Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '20

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

İNSAN VE ZAMAN

       Sevgili okurlar bu yazıma Theodore Zeldin’in İnsanlığın Mahrem Tarihi adlı kitabından bir alıntıyla başlamak istiyorum: “Saatin icadından önce, gerginliğin bambaşka bir çehresi vardı. O vakitler zaman, arttırılması ve hesabının verilmesi gereken küçük parçalardan, saatlerden ve dakikalardan oluşmuyordu; daha çok, dünyayı sarmalayan koca bir buluta benziyor ve insanlık bu bulutun dağılmasını bekleyip duruyordu. Geçmiş bugünün parçasıydı; insanlar, kafalarının içinde, en az kendileri kadar canlı görünen atalarıyla ve mitsel kahramanlarıyla çevrelenmiş olarak yaşardı. Genellikle yaşlarını tam olarak bilmiyorlardı, çünkü zamandan çok sonsuza kadar sürecek yeni bir hayatı ilan eden ölümle ilgiliydiler.”

        Her medeniyet ebediyetin ne zaman geleceğine ilişkin farklı bir tahminde bulunmuştur. Hindular daha üç yüz milyon yılları olduğuna karar vererek kendilerini acil endişelerden korumuşlardır. Çinliler zamanın döngüler halinde kendini tekrarladığında, dolayısıyla aslında hiçbir şeyin değişmediğine ısrar ediyorlardı. Zerdüşt inancına göre ise yeryüzünü yaratmak Tanrı’nın üç bin yılını almıştı. Dolayısıyla yeryüzüne gelmiş insanların büyük kısmı, zamanın geçip gitmekte oluşunu kendilerine pek dert etmemiş. Modern çağın zaman kavramını farklı kılan şey, bir şeyin bir kez olup bittikten sonra artık sonsuza kadar kaybolduğu anlayışının yanı sıra zamanın değişim dolayısıyla güvensizlik anlamına geldiği düşüncesiydi. İnsanlar saatin düzenli tik taklarını, bunun tiranlığını, bu yeni güvensizlik duygusunu hafifletmenin bir yolu olarak görmüşlerdi. Bu tiranlık da tiranlığın başka pek çok örneği gibi bir kurtuluş çaresi olarak atılmış. Günün ve gecenin her dakikasının belirli bir göreve ayrılması, insanları, aylaklığın günahkar çağrısından kurtaracaktı. Buna karşılık Rabelais “Asla saatlerin esiri olmayacağım; saatler insanlar için yaratılmıştı, insanlar saatler için değil. Ben kendiminkileri üzengi gibi kullanıyorum, canım isterse uzatıyorum, canım isterse kısaltıyorum” diyerek sakin ve telaşsız insanlarla sistemli yaşamaya düşkün olanlar arasında birkaç yüzyıl boyunca sürecek ve neticede saatlerin lehine sonuçlanacak olan bir çekişmeyi başlatmış oluyordu. Bugün bu zafer sallantıdadır.

      1481 yılında Lyon’da bir grup vatandaş, daha düzenli ve daha mutlu olacakları fikrinden ötürü şehre bir meydan saati inşa edilmesini talep eden bir dilekçe vermişler. Şehrin tüccar ve sanayicileri zamanın hesabını tutma fikrini destekleyen arasında en baştaymış. 1527’de Strasburg’da bir saat kulesi yapılmış olduğu halde dakiklik sözcüğünün kullanılması 1770 leri bulmuş. Zamanı planladığı biçimde kullanmanın bir fazilet olduğuna, fabrika işçilerini inandırmak için olağanüstü çabalar harcanmış. İskoçyalı bir sanayici, işçilerin istedikleri saatte yatağa girip istediği saatte çıkamayacaklarını ve canlarının istediği zaman tatil yapamayacaklarını bir türlü anlayamayışından yakınıyordu. Buna karşılık düzenli yaşamak zaman yönetimi açısından doyurucu bir çözüm olmadı. Sonsuza kadar genç kalma hırsıyla zamana meydan okumak zaferle sonuçlanmadı. Zaman öldürmek de özlenen zaferi getirmedi, çünkü can sıkıntısından yakınan insanların sayısı bugün hiç olmadığı kadar artmıştır.

