- Kategori
- Sinema
İnsanların ruhu kokularıdır
Filmin afişi
Koku’nun kitabını okuduğum zaman beni gerçekten çok etkilemişti ama itiraf etmeliyim ki filmin yapılacağı haberleri çıkınca hiç bir heyecan hissetmedim. Kitap uyarlaması filmler,
Neden böyle bir tepki yarattığımı hala anlamış olamamakla birlikte, Koku’yu geçen sene vizyona girdiğinde ya da daha sonra izlememek için çok direndim. Ancak sinema tuıtkum inatçılığımı yendi ve sonunda geçen hafta filmi izlemeyi başardım. Grenoulle’yi yani filmimizin baş karakterini canlandıran Ben Whishaw’ın mimik zenginliği ve rolünü sadece hareketleri ile değil gözlerindeki duyguları ile de sergilemesi insanda garip bir gerçeklik hissi uyandırıyor. Öyle ki onun kokladığı nesnelerin kokusu sanki sizin yanı başınızda gibi. Bu genç oyuncunun yeteneğinin yanısıra yönetmenin çekimlerdeki başarısına da bağlı elbette. Hatta filmin ilk sahnesindeki pazarın çirkin ve dayanılmaz kokusu biraz zorlasanız burnunuzda. Film 18.yüzyıl Fransa’sında geçiyor ve o zamanlar Avrupa’nın halini görmek, insanların güzel kokulara ne kadar da ihtiyacı olduğunu gözler önüne seriyor. Fakir, umutsuz, sadece hayatta kalmaya çalışan bir halk. Amaç sadece o günü bitirebilmek, o kadar ki ne etrafları ne de kendileri umurlarında bile değil. Pislik ve koku tüm sokakları sarmış. Zenginler bu kokuların üstesinden gelebilmek için parfümlere servet harcıyorlar. Herhalde parfümcülük en gözde ve önemli mesleklerden birisi.
Film şehrin balık pazarında başlıyor ki, bu Pazar yılın her dönemi insanın iğrenmesine neden olacak bir yer olmasına karşın olayın başladığı gün yazın dayanılmaz sıcağı ve pislikle yoğrulan insanların umutsuzluğu sizi üzmekten çok tiksindiriyor. Hamile kadın bilmem kaçıncı bebeğini, kendi kendine, satış yaptığı tezgahın arkasında o pisliğin üzerine doğuruyor. Daha önce ölmüş olan bebeklerinden olsa gerek ya da sadece hayattan bir beklentisi olmadığı gibi merhamet duygusundan da eksik olduğundan yeni doğan bebeği öylece tezgahın altında, çamura atıveriyor. Ama yaşamak isteyen bu özel bebek hayatta olduğunu belli etmek için avazı çıktığı kadar ağlamaya başlıyor. Onun bu haykırışları Grenoulle’nin hayata geldiğini müjdelerken, annesini bebeğini öldürmeye çalıştığı için ipe götürüyor. O an için bilinmeyen gerçek ise, bu bebeğin çok ama çok özel bir yeteneğe sahip olduğu.
Yetimhanede büyüyen ve altı yaşına gelmesine rağman hala konuşamayan Grenoulle bunun yanısıra muhteşem bir koku
İşte filmin en can alıcı noktası burası. Grenoulle’nin kendine ait bir kokusunun olmaması. Bunu anladığı zamanki dehşeti gözlerinde görmek mümkün filmde. Düşününce bu korkunç birşey, herşeyin kokusunu alabilen, onları birbirinden ayırt edebilen, tüm hayatı burnunun ucundaki iyi ve kötü, güzel ve çirkin kokular olan bir adamın bu büyük hayal kırıklığı. Ama o, kendince bir çare geliştirir, gerekli olan tek şeyse insan kokusunu depolayabilecek bir yöntemi öğrenebilmesidir. Bunun için de ustası biçilmiş kaftandır. Tabi bu kokuları depolama takıntısı onu farkına varmadan seri katile dönüştürecektir.
Patrick Süskid’in edebiyat dünyasında yeri oldukça büyük olan eseri “Koku”nun sinemaya uyarlanmış filminin ana özeti bu. Şimdi elbette itirtaf etmek gereken birşey var. Her ne kadar şimdiye kadar izlediğim uyarlamalar içinde başarılı bulsam ve genç adamın acısını, umutsuzluğunun verdiği psikolojik kaderini anlayabilsem de sonuçta bu bir film ve kitabının etkisi ile çok daha farklı tadlar bıraktı bende. Özellikle bazı sahnelerde bazı öğelerin zoomlanması, o sırada katilin yüzündeki ifadenin vahşilikten, acımasızlıktan çok uzak olduğunun, tam aksine çaresizliğin verdiği bir acı ve bu çaresizliğe son verecek bir umuda olan özlemin vurgulanmasına o kadar yardımcı oluyor ki, insan bir an bir seri katile acıyabiliyor.
Ve kokusuna vurulduğu, beyninden görüntüsünü hiç silemediği ve uğrunda ağladığı tek kadını yanlışlıkla öldürdüğü yere gitti.
Parfümü üzerine boşalttı. Ve kendini yokoluşa bıraktı.