Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İran gezi notları

İran gezi notları
 

Giriş:

İran’a , Hindistan yolculuğu kapsamında uğrayıp tanımayı düşünüyordum.Ancak, bu şekilde çizilecek İran rotası, yeteri kadar yerleri kapsamayacak, ayrıca dev bir ülke olan Hindistan’a kısmen yorgun girmeme neden olacaktı. Bu nedenle yaklaşık altı ay önceki Hindistan yolculuğuna, uçakla gittiğim Nepal’den başlamış, programımdaki üçüncü ülke olan Sri Lanka’dan yine uçakla dönmüştüm.

Aradan geçen süre içerisinde, içimdeki virüs beni rahat bırakmamış, “haydi yola çık” diyerek, İran hakkında bilgi derlemeye başlamama neden olmuştu.Batı’dan pompalanan haber ve bilgilerin çoğunun, İran rejimine muhalif kaynaklara ait olduğunu tahmin etmeme rağmen, yine de bir yol arkadaşı ile gitme isteği duyuyordum.Eşim, henüz sekiz aylık torunumuzu bırakıp, benimle gelme isteği belirtmiyordu. Gezginlere hitap eden birkaç siteye, İran’a gideceğimi ve yol arkadaşı aradığımı yazdım. Ne yazık ki; gençlerimizin ne kadar sanal bir dünyada yaşadıklarını, bana gelen e-mail’lerden anladım. Önce büyük bir istekle cevap veriyor, ancak, netleşmiş programımı ve gitme kararlılığımı öğrenince ya diyaloğu kesiyor, yahut katılmama yönünde bir bahane buluyorlardı.

Anlaşılan İran’ı yalnız dolaşacaktım. Sırt çantamı doldurmaya başladım. İran’a yorgun girmemek için, uçakla Tahran’a gitmeye, gezi programımı uyguladıktan sonra Tebriz’e çıkarak, yaklaşık kırk saati süren bir otobüs yolculuğu ile İstanbul’a dönmeyi kararlaştırdım.

Onur Air’den Tahran uçak biletimi aldım( 95 $).İran’da beni bunaltacak olan nedenlerden biri mevsim nedeniyle, o coğrafyada hüküm süren aşırı sıcaklardı. Gezi anlayışımda, lüks ve konfor bulunmadığından, zaman zaman zorlanabileceğimi hissediyordum. İstanbul’da hüküm süren 40 derece civarında seyreden ve yaz boyu da süreceği belirtilen sıcaklar, İran’daki iklimi korkulur olmaktan çıkarmaya başlamıştı bile.

05.07.2007 (İSTANBUL –ANKARA – TAHRAN )

Tahran’a gidecek olan A320 tipi uçak, sabaha karşı 04.45’de hareket etti. Yeni doğmakta olan güneşin İstanbul üzerindeki danslarını, seyir halindeki gemileri , adaları seyretmek çok güzeldi. Derken, Ankara’nın çorak toprakları, biçilmiş buğday tarlaları ile sarı halıya benzeyen toprakları serilmeye başladı uçağın penceresinden. Esenboğa havaalanında yolcular indi , bindi ve 06.30’da Tahran’a doğru , 130 dakikalık uçuş için tekrar havalandık. 08.45 ‘de Tahran İmam Humeyni Havaalanı’nda idik. Uçakta, Türkiye’ye bavul ticareti yapmak için gelip gittikleri belli olan çok sayıda İranlı vardı. Genç kızlar, son dakikalarda dekolte giysileri içinde bulunmanın keyfini yaşıyorlar, az sonra bürünecekleri “ hicap “ giyime hazırlıyorlardı kendilerini. Fazla beklemeden ve ilk defa “immigration” formu doldurmadan giriş yapıyorum.

Sırt çantamı yüklenip, Bank Mellat (Millet Bankası olmalı) ofisinden 100 $ bozduruyor karşılığında 848200 İran Riyali alıyorum.Biliyorum , her havaalanında olduğu gibi, burada da, çok pahalı bozdular doları. Ama, ilk girişte her zaman bile bile bunu kabullenmek zorunda kalıyoruz . Havaalanından dışarı çıkınca, taksiciler sarıyor etrafımı. Tahran yeni hizmete açılan İmam Humeyni Havaalanına 50 km. mesafede. Taksiler yaklaşık 10 $ istiyorlar bu mesafe için. Türkiye ölçülerinde çok değil, ancak İran’da ulaşımın çok ucuz olduğunu biliyorum.İleride bir otobüsün önünde bekleyen gruba yöneldim. Ailesi ile İstanbul’dan dönen bir Azeri ile laflamaya başladık. Otobüs havaalanına aitmiş ve Tahran’a Vanak Meydanına gidiyormuş. Adamcağız, meydanda inince, ailesini çanta ve valiz yığınlarının arasında bırakarak, beni otellerin yoğun bulunduğu Humeyni Meydanı’na götürecek, dolmuşların bulunduğu köşeye kadar getirdi. 500 IR gibi gülünç sayılabilecek bir bedelle Humeyni Meydanına geldim.

