Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ağustos '11

 
Kategori
Anılar
 

İnsanlık nereye gidiyor

İnsanlık nereye gidiyor
 

Aydın'da(1898) bir sokak. Renklendirilmiş.


O ana tam bir dakika kala, tam merdivenlerden inip caddeye ayak bastığı an, bulunduğum tarafa baktı. Ben de onun yüzüne baktım ve her şeyi anladım. Kısa ve öz. Durum bundan ibaret. Bunu anlatmanın başka yolu yok. Yüzüne bakmak anlamak için yeterli. Sizinde başınıza gelebilir. Önceden tedbir alıp, her şeyi önceden anlamanız gerekir. Anlayabilirsen anlarsın. Anlayamazsan yalanlarla yaşayıp gidersin. 

Birçok insan öyle yapmadı mı? 

Karşı koyamadığı, anlayamadığı yalanlarla yaşayıp gitmedi mi? 

O kötü yürekli kasırgaya, kurnaz bir fırtınanın peşinde sürüklenip yenik düşmemek için kurbanlık koyun gibi boynunu o ana tam bir dakika kala uzatmamak gerektiğini öğrenmelisin. 

Öğrenmeliyiz. Öğrenmeliler. Bunun başka yolu yok. 

Başka yolu yok çünkü yaşadığımız ortamda eskisi gibi güvenebileceğimiz, sorunlarımızı, sevinçlerimizi paylaşabileceğimiz insanları bulmak zor. Herkes kendi derdinde. Günü kurtarmanın telaşında. 

Artık çok eskilerde kalmış, bir daha geri gelmeyecek çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlıyorum. O yıllarda yabancı bir yere giderken çevreyi büyük bir dikkatle izlerdim. Gördüğüm her yeni ve değişik şey dikkatimi çekerdi. İnsanların koşuşturmalarını izlemek bana büyük keyif verirdi. O yıllarda birbirlerine yardım edenler çoğunlukta idi. 

Meraklı bakışlarımla bana ilginç gelen birçok şeye şahit olurdum. En çok sevdiğim ise bir arabanın içinde cam kenarında dışarıyı seyretmekti. Yol çizgilerinin hızla akıp gitmesini ilgi ile izlerdim. Yol ilerledikçe yeni köyler, kasabalar, evler, etrafı çitlerle çevrilmiş bahçeler, tarlalarda çalışan ırgatlar beni karşılardı. 

Tek katlı, genelde düz damlı kerpiç binalar ya da taştan yapılmış üzeri kalın bir toprak örtüsü ile kaplı derme çatma gösterişsiz evler arasında betondan yapılma, pencerelerinin yarısından çoğu bozuk, sıvaları dökülmüş devlet binalarını görmek şaşırtıcı değildi. Bakkal dükkânlarının önünde ise sıra sıra dizilmiş çivi, kuru üzüm, sabun, boy boy kavanoz, akide şekerleri dolu kutular, bisküviler dikkatimi çekerdi. 

Öğretmenliğimin ilk yıllarında Ankara’dan Kars’a giden otobüslerle uzun saatler boyunca yolculuk ettim. Hem de yıllarca. O yolculukların her biri bir diğerinden ilginç gözlemler yapmama neden olurdu. Tıka basa dolu otobüsün içi sigara dumanı ile kaplanırdı. Sigaranın biri söndürülüp diğeri yakılırdı. O yıllarda yolcu otobüslerinde şimdiki gibi sigara yasağı yoktu. Sigara dumanları helezonlar çizerek yükselirken koyu sohbetlere dalan yolcuların birbirleri ile konuşurken yaptıkları mimik hareketlerini izlemek onların kişilikleri hakkında bir fikir edinmemize neden olurdu. 

Giyimlerinden, konuşmalarından ve hareketlerinden hangisinin işçi, hangisinin memur, hangisinin köylü olduğunu anlamak kolaydı. Hepsi de otobüsün içinde yıllarca tanışıyormuşçasına samimi sohbetlere dalarlardı. 

Hep düşünmüşümdür. Bu insanlar birbirini belki de sadece bu yolculuk sırasında tanıyorlar ve yolculuk bittiğinde yolları ayrılacak. Buna rağmen bu kadar koyu bir sohbete dalmalarını anlayamaz sessizce izlerdim. 

Uzun süren yolculuklar sırasında önceleri düşündüğüm bu yaklaşımın nedenini kendi kendime çözdüm en sonunda. Aynı coğrafyanın insanları idiler. Sorunları aynı idi. Yaşam biçimleri aynı idi. Tek ortak olmayan yönleri köy ya da kasabalarının değişik olması idi. Onları birbirine yaklaştıran şeyin ortak yaşam anlayışı olduğu düşüncesini edindim. Sonuç ta bu insanlar aynı coğrafyanın benzer koşullarında yaşıyorlardı. 

