Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mayıs '20

 
Kategori
Psikoloji
 

İnsan ve Ölüm

“Tek başınasınız. Geceleyin zifiri karanlıkta, ortalıkta ne görülen ne de duyulan bir şey var. Sadece geçmişte kalan o uzun yıllar uğrayıp geçiyor. Bir de akrebin ne kadar ilerlediğini acımasızca gösteren nahoş gerçekler ve yavaş yavaş, karşı konulamayan bir şekilde yaklaşan ve sevdiğin, arzuladığın, uğrunda çalışıp çabaladığın, ümit bağladığın her şeyi sonunda yutuverecek karanlığın duvarı... Sonra hayat hakkındaki bütün emellerimiz birden meçhul bir yere saklanıverir ve korku, o uykusu kaçan insanı, birisini boğan battaniye gibi çepeçevre sarıverir.” C. G. Jung


İnsanlığın varoluşundan beridir gelen, konuşulmaya başlandığı andan beri insanın üzerinde bir korku, bir soğukluk uyandıran mesele; her gün yaşanmasına rağmen unutulan en büyük doğal parçadır: Ölüm!

Ölüm, hayatın kaçınılmaz en büyük gerçeklerinden biridir. İnsanları hazırlıksız bir zamanda yakalayıp geride kalan insanları hüzne boğan bir unsurdur. Ölümün ne zaman olacağı, nasıl olacağı ve öldükten sonra nereye gidileceği hususunda belirsizliklerin olması, insanları ölüme karşı korkutmakla birlikte kişinin hayatının ölüme göre düzenlemesi hususunda sorunları ortaya çıkarır.

“Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık! Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.” Montaigne

Özellikle yaşadığımız çağda, ölüm korkusu içten içe biraz daha fazlalaşmış bulunmaktadır. Çağımızda eski zamanlara kıyasen insanların ölüme daha uzak yaşaması, hatta ölümle ilgili konular açıldığı zaman ölüm sohbetini bile bastırıp sonlandırmaya çalışması, ölümü bir tabu olarak algılaması, ölümü korkulacak bir unsur olarak karşımıza çıkarıyor.

Geçmişten günümüze baktığımızda bugün insanların ölümden daha çok korkar hale geldiğini görürüz. Bunun da nedeni eski zamanlarda insanların ölümle iç içe yaşamasındandır. Geçmişte gerek savaşların olması, henüz hastalık tedavilerinin bulunmamış olması gibi durumlar ölümün günlük parçasıymış gibi algılanmasına vesile olurdu. Aynı zaman da günümüze nazaran yoğun çalışma ortamı eski zamanlarda olmadığı için insanlar, ölüm üzerine uzun uzun düşünebiliyor, konuşup tartışabiliyor, kendilerini ölüme hazırlayabiliyorlardı. Lakin modern zamanın gelmesiyle birlikte insanlar, çalışma ortamına fazla dalıp doğal yaşamın parçalarından iyice uzaklaşmaya başladı. Artık insanlar, yaşanan ölümleri, zulümleri, yalnızlıkları, korkuları televizyon ekranlarından ve internet ortamından görüyor, olanlar için yalancı duygular geliştirip içi boş üzüntüler yaşıyor. Kimseyle komşuluk yapmıyor, kimseye hasta ziyaretleri yapmıyor, kimsenin cenazelerine katılmıyor, ihtiyaç sahiplerini umursamıyor. Bu doğal süreçlerden uzak olan insan, haliyle ölümle arasına koca bir set çekiyor.

Modern zamanın en büyük hastalığı olan tüketim çağı, insanların varoluşsal kavramları üzerinde anlam karmaşası uyandırıyor. Modern zaman, tüketim çağındaki insanlara, “Var olmak için satın al, satın alabilmek için çalış.” Felsefesini öğretiyor, hayatlarına yerleştiriyor ve insanlar da hayatlarını bu felsefeye göre idame ettirtmeye çalıştırıyor. Ve insan, o kadar çok çalışıyor ki boş zamanlarında bile tüketmeye yönelik hareketlerde bulunuyor. Çalışmaktan arta kalan zamanlarında gezmek için alışveriş merkezlerini dolaşıyor, sinemalara gidiyor, tatil planları yapıyor ve kazandıklarını bu şekilde tüketiyor. Bu tüketme kültürüyle de kendi varoluşunun en temelinde bulunan “ölüm” kavramını kendi içinde sorgulamaya fırsat bulamadan değiştiriyor ve kazandığını tükettiği sürece de kendini varlığının sonlanmayacağını zannediyor.

Toplum nezdinde bir tabu haline gelen ve konuşulduğu vakit ürkütücü, soğuk durumlar hissettiren ölümün “adı dahi” zikredilmiyor. Konuşulduğunda yahut çocuklar tarafından sorulduğunda adeta yasaklarmışçasına susturuluyor, konu fısıltı halinde konuşturuluyor. Ve modern zaman, insanlara ölümü tamamen unutturmak için morgları kimseler görmesin diye hastanelerin en altına saklıyor, mezarlıkları şehrin dışına itiyor. Yani insan, gün geçtikçe kendi aklınca “ölüm gerçeğinden” kaçabildiğince kaçmaya çalışıyor.

Ölümlerin ardından; “Zamansız gitti, habersiz ve vakitsiz...” yorumları yapılıyor. Ölümler zamansız, vakitsiz olmuyor. Ölümü unutan insan, onu vakitsiz zannediyor. Doğal yaşamın döngüsü gereği doğada sürekli birileri ölüyor. İnsanlar bunu duysa da kendine ölümü yakıştıramayıp kendi ölümünü erteliyor / ertelediğini zannediyor.

Naçizane tavsiyem / temennim; ölümü gelmeden önce hatırlamanız, onunla yaşamanızdır. Modern zamanın kavram dayatmasından kurtulup ölümün her an bizimle, yanımızda, dibimizde olduğunu unutmamanızdır.

Ölüme hazırlık yapıp “yarın ölecek gibi” yaşamanız ümidiyle…

 
Toplam blog
: 10
: 1785
Kayıt tarihi
: 05.02.12
 
 

Aile ve Ergen Terapisti Kerem Gümüş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde kanserli ve lösemili çocuklarla..