Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '11

 
Kategori
Blog yazarları tartışıyor!
 

İnsan ve şiddet

İnsan ve şiddet
 

Internetten alıntıdır.


Konumuz “kadına şiddet” sorunu… ve nasıl önlenebileceği…
Hastalığın tedavisi için de önce teşhisin doğru olması gerekir.
Bu sorunun en temelinde  ne var? Sebep ne, kim?

Şunu en başta söylemeliyim ki; Sebep “insan”dır!

Ancak insan derken, sadece eşini, sevgilisini, nişanlısını, kızını, kardeşini döven, öldüren erkek değil… hepimiz, her birimizizdir sebep!

Onun için, çözüme her birimiz katılırsak ancak, her sorun gibi, bu sorun da çözülebilir, önlenebilir!

Öncelikle “şiddet”, yalnızca erkeğin veya toplumun kadına değil, "insan"ın her tür “şeye” karşı kendi "varlık olabilme sorunsalından" kaynaklanan bir durumdur...  Bu da demektir ki,  esasen insanın sadece “egosal gerçekliğinden kaynaklanan” son derece de doğal bir durumu vardır. Henüz egosal gelişimini tamamlamamış insanın kendinde var olan acizliği, eksikliği, açlığı diye de niteleyeceğimiz bu durumu ödünlemesi, yani bir anlamda da  herhangi bir eksikliğin (bilgi ya da sevgi veya para, mal mülk, itibar ya da her ne ise) "zavallılığın ödünlenmesi" sorunudur.  Şiddet yoluyla, yani “saldırganlıkla”, kendi dışında herhangi bir diğer hedefe zarar vererek veya sindirerek ya da böylece onu aşağı çekmeye çalışarak, onu eksiltmek suretiyle kendini fazlalaştırabileceği yanılsaması olarak, kendini güçlü ve “tam” hissetmeye yönelik, doyum ve tatmin arayışıyla beslenen bir "yanılgılı ve paradoksal" ruh ve bilinç zaafiyetidir  insanda şiddete eğilim.

Üstelik bu sadece kadına fiziksel şiddet tanımındaki “dayak-darp” ile sınırlı olmayıp, insanın bir diğer varlığa, canlı-cansız, insan-hayvan-bitki-eşya-doğa, kadın-erkek-çocuk, hiç farketmez, her ne olursa olsun, verdiği tüm zararları, yanlış ve haksız eylemlerini de kapsayan bir durumdur.

Hatta öyle ki, toplumca son derece sıradan, önemsiz veya doğal karşılanan bazı davranışlar dahi  bu kapsamdadır.
Mesela erkeğin kadına yönelik çok önemsiz ve hatta normal addedilen sokakta laf atması, sataşmaları, kadının cinsel bir obje olarak bir takım görsellere, reklamlara vs. konu edilmesi veya erkek tarafından cinsel içerikli olsun olmasın bir şekilde hedef alınması, ezilebilecek, horlanabilecek zayıf bir varlık olarak görülmesi, hatta sadece kadına yönelik olarak da değil, erkeğe yönelik olarak da, tacizden tecavüzlerden, işyerindeki “mobbing”lere kadar, öğretmen/ebeveyn dayağından, çocuk istismarına kadar, çok geniş bir çerçevede ve sadece fiziksel değil, duygusal şiddet bazında da her türlü “saldırganca”, “hukuksal” suç olabilen veya olmayan, önemli  ya da sıradan-basit sayılabilecek, bir diğer varlığa zarar verici, rahatsız edici “insan davranışı” da yine aynı nedenden kaynaklanan bu sorun dahilindedir.

Doğa katliamı, çevre sorunları, hayvanlara kötü davranılması, hatta kamu malına zarar vermeler, otobüslere, asansörlere, topluma açık genel kullanımdaki masalara, duvarlara, tuvaletlere, okul sıralarına vs. zarar veren veya çirkinlik içeren yazılar yazılması, oyulması, kazınması  vb. pek çok durum bile, yine bu “şiddet” konusu kapsamındadır ve yukarıda şiddeti tanımladığım aynı bu tek, nedenden kaynaklanır.