İran’a gelen yabancıları bekleyen üç sorun hemen beni de kuşattı: Birincisi, sıcak hava. İkincisi, hemen hiçbir yerde İngilizce levha bulunmaması. Lonely Planet’ten gözüme kestirdiğim Fervardin Hotel, Humeyni Meydanının hemen yanındaki çıkmaz sokakta olmalı.Önünden üç kez geçmeme rağmen, Farsça tabelaları atlıyor, dolaşıp duruyorum.Neden sonra, kavuşabiliyorum otelime. Üçüncüsü; İran halkının , resmi para birimi olan Riyal yerine, günlük alışverişlerde tumen (Farsçada onda bir anlamına geliyormuş zaten) denilen, Riyalin bir sıfır atılmış halini kullanıyor olmaları. Tümen hesabını kafamda riyale çevirmek biraz çetrefilli gelse de, alışıyor ve istenen 10000 Tumen yani elimdeki 20000 lik kağıt paralardan 5 tane vererek, Fervardin otele kabul ediliyor ve sessiz, küçük mütevazi odama kavuşuyorum. Boğucu sıcaktan kısmen de olsa korunabilirim amacıyla keten pantolon gömlek ve sandaletlerimi kuşanıp, Humeyni Meydanı ile Ferdousi Meydanını bağlayan Ferdousi caddesi üzerindeki Türk Elçiliğinin gösterişli binasına giriyorum. Görevlilerle karpuz yerken, İran’da olası risk ve sorunlar hakkında bilgi alıp, kalmayı düşündüğüm 20-25 gün süre içerisinde oluşacak herhangi bir olumsuz duruma karşı, telefon numaramı da içeren bir form doldururken, kendi kendime de kızıyorum; Nepal, Sri Lanka gibi daha yoğun tehlike ve terörün bulunduğu ülkelerde aklıma gelmediği halde, İran’da bu tedbiri almam, Batı basınının İran hakkındaki maksatlı yayınlarının sonucu olsa gerek. Bu arada nedense, Türklere (Azerilere) güvenmememi söylüyorlar ayrılırken. Garipsiyorum

Bugün Perşembe. Öğleden sonra resmi tatil başlıyor, Cuma günü de resmi tatil ve her yer kapalı. Tahran’da cadde ve sokak isimlerini Farsçanın hemen altında İngilizce olarak da belirtmişler. Bu iyi.Ancak, hiçbir işyeri, lokanta, otel ismi İngilizce yazmıyor.Otobüs duraklarında sadece “bus” yazıyor İngilizce olarak.Kime soru sorsam, uzun ve musikili bir Farsça konuşmalara hedef oluyorum, sonra da abandone. Elimdeki rehber kitaptan, caddeleri, sokakları bir bir takip ediyorum. Ancak aradığım noktaları bulmam mümkün değil. Mesela, İran Fotoğrafçılar Merkezi , Talegani ve Hafız Caddelerinin birleştiği köşede.Ancak, kocaman Farsça levhalar hiç de yardımcı olacak gibi gözükmüyor. Umutla girdiğim yerin bir kütüphane olduğunu anlatmaya çalışıyor kapıdaki görevli, eliyle raftan kitap çekme işini beceri ile yaparak. Otelimin bulunduğu Humeyni Meydanına dönüyor, güneye inerek Bazar-ı Bozurg yani kapalı çarşı’ya ilerliyorum.Anladığım kadarı ile olması gereken kalabalık yok. Zira, hafta sonu tatili nedeniyle, pek çok dükkan kapalı. Ara sokaklardan otele dönmeye karar veriyorum. Bu arada yanıma, içinde üç sakallı genç bulunan bir otomobil yanaşıyor.Önce, “ taksi “ diyorlar , hayır deyince beceriksizce “ polis, pasaport “ gibi bir şeyler söylemeye başlıyorlar.Kaldırıma yanaşıyor, yürüdükçe yanımda geliyorlar.İran’ın özellikle büyük şehirlerinde kendilerini polis olarak tanıtan bazı kişilerin, turistleri ürküterek , pasaportlarına bakma bahanesiyle çantalarını alıp kaçtıklarını duymuştum.Türkiye Elçiliğindeki görevliler de, İran’da şu anda sivil polis olmadığını, talepte bulunanlara itibar etmememi söylemişlerdi.Yüzsüzlükleri devam edince; “ siz polis değilsiniz “ diye bağırıyorum, anında uzaklaşıyorlar. Yine de, ilk gün, hatta saatlerde bu şekilde rahatsız edilmem hoşuma gitmiyor.Saatlerce dolaşmış olmama rağmen, Tahran’da bir tane bile yabancı turist göremedim.Yaz mevsiminin aşırı sıcakları, bu aylarda gezmeyi keyiften çok eziyet haline getiriyor. Biliyorum, ancak, bu aya sığdırabildim, projelerim nedeni ile İran’ı dolaşabilmeyi. Ayrıca, havaalanında konuştuğum Azeriler, Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ın İsrail ve Amerika karşıtı sert söylemlerinden, nükleer enerji programı nedeniyle Amerika’nın müdahale olasılığından sonra yeni yeni gelişen turist sayısında, büyük azalma olduğunu söylemişlerdi.

