Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '14

 
Kategori
Felsefe
 

İnsanın kendisini yaşaması

İnsanın kendisini yaşaması
 

permakultur_mustafa_fatih_3b.jpg


Nasıl bir hayat yaşıyoruz? Yaşadığımız hayatta kendimize ne kadar yer var; hayallerimiz bu hayatın neresinde? Bu soruların yanıtını biliyor muyuz? Kolay değil, bunları yanıtlamak. “İki kapılı bir handa, yetişmek için menzile, gidiyorum gündüz gece” mi, yoksa “Yolda kalan da bir, yüyüyen de bir. Harcanıp gidiyor ömür dediğin” mi diyoruz? Hiç fark etmez! Hayat denilen süreç, bir şekilde mutlaka sonlanıyor. Her ne kadar sonu olsa da yaşadığımız hayata damga vurmayı bilmeliyiz. Bir başka deyişle hayatımızın altında imzamız olmalı. Hayata damga vurmak demek, o hayatın her bir anına, her bir soluğuna bitmeyen hayaller kondurmak demektir. Altında imzamız bulunan hayat için yapmamız gereken çok şeyler var. Fakat öyle bir şey var ki, onu halletmeden diğerlerinin hiçbir anlamı kalmıyor. Her şeyin ama her şeyin bir hayalle başladığını unutmadan, hayallerimizin menziline yetişmek için gece gündüz hiç durmaksızın yürümek gerekiyor. Biz durmazsak, hayallerimiz bitmez, durmaz. Hayallerin durmaması, bitimsiz olması, zaman denilen sonsuzlukta, hayat denilen sonluluğun sonsuzluğa akıp gitmesi demektir.

Merak ediyorum. Artık iyiden iyiye kalabalıklaşan, eskiden “hey gidi koca dünya,hey” denilen, şimdilerdeyse “şu küçücük dünya” diye nitelenen bu gezegende insanoğlu kendisini yaşıyabiliyor mu? “Herkes kendi hayatını yaşar, bunda bilinmeyecek ne var?” diyebilirsiniz. Kimse sizi yadırgamaz; aksine böyle tuhaf bir soru sorduğum için yadırganan ben olurum. Varsın, olsun. Ben sorumun arkasındayım. Her taraftan kuşatılmışken, bin türlü dayatmaya maruz kalmışken, seçme hakkı adına birbirinin kopyası koşullar, birbirininden hiç farkı olmayan durumlar burnumuzun dibine kadar sokulmuşken; öyle kolay bir iş değildir, insanın kendisini yaşaması. Her şeyin hızla ve acımasızca tüketildiği, tüketilenin yerine yenisinin konulmadığı bu acayip döngüde, sağa sola savrulan insanoğlunun başı fırıl fırıl dönmekte. İnsanoğlunun sadece başı dönse iyi, asıl sorun insanın gözünün dönmüş olmasında.

Sahip olma arzusu, insanları hızla kendileri olmaktan uzaklaştırıyor. Üstelik arzu edilenlerin birçoğu, ya asla elde edilemeyecek, ya da sahip olunduğu andan itibaren hiçbir anlamı kalmayan, bir sürü gereksiz şeydir. İnsan, çevresinde var olan her şeyi kendi nüfuzu altına almak istiyor ve ardından “benim” demeye başlıyor. Benim evim, benim arabam, benim yatım, benim param, benim eşyalarım.... Bir yığın gereksiz şey için “benim” demeye başlayan insanoğlunun gözlerine, adına hırs denilen kapkara bir perde iniyor. Herhangi bir şeye sahip olmak ne demektir. Sahip olduklarımız, ya da sahip olduğumuzu sandıklarımızın ne kadarı bizimdir? “Benim” deme hakkımız nerede başlar, nerede biter? Ben, herhangi bir şeye benim diyebilmek için onun varoluşunda, var olmamız gerektiğine inanıyorum. Benim dediğimiz ev, aslında hiçbir zaman bizim evimiz olmamıştır. Sormak gerekiyor: Evin yerleştirildiği arsanın varoluşunda biz var mıyız? O evi inşa eden mühendisin, mimarın, iç mimarın düşüncelerinde, zevklerinde, algılarında biz var mıyız? Yokuz. O halde nasıl oluyor da o ev, bizim evimiz oluyor? Biz sadece o evi satın alıyoruz ve o evin içinde yaşıyoruz. Fakat, yaşadığımız hayatı biz değil, başkaları planlıyor, başkaları tasarlıyor. Bizim nerede yatacağımıza, nerede yemek yiyeceğimize, nerede oturup kalkacağımıza, nerede, ne şekilde yıkanacağımıza başkalarının karar verdiği bir yaşama, nasıl oluyor da kendi hayatımız diyebiliyoruz? Hangi eşyayı kullanacağız, hangi giysiyi giyeceğiz? Bizim adımıza çok önceden karar verilmiştir; bize düşen sadece marka ve renk seçimidir. Üstelik tüm bunları bir kerede yapıp bitirmezler. Belli bir süre geçtikten sonra, fazla değil beş ya da on yıl sonra bize yeni dayatmalarda bulunurlar ve ne yazık ki, biz, bu dayatmaların farkında bile olamıyız. Kulaklarımıza sesler fısıldanır: “Oturduğunuz ev, sizin ihtiyaçlarınızı karşılamıyor, değiştirmeniz gerekiyor.” Bir de bakmışız ki, yıllar yılı hayatın neredeyse her anına gözümüzü kapatarak, çalışıp didinip satın aldığımız o ev yok olmuş. Hani nerde benim dediğimiz ev? Neden elimizden çıkıp gitti? Çünkü, o ev, hiçbir zaman bize ait olmamıştı. Yani demem o ki, başkaları bize sürdürülebilir bir hayatı değil; eskitilen, yenilenemeyen bir hayatı reva görüyor. Benim dediklerimiz içinde biz yoksak, onların hiçbirisi aslında bizim değildir.