İnsan, özünde adına ego dediğimiz “ilkel” bir benlik barındıran bir canlıdır. Bu yönüyle bakıldığında, esasen insan da zaten yine  bir tür “hayvandır”. Üstelik erişkin hale geldiğinde hala “ham” haldeyse, o da tıpkı yabani hayvanlar gibi evcilleşmemiş ve vahşi bir yapıdadır. Doğaldır ki, bu henüz “ilkel” durumda olan “ego”su evcilleşmediğinde veya evcilleşmedikçe, evcilleştirilmedikçe, saldırgan ve şiddet uygulayan, dolayısıyla herhangi bir zamanda herhangi bir durumda bir diğer herhangi varlığa ya da nesneye tümüyle doğal yapısı gereği zarar verir konumda olacaktır.Yani bu durum, insan türünün zaten kendi doğal yapısıdır.

Demek ki bunun verebileceği zararları  önlemek için, insanın evcilleşmesi ve evcilleştirilmesi gerekmektedir.

Ancak insan ayrıca, sadece kendi türüne has, onu diğer canlılardan ayıran bir özellik ve ayrıcalık-üstünlük olarak, bu evcilleşmeyi ve evcilleştirmeyi, hem kendisi için hem de başka varlıklar için de yapabilen, yani kendi kendisini de, kendi dışındakileri de evcilleştirebilen de bir varlıktır.

Üstelik, kendini evcilleştirdikçe kendi dışındakileri de evcilleştirebilen, kendi dışındakiler onu evcilleştirdikçe kendi de evcilleşebilen de bir varlıktır.

Böylece de çok yönlü ve karşılıklı bir “dinamik” çıkar ortaya. Demek ki, bu sorunu ve zararı önlemek için, bu dinamiği “olumlu yönde” etkin kılmak gerekmektedir.

Bu da, yanlışa kesinlikle dur demek, sadece doğruya geçit vermek anlamını taşır.
Zira yanlış, zarar veren veya verebilecek şeyin adına denir, olumsuzdur, “doğru” olumludur.

Bilindiği üzere,  bu dinamiği olumlu yönde etkin kılan yollardan en temel olanı “eğitim”dir.
İnsan doğar, doğduğu andan itibaren, hatta ana rahmindeyken daha, zihinsel gelişimi paralelinde öğrenmeye başlar. Eğer insana yanlış şeyler veya yanlış öğretirseniz, yanlış öğrenir, doğruyu öğretirseniz, doğruyu öğrenir. Çocuk elinde oyuncak silahlarla savaş oyunları oynayarak, aile içinde kavgalara şiddete tanık olarak veya çizgi filmlerde bile vurdulu kırdılı, kavgayı savaşı seyrederek büyürse, yetişkinliğe de şiddeti öğrenmiş olarak geçecektir haliyle. E zaten doğal yapısı da buna yatkın olduğuna göre...?

Dolayısıyla eğitim;
- insanın hem kendi kendini eğitmesi,
- hem birbirini eğitmesi,
- ve hem de kendi dışındaki bir takım oluşumların, durumların, etkilerin, insanların, olayların, tutumların ve de yaptırımların onu eğitmesi şeklinde gerçekleşebilir.
Bunlardan biri yeterince etkin olmadığında veya olumlu/yararlı/ doğru ve de hakça  yönde olmadığında, gerçek ve hedeflenen “tam” eğitim ve evcilleşme, hem bireysel anlamda hem de “toplumsal” olarak sağlanamaz, sağlanamamış olur.

Bunu önleyen en önemli ve ciddi eksikliğin kaynağı da, yaptırımların ve hem bireysel hem de toplumsal “tepki” nin yetersizliği hatta azlığı ya da yokluğudur veya yanlışlığıdır.