Hava kararırken, bir şişe su (2000 IR) ve muz (5000 IR/kg) alarak , Tahran’ın yoğun trafik ve hava kirliliğinden odamın sessizliğine sığınıyorum.

06.07.2007 ( TAHRAN )

Akşam, uykusuzluk, yorgunluk ve sıcak yatağa öyle bir yapıştırmış ki, sabaha karşı bir kadının sesleri ile uyandım. Hayır, kadın benim odamda değildi, ama sabahın beşinde, öyle rahat ve sakınmadan konuşuyordu ki, uyku sersemi başucumda zannettim. Sırt çantamı boşaltınca, yaklaşık 3 m x 1.5 m büyüklüğündeki odam Çarşamba pazarına döndü. Eşimin poğaçaları ve hazırladığım çayla kahvaltı yapıp, dün pek de tatlı bir hoş geldin demeyen Tahran’ı keşif için program hazırlıyorum. İran’da müzeler, galeriler için çalışma saatleri çok farklı. Allahtan bugün Cuma. Tahran’da bütün müzeler açık. İlk hedefim, National Museum. Bazar-ı Bozurg’a doğru yürüyor, güzelim Bagh-ı Melli kapısının önünden geçerek, havuzun yanında kalabalık bir grubun rehberlerini dinlediği, müze kapısının karşısına geliyorum. Beni görünce, grubun dış halkalarından ayrılan birkaç genç yanıma geliyorlar ve müzede bana yardımcı olmak istediklerini söylüyorlar. Ancak, CNN spikerlerini aratmayacak kadar hızlı konuşuyorlar. Ayrıca, az önce, bir yabancı gibi rehberlerini dinlerken, bir anda bana rehberlik yapma istekleri garip geliyor. Müzeye 5000 IR ödeyerek giriyorum. Büyük bir salonda, MÖ 6. YY’ a tarihlenen Persepolis buluntuları, 3. veya 4. YY’a tarihlenen ve Zencan’da bulunan Salt Man olarak adlandırılan beyaz saç ve sakalları ile bir kafatası etkileyici idi. Yüksek bir kayaya işlenmiş Hammurabi Kanunları, Yine , Persopolis’in Apadana giriş kapısı frizleri, Lorestan’da bulunmuş MÖ 1000 yıllarına tarihlenen Lorestan Bronz objeleri müzeyi değerli kılmaya yetiyordu.İlerleyen saatlerde müzeye ilgi arttı. Çadorlu genç kızlar ilgiyle sokuldular Pers İmparatorluğunun 2500 yıllık uğultulu tarihinin tanıklarına.

Hemen yan taraftaki İslam Devri Müzesi’nin kapalı olduğunu öğreniyorum. Oysa, Moğol, Sasani paraları, Safevi eserlerini görmek ilginç olacaktı.

National Museum’dan çıkıp, Golestan Palace önüne geliyorum.Dün akşam buradan geçmiş, hatta bu girişi görmüş, ancak herhangi bir levha, işaret olmadığından , meşhur Golestan Palace olduğunu anlayamamıştım. Girişteki gişede, içerideki komplekste yer alan değişik müzeler için ayrı bilet alınıyor. 6 değişik müze için 14000 IR ödeyip giriyorum. Karşıma , beyaz örtülü büyük bir pano çıkıyor. Sanırım, Kerim Han Zand veya Nasser al-din Şah’ın devlet ricali veya yabancı misyonu kabul ettiği görkemli törenlerin yapıldığı yer burası olsa gerek. Güneş ışınlarının zararından korunmak için örtülmüş olmalı. Hemen önündeki eliptik havuzda iki beyaz kuğu, sıcaktan bunalmış, havuzun ortasında hareketsiz duruyorlar.

Ivan-ı Takht-e Marmar salonuna giriyorum. 1801 yılında Fath Ali Shah için 65 parça kaymak taşından yapılmış, gerçek anlamda bir taht. Duvarlardaki küçücük ayna mozaikler, Firdevsi’nin Şehname’sinden minyatürlerle çok hoş, narin bir salon.

Negar Khane yani Sanat Galerisine geçiyorum. 19.YY başlarındaki ressamların eserleri bulunuyor. Özellikle Qajar dönemi ressamlarından Kamal ol-Molk’un günlük hayatı anlatan resimlerini beğeniyorum.Daha sonra Mehdi isimli ressamın dinsel ritüelleri betimleyen tabloları, Mahmud es- Saba’nın daha modern-geometrik figürlerini seyrediyorum.

Sonraki müze, Haze Khane, yani havuzlu salon. Adını tam ortada bulunan küçük bir havuzdan alan bu kısımda; Avrupa aristokrasisinin, çağdaşı İran Şahlarına göndermiş oldukları tablolar, saat, piyano, mobilya gibi hediyeler yer alıyor. Özellikle 2.Abdülhamid’in çağdaşı Qajar Hanı Nasser ad-din ‘e gönderdiği bronz Osmanlı kadını büstü çok güzel, ama bir Osmanlı Sultanına, ülkesinin kadınını temsil eden bir büstü, İran hükümdarına göndermesini yakıştıramadım. Bu arada, deniz konulu resimlerini hep beğendiğim Rus ressam Ayvazovski’nin “ moonligt” ve “sunset” isimli tablolarını hayranlıkla seyrediyorum ve Ayvazovski’nin Ermeni asıllı olduğunu, ilk defa burada öğreniyorum.

Şimdi de, Pers-Batı mimari sentezinden oluşmuş, çok güzel minyatür ve ayna mozaiklerle süslü Şams-ol Emareh binasının önündeyim. Karşı köşede , İran’ın geleneksel soğutma sisteminin bir parçası olan badgirler ( rüzgar kuleleri ) yükseliyor.

Yandaki, muhteşem çinilerle kaplı binanın bodrum katına iniyorum. Tarihi fotoğraf galerisi burası. İçerideki yoğun rutubet kokusunu, tavandaki ince işlemeler ile 19. YY başlarında çekilmiş fotoğraflar kısa sürede unutturuyor. Özellikle Bibi Dağındaki sessizlik kulelerine, Zerdüşt inancı gereği , yırtıcı hayvanlara bırakılan ölülerin fotoğrafları derin bir biçimde kazınıyor hafızama. 1863 yılı Tahran’ının fotoğrafı ile günümüz 14 milyonluk Tahran’ının çelişkisi, Qajar saltanat yıllarında sarayda Nasruddin Şah’ın, yoksul kıyafetli, ama yine de, gülmeye çalışan soytarılarının fotoğrafları nedense acıtıyor içimi.

Son olarak Tâlar-e Almas yani Elmas Salonuna giriyorum. Kırmızı fresklerle süslü salonun hacmi bu kadar ağır dekorasyonu kaldıramamış gibi geldi bana.Debdebeli objeler, geniş salonlara yakışıyor anlaşılan !

Etnografik Müzeyi bir türlü bulamadım.Sonunda köşedeki ofisteki görevlilere sordum. Kapalı imiş.Bana, Golestan Palace’ı tanıtan küçük bir resimli broşür verdi, tam da gezim bitmişken.

Golestan Palace’dan çıkıyorum.Niyetim, bugün hızlı hareket edip, Derbent, hemen yanındaki Sa’d Abad Müze kompleksine ve Niyavaran Palace’e gitmek. Golestan Palace’ın yakınındaki otobüs duraklarına gidiyorum.Ortalığın sıcaktan kavrulduğu öğle saatlerinde, küçücük, saçtan yapılmış bilet gişelerinde kıpırdamadan oturan görevlilerden birine Tajrish Meydanına gitmek istediğimi söylüyorum.Dünden cebimde 200 IR’lik otobüs biletim var. 1 YTL= 7000 IR olduğu düşünülürse, yaklaşık 30 kuruşa geliyor Tahran’da şehir içi ulaşım. Yani İstanbul’daki belediye otobüslerinden 50 kat ucuz. Bu farkı, İran petrol ülkesi diyerek savunmalı mı, yoksa, KİT veya güncel söylemiyle BİT’lerin kamu teşekkülü olmaları, bu nