynı beceriyi gösterememesi tamamen aile yapısı, toplumsal yapı ve bunlara bağlı olarak aldığı eğitim ile ilgili bir sorundur. Analitik düşünce becerisini geliştirenler toplum içinde gösterdikleri sosyal başarı ölçüsünde öne çıkar ve emsallerine zihinsel üstünlük kurarlar. Bu üstünlük eninde sonunda bir şekilde o kişinin toplumsal zenginlikten aldığı paya ve bu pay da elbette ki o kişinin ailesine yansır. Yeni doğan nesiller ebeveynlerinin gerek zihinsel ve gerekse de maddi üstünlüklerinden faydalanarak diğer ailelerin çocuklarına karşı doğuştan bir üstünlük sağlamış olurlar ve bu üstünlüklerin doğal sonucu olarak çok daha iyi eğitilmiş olarak toplum içindeki yerlerini alırlar. Aldıkları daha iyi eğitim oranında da doğuştan sahip oldukları avantajı her geçen gün büyütürler ki bu da tekrar onların çocuklarının kendi emsallerine oranla çok daha avantajlı bir şekilde dünyaya gelmelerinin nedenidir. Kısacası nasıl genetik özellikler aile içinde nesilden nesile aktarılıyorsa, zihinsel üstünlükler ve buna dayalı ekonomik üstünlükler de sağlanan avantajlar aile ve soyağacı içinde kalacak şekilde hep bir sonraki nesle miras bırakılır. Buda bizim sınıfsal farklılıklar dediğimiz olgunun ortaya çıkmasına neden olur. Hayvanlarda nesilden nesile aktarılan kalıtım sadece genetik düzeyde kaldığı ve baba erkil aile yaşam biçiminde yaşanmadığı için genetik üstünlükler o hayvan türünün tamamını etkileyecek şekilde yatay olarak gerçekleşir. Bu da elde edilen ve o hayvan türünün evrimsel ilerlemeyi ifade eden genetik gelişmenin uzun vadede de olsa tamamına yansımasına, dolayısıyla da hayvanlarda aynı tür içinde sınıf farklarının ortaya çıkmamasına neden olur. İnsanlarda ise zihinsel üstünlükler, yaşam biçiminden dolayı genetik üstünlüğe dönüşmesine rağmen kalıtımsal aktarım soyağacı doğrultusunda dikey olarak nesilden nesile aktarıldığı için sınıf farklarının geometrik hızla büyümesi kaçınılmaz bir hale gelir.

Eğitimin amacı insanı kendisini kuşatan dünyayı özgür bir şekilde algılayabilmesini, kavrayabilmesini ve bunun sonucunda da kendi değer yargılarını oluşturabilmesini öğretmek ve bunu bir alışkanlık haline getirmek olmalıdır. Ancak ne var iletişim olanakların giderek yaygınlaştığı dünyamızda kavramsal düşüncenin vazgeçilmesi olan analitik düşünce eğitimi verilmediği gibi, çocuklarımız giderek görselliği ön plana çıkaran kültürel dayatmalara maruz bırakılmakta ve bunun sonucunda da analitik düşünce becerilerini geliştirmekten vaz geçtik, imgesel düşüncenin ilkelliğine mahkûm edilmektedir. Oysa ancak kendisini kuşatan doğa ve sosyal dünyanın gerçekliğini olduğu gibi algılayabilen, kavrayabilen insanlar kendilerine dayatılan sosyal kimliklerin prangalarından kurtulup kendi öz kimliklerine yani “insan” kimliğine kavuşabilecekleri çok açık ve net bir şekilde ortadadır.

İşte bütün bu nedenlerle de en baştaki soruya tekrar dönecek olursak, insan dediğimiz şeyin bütün canlılar gibi yaşamı boyunca bir şeyler öğrenen, öğrendiğine inanan ve inandığı gibi olan, olduğu gibi de yaşayan bir organizma olduğunu öne sürmek mümkündür. Öğrendiğinden farklı şeylere inanan, inandığından farklı bir kimliğe sahip olan, olduğundan farklı bir şekilde yaşayan, yaşabilen bir insan yoktur ve olamaz da.

16.12.2007

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..