Tabii bu durumda da, eğitim’in yanısıra, yine bu dinamiği olumlu yönde etkin kılan yollardan biri olarak devreye “hukuk” girer.

Bütün insanlar için “aynı şekilde ve istisnasız” geçerli olacak kuralların ve bu kurallara uyulmadığında uygulanacak “bireysel” yaptırımların düzenlenmesi, net ve açık bir şekilde bildirilmesi ve bilinmesidir “HUKUK”! Bunda yine bir eksiklik, yanlışlık ya da bir zaafiyet söz konusu olduğunda, mesela çifte standart gibi, gecikmeler gibi… özellikle de “bilinmemesi” gibi… bir durum varlığında ve daha da önemlisi uygulanması gerekirken, uygulanmadığında ya da uygulama zaafiyeti de oluştuğunda, eğitim de tam olarak sağlanamamış, kazandıralamamış ve ne birey, ne de toplum da yeterince evcilleşememiş olur.

Ancak bu bahsettiğim “yazılı” hukuktur.
Zira evcillleşmenin ve evcilleştirmenin eğitim ve hukuğun yanısıra, üstelik aynı zamanda zaten o da yine eğitim ve hukuğun kapsamında da olan bir dinamiği daha vardır ki, o yazılı değildir. Gündelik yaşam içinde her an, insanların birbiriyle sürekli iletişimleriyle ve  etki-tepkileriyle oluşur, yaşanır, yaşanılarak kazanılır ve kazandırılır. “Bilinçlenmeyi” de en etkin bu sağlar üstelik.

Bu durum, tanım olarak kısaca “tepkisiz kalmamak”, hatta asıl, “susmamak” olarak adlandırılabilir ve  yanlışa, yani zararlı olan birşeye, AKTİF ve “topluca” tepki göstermek olarak özetlenebilir. Her türlü yanlışa tepki gösterip, yanlışı görmezden gelmemek, yanlışı dışlamak, yanlış karşısında sessiz ya da suskun kalmamak, yanlışı desteklememek ile… ve bunun yanısıra doğruyu da görmezden gelmemek, doğruyu desteklemek ve doğru davranışları desteklemekte de yine aktif bir katılım ile doğruyu onaylayışı göstererek gerçekleşebilir.

Okumaya yazmaya dayalı eğitim ve yazılı hukuk ile edinilen bilgiler, ancak bu şekilde yaşama da geçirilmiş olup, kuru bilgi olmaktan çıkar ve “bilme”eylemi, öğrenmeye dönüşür, anlamaya, “idrak”a ulaşır.  Dolayısıyla “inanç”ları da oluşturur. Yanlış veya doğru! Neyi nasıl  öğrenmişse onu ve o şekilde.

Şimdi bu duruma ülkemizde “kadına şiddet” sorunu açısından bakacak olursak;
Ülkemizde kadına şiddet,  saldırganlığın/şiddetin zaten en özgün ve özel örneklerinden biridir. Çünkü hem sosyolojik-psikolojik yönüyle hem de toplumun değer yargıları bağlamında  genellikle bir “aile” mahremiyeti de işin içine girince ve mesela “karı-koca arasına girilmez” , “namus”, “kadın erkekten sorulur” , gelenekler töreler , “at avrat silah” vb. yine son derece yanılgılı anlayışlar da söz konusu olunca… bir de bunun üzerine, ayıplanma, utanma, saygınlık, güvende olmak gibi insan egosunun en temel varoluşsal ve kimliksel gereksinimlerinin de ilave etkilenimleri buna eklendiği için son derece spesifik bir tablo çıkar karşımıza:

Toplumun aktif tepkisini bırakın,  eğitim hukuk da işleyemezleşir, devreye giremez, çünkü  bizzat şiddeti gören kadın “susar”!!
Ya da yakınları tarafından, “akıllı olmak” adına!! susturulur. "Kocandır, sever de döver de".. veya "çocuk benim değil mi ister severim ister döverim".. gibilerinden…

Demek ki önce ve ilk olarak kadının susmasını engellemek gerekir. Ya da diğer bir ifadeyle, şiddet görenin bizzat kendisinin veya onun adına birilerinin bu duruma “susmamasını” sağlamak gerekir.