       Fransızların zamanlarını nasıl kullandıklarını yıllarca incelemiş olan W. Grossin, üçte ikisinin zaman ile gergin bir ilişki içinde olduğunu ve yüksek eğitimlilerle zenginlerin bu bakımdan en dertli grupları oluşturduğunu keşfetmiştir. Önlerindeki seçenekler ne kadar artar ve yapmak istedikleri şeyler ne kadar çoğalırsa, her birine verebildikleri zaman ölçüde azalmış. Sonuç olarak boş zaman değerlendirme işi örgütlü bir piyasaya dönüşmüş. Grossin’e göre bu piyasa baştan çıkartıcı öyle çok fırsatla doludur ki insanlara sunduğu şeyin özgürlük olduğu kuşkuludur. Mümkün olduğunca yoğun bir yaşam sürme arzusu insanları su piresinin açmazlığıyla karşı karşıya bırakmıştır. Günümüzde teknoloji insanlar için bir nabız hızlanması olmuştur. İnsanları hayatın gereğinden hızlı aktığı duygusuna sürüklemesi teknolojiden beklenen şey değildi.  Oysa teknolojinin, hayatı kolaylaştıracağı düşünülmüştü.

       Zaman yaşanılan şeydir. O halde yaşamaktan mutlu olmamız gerekmez mi? Mesela anne karnında ölen bir bebek zamanı hiç tanımadı. Çok güzel bir yemek yiyorsunuz. Bu güzel yemeği tatmış olmaktan dolayı mutlu olmak yerine bitirmiş olmaktan dolayı üzüntü duyuyorsunuz. Zaman bizim dışımızda akıp giden bir şey ise ona zaten müdahale edemeyiz. Bunu kabul ettiğimizde zaman karşısında neden güçsüz olalım? Zamanın hızla akıp geçtiğini, bizden bir şeyler alıp götürdüğünü düşünürüz. Oysa tam tersi; zaman bize bir şeyler vermektedir. Dünyaya geldiğimizde elimizde bizim için ayrılmış bir zaman paketi yok aslında. Uyandığımız her gün bize verilmiş bir yaşamdır. Biz ne yapıyoruz? Onu kendimize bağlamaya çalışıyor, onu durdurmaya çalışıyoruz. Don Kişot’un yel değirmenleri ile savaşı gibi bir haldeyiz. Zamana karşı savaş açmışız; ancak kazanamıyoruz. 70 yılını aşmış biri için zaman geçmiş değildir, o insan 70 yıl kazanmıştır.

        Zamana karşı neden böyle bir tutum içindeyiz? Ne istiyoruz zamandan? Derdimiz zaman değil. Derdimiz doymak bilmeyen hırslarımız, maddi hazları gereğinden fazla önemsiyor olmamız. Oysa stoa filozoflarının önerdiği gibi doğanın gidişatına uyum sağlayarak daha sade, daha yalın bir hayat sürdürebiliriz ya da Hintli köylülerin yaptığı gibi ihtiyaçlarımızı ve beklentilerimizi azaltarak kendimizi germeden yaşayabiliriz. Birçoğumuzun evinde birden fazla TV, telefon ve benzeri teknolojik eşya ya da giymediğimiz giysiler bulunmaktadır. Bunları elde etmek için ailelerimiz daha fazla zaman harcayarak çalışmak zorunda kalmıştır. Hayatımıza bir sürü aktivite de sıkıştırmak zorunda değiliz. Bir öğrenci velisi şöyle anlatıyor: “Bugün kendime hiç zaman ayıramadım. Sabahtan çocuğu piyano kursuna götürdüm, oradan yüzmeye geçtik, öğleden sonra dershaneye götürdüm, oradan alışverişe geçtim, dönüşte çocuğu dershaneden alıp eve geldik. Bir baktım akşam oldu."

        Zamanı daha fazla, daha fazla yaşamak istiyoruz. Zamandan yaşam alıyoruz, yaşamdan zaman gitmiyor. Zaman geçmesin istiyoruz. Örneğin hem genç kalmak istiyoruz, hem gelecekle ilgili hayaller kuruyoruz. Nasıl mümkün olacak? Yarına uzanmak için bugünü yaşamak gerekiyor, bugünde kalabilmekse ancak ölümle mümkün. Bugünü tüketmeden yarını nasıl kazanabiliriz? Uyandığımız her gün bir ikramiye ise zaman karşısında güçlü olabilmek kazandığımız ikramiyeyi nasıl kullandığımıza bağlı. Sören Kierkagard’ın ifadesiyle “En çok yaşamış olan, uzun yıllar yaşamış olan değil, yaşamın anlamını en fazla kavramış insandır.”

Güzel günler dileğiyle...

 
Toplam blog
: 6
: 130
Kayıt tarihi
: 25.09.20
 
 

Kültür- sanat, hukuk, siyaset, tarih, psikoloji, turizm, spor, Türk halk müziği ..