Erzurum, Kars, Ağrı gibi illerde görev yapan devlet memurları bugünün şartlarına göre daha ağır şartlarda çalışıyorlardı. Çoğu kasaba ya da köyde görev yapan devlet memurlarının kalacakları bir ev bulmaları çok zordu. Bu konuda özellikle öğretmenler büyük sıkıntı içinde idiler. Her köyde okul vardı. Lojman yapılmıştı. Ama ya yetersizdi ya da dardı. Çoğu köyde o da yoktu. Öğretmenlerin içinde bulundukları zor koşullar yürek burkardı. Şehir merkezlerinde veya ilçe merkezlerinde çalışanlar diğerlerine göre daha şanslı sayılırdı. En azından ev sorunu daha bir kolay çözülürdü. 

Bir yandan kalacak yer sorunu diğer yandan yiyecekleri ekmekleri temin etme sorunu en büyük problemdi. 

Şimdi çıkıp bunları nereden biliyorsun diyeceksiniz. Demek hakkına sahipsiniz. Yok, bu kadarı da olmaz şeklinde görüşte belirteceksiniz. Şu kadarını söyleyeyim ki anlattığım bu zor koşullarda tam altı yıl görev yaptım. Zorlu coğrafyada geçen zorlu bir altı yıl. O nedenle yazdıklarım abartı değil gerçeğin ta kendisidir. 

Öğretmen arkadaşım Meriç ile birlikte ilk görev yerimizde kalacak ev olmaması nedeni ile birkaç gün kalmak zorunda olduğumuz ahırdan bozma yerde geçen günlerim aradan geçen bunca yıla rağmen aklımdan çıkmaz. Garibim öğretmenler. Ranzayı düzgün durması için az mı yer değiştirdik o ahırdan bozma yerde. Hayvanların altlarının alınması nedeni ile çukurlaşmış tabanda düzgün bir yer olmaması nedeni ile ranzanın bir ya da iki ayağına taş koyduğumuz günleri hatırlamak acı veriyor. 

Hangi zorluklarla boğuştuğumuzu anlatmak mümkün değil. Anlayabilmek için o koşulları yaşamak lazım. Zor koşullara rağmen görevimizi aksatmadan yaptık. Yaşadığımız zorlukları kimseye bildirmeden hem de. Kimseye söz söylemeden, serzenişte bulunmadan. 

Sonuçta o yıllarda çekilen sıkıntılarda olsa insanların birbirlerine yaklaşımları, yardımlaşmaları insani duyguları ön plana çıkarırdı. Ya şimdilerde öylemidir. 

Apartmandan burnundan soluyarak iner. Tam bir kabadayı edasındadır. Dokunsan adam bağırıp çağıracak. 

O ana tam bir dakika kala, tam merdivenlerden inip caddeye ayak bastığı an, bulunduğum tarafa baktı. Ben de onun yüzüne baktım ve her şeyi anladım. Kısa ve öz. Durum bundan ibaret. Bunu anlatmanın başka yolu yok. Yüzüne bakmak anlamak için yeterli. Sizinde başınıza gelebilir. Önceden tedbir alıp, her şeyi önceden anlamanız gerekir. Anlayabilirsen anlarsın. Anlayamazsan yalanlarla yaşayıp gidersin. 

Kısa ve öz. Durum bu dur tam da şimdilerde. 

Merdivenlerden inip caddeye ayak bastığı an. Hiç konuşmadan, selam vermeden, başı yerde, bana bakmadan yürüyordu. Fakat caddeyi geçip sokağın başına çıkınca birdenbire durdu. Yavaşça başını çevirip geriye baktı. “Boğuluyorum” dercesine bir bakıştı bu. Onun bu durumunu gördükçe yüreğim sıkışıyor asıl ben boğulacakmış gibi oluyordum. 

Sonra yavaş adımlarla yanıma yaklaştı. “İşsizim” dedi. Ağlamaklı. “İşten çıkardılar. Ne yapacağım ben şimdi.” Evet ne yapacaktı şimdi bu adam. 

Eskiden olsa etraftaki insanlar zorda olana yardım ederlerdi. Ya şimdi? 

O nedenle yukarıda yazdığım gibi bir zamanlar zor koşullar olsa da insanlık vardı. Şimdi o zor koşullar azaldı belki ama. İnsanlık zora girdi. 

 
Toplam blog
: 40
: 792
Kayıt tarihi
: 16.02.09
 
 

1958 Gürün doğumluyum. Emekli öğretmenim. Ülkemin ve dünyanın gündemini oluşturan konularda yazılar ..