Peki, ama bir insanın “benim” diyebileceği hiç mi bir şey olmaz? Olmaz olur mu, elbette  olur. Duygularımız, düşüncelerimiz, çelişkilerimiz, tutarlılıklarımız; bildiklerimiz ya da bilmediklerimiz, anılarımız işte onların hepsi ama hepsi bizimdir. Rahatlıkla, göğsümüzü gere gere benim duygularım, benim düşüncelerim veya benim düşüncem diyebiliriz. Benim bile dememize gerek kalmadan anılarım, bilgilerim, deneyimlerim diyebiliriz. Çünkü onlar bizim varlığımızdan bağımsız değillerdir; varoluş nedenimizdir. Oysa bunların dışındaki her şey varoluşumuzdan bağımsız olarak vardır. Yazdığım bu yazı “benim” yazımdır. Çünkü yazdıklarımın içerisinde ben varım. Bu yazıyı yazdığım bilgisayar ve bilgisayarda yer alan yazı yazma programı benim değildir. Onların varolmasında benim varoluşumun hiçbir katkısı yoktur.

“İki kapılı handa” gerçekleşen yürüyüş, insanın kendisine doğru olmalıdır. Bu yürüyüş insanın kendi gerçeğine, yani benliğine yaptığı yolculuktur. İnsan, ürettiği kadar kendisi olur. Ürettikleri, onun varoluşudur. Kendisini yaşayan insan, kendisini aşabilmiş insandır.Gündelik yaşamın sıradanlıklarından sıyrılmak, standartların dışına çıkmış olmak bir insanın yaşantısındaki en büyük başarıdır. Başarı yerine devrim desek, hiç de abartmış olmayız. İnsanlar, yaşantılarındaki fırsatları anlatmak için “dönüm noktası”ndan söz ederler; ama yaşamlarındaki devrimlerinden söz edemezler. Bir kentin depdebeli yaşantısını gözünü kırpmadan terk etmek, Ege’de “ölmez ağaçlar”ın hasadını yapmak, ya da pırıl pırıl bir kariyeri, bol sıfırlı maaşı elinin tersiyle itip yazarlık serüvenine atılmaktır, kişisel devrim. Kafasına koyduğunu yapanlar, düşündüğünü denemekten korkmayanlar, kaybetmek endişesini yüreklerine oturtmayanlar kendisi olmayı başaranlardır. Hayata damgasını vuranlar, yaşadıkları hayatın altında imzası bulunanlar denemekten ve kaybetmekten korkmayanlardır.

Tuhaf tuhaf şiirler yazan, yazdığı şiirin “Garip şiir” olduğunu açık yüreklilikle dile getiren Orhan Veli, “Bir Garip Orhan Veli” olmaktan korksaydı, bugün biz ondan söz edemiyecektik. “Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kıfayetsiz olduğunu” bilemeyecektik. Şiiri, aruza da heceye de mahkum etmediği için Veli’nin oğlu Orhan Veli olmaktan çıkmış, Garip Orhan Veli olmuştur. Şiire kendi damgasını vurmuş, Orhan Veli imzasıyla yayınlanan şiirleri kısa süren bir hayata kocaman bir imza atmaya yetmiştir.

İnsanın kendisini yaşayabilmesi için vazgeçmeyi öğrenmesi gerekiyor. Vazgeçmek kolay değil diyorsak, ufak ufak vazgeçme denemeleri yaparak işe başlayabiliriz. Vazgeçtikçe göreceğiz, yıllardır tutkuyla bağlı olduğumuz şeylerin ne kadar anlamsız, ne kadar boş olduklarını. Yeter ki sevmekten, öğrenmekten, bilmekten, üretmekten vazgeçmiyelim.

Rus şair Yesenin, “Ölmek yeni bir şey değil dünyada,/ Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz” diyor. İnsanın varoluşu da çok yeni değil.

 

 

  

 
Toplam blog
: 22
: 501
Kayıt tarihi
: 26.01.08
 
 

Ben,"bir şey biliyorum, hiçbir şey bilmediğimi."Ben, bilimin en büyük yol gösterici olduğuna inan..