Farkedileceği üzere, bu iki durum üstelik zaten yine birbiriyle karşılıklı bağlantılı ve etkileşimlidir de. Şöyle ki, kadının susmamasını temin etmek için, birilerinin zaten ona susmasının doğru olmadığı güvencesini verecek şekilde hareket ediyor olması “gerektir”; bu işin bir yönüdür, ama diğer taraftan da zaten ona bu güvenceyi verebilmek demek, bunun için toplumda birilerinin veya toplumun bizzat kendisinin zaten susmama bilincine ulaşmış olması, bunu farketmiş  olması “gerektir”.

Dolayısıyla paradoksal da bir niteliği bulunmaktadır, sorunun da, çözümünün de!

Biraz daha açacak olursak;
Özellikle bizim toplumumuzda şiddet gören kadın veya çocuk bunu kendi içine gömer, belki çok yakınlarının dışında ne tartışılır bu konu ne de şikayet edilir. Herşeye itiraz eden, hakkını arayan insan, bunu genellikle saklar, duyulsun, bilinsin istemez, dile getirmez, anlatmaz. Bunun sebebi, özellikle de fiziksel şiddetin insan ruhunda, gerçekten
- hem duygusal,
- hem egosal ve kişinin kimlik algısı üzerinde,
- ve hem de irade mekanizması ile birlikte bilinçsel
çok büyük bir travma yaratması olsa gerektir. Bu etki demek ki o kadar şiddetli oluyor ki, kişi bunu dışa dahi vuramıyor, paylaşamıyor, gizlemeyi seçiyor. Utanıyor ya da söylediği takdirde bunun bilinmesinin kendisine daha öte bir kimliksel zarar verebileceğini zannediyor, öyle düşünüyor, saklıyor bunu, bir sır gibi, acı bir sır. Sakladıkça da tabii, şiddet de sürüyor.

Oysa söylemeli insanlar! Çünkü ayrıca, saklanması da zaten bu şiddetin devam etmesine, yaygınlaşmasına yol açıyor. Hatta, normal ve doğal karşılanmasına, kanıksanmasına dahi bu sebep oluyor aslında!!

Demek ki kadınlara, gördüğü fiziksel şiddet karşısında susmamasının, kendisine daha öte bir kimliksel zarar vermemesini sağlamak ve bu güvenceyi ona verebilmek, hissettirebilmek, bunu gösterebilmek gerekiyor. Bu güvence kadına kanıtlandığı takdirde, buna  kani olduğunda ancak, kadın da susmamayı seçecektir. Kadın susmadığında da, erkek, bu şiddeti çok rahatça, yaptırımsızca, fütursuzca uygulayabilme iradesinden geri adım atabilecektir. Çünkü kadın susunca, hiçbir yaptırım da olmayınca, adam da normal bir şey yaptığını düşünmeye başlıyor. Kadını dövmenin doğru bir şey olduğunu zannediyor ve zannetmeye de devam ediyor oluyor.

Dolayısıyla bu da yine toplumun, diğer insanların engelleyebileceği, yapabileceği bir şeydir tabii! Ama özellikle bizim ülkemizde, toplum zaten kadına bu güvenceyi verebilecek yeterli durum ve alışkanlıkta olmadığı için, hem devlet kanalıyla hem de  bir takım kuruluşların, derneklerin aracılığı ile ve pek tabii ki hukuksal bir reform ile de bu güvencenin kadına verilmesi, ama aynı zamanda da esasen bütün toplumun asıl, böyle bir güvenceyi kadına sağlaması, hissettirmesi, düşündürtmesi gerekiyor.

Çünkü evet, peki “biz” ne yapıyoruz toplumu oluşturan her bir birey olarak?

Her türlü şiddeti kınıyoruz aslında, sadece kadına şiddeti değil; insanın çevresine, doğaya, hayvanlara, diğer insanlara, topluma, nesnelere ve de kendine de verdiği her türlü zararı, haksızlığı kınıyoruz.
Ama gerçekten kınıyor muyuz? Gerçekten yanlışa dur, doğruya geç diyor muyuz!?
Hayır, lafta kınıyoruz sadece, mesele zaten orada!!


Etkili aktif bir, yanlışa karşı çıkma durumundan ziyade insanlarımızda "susma" erdemi!! gelişmiş:))  "tepkisizlik"!!... Ne yazık ki insanlarımız, sükûtun altın olduğuna dair, çok yanlış bir inanç, bir yanılgı içindedir.  Suskunluğu asalet zanneder insanlarımız.  Oysa her zaman asalet değildir. Etliye sütlüye karşımamanın, nabza göre şerbet vermenin, herkese şirin görünmek için hep olumlu davranmanın, herkese duymak istediği şeyleri söylemenin daha akıllıca olduğunu sanar, bunun makbul olduğunu zannederler… Oysa insanlara, topluma en büyük zararı böyle düşünenler ve böyle yapanlar verir!!

Hatta daha da ötesi, sırf yine bu nedenlerle daha da beter bir şekilde birşey yanlışken ve zarar vermekteyken sanki doğru bir şey -miş gibi tamamen akla zarar bir şekilde, yanlışı yapanı desteklemek, hoşgörmek gibi;  doğruyken ise yine tam aksine sanki yanlış bir şeymişçesine doğruyu hatta yermek gibi veya yanlışı da doğruyu da görmezden gelmek gibi gafletlere de düşer ki o hele en en büyük kötülük ve zarardır insanın hem kendine, hem karşısındakine, hem de tüm topluma!

Ya da susarak veya söylemeden ama bir karşı tavır alarak, tutumlarıyla, yani “pasif tepki” ile, yanlışa yeterince dur dediğini varsayar. Oysa kimin umurundadır, hele de yanlışı yapan için, bu vız gelir tırıs gider zaten ama, bunu hiç hesaba katmaz bile.

Kimi de yanlışı yapanı yok saymayı marifet addeder… yine yanlıştır, yanılgıdır. Zira yanlışı yapan, sen ne kadar yok sayarsan say, zaten vardır,  oradadır!

Bir şey doğruysa eğer doğru demekten, yanlışsa eğer yanlış demekten çekinmemelidir insanlar. En azından, tüm toplumca ve tüm insanlarca zaten alenen bilinen herkes için genel geçer değerler, ahlak kuralları, doğrular ve yanlışlar söz konusu olduğunda, neyin doğru neyin yanlış olduğunu zaten herkes bilir, dolayısıyla herkes en azından bu doğrular açısından, doğrudan taraf olmayı, yanlışa destek vermemeyi prensip edinmelidir.

Ne zaman ki insanlar susmanın yanlış olduğunu öğrenir, idrak eder, kadına şiddet gibi, çocuk istismarları gibi, hak ihlalleri gibi daha pek çok insana ve  topluma zarar verici her tür yanlış ancak o zaman geriler ve giderek yok olur.

Ve “ele gelen düğün bayram”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi mantıklar da terkedilmelidir. Unutulmamalıdır ki, bir tek insana gelen veya verilen zarar, topluma da verilmiş demektir. Zira toplum zaten teker teker o insanlardan oluşur. Her birimiz ve SİZ toplumun bir ferdi değil misiniz?

Yoksa aksi takdirde sosyolojide “toplum” denmiyor zira bunun adına, “topluluk” deniyor.. ilkel kabile gibi yani:(

“Birey” ve “toplum” olabilmiş,  bireyden “toplum” oluşturabilmiş, bu bilince-sevince erişebilmiş, evcilleşebilmiş insanlar umuduyla…




Filiz Alev
18.10.2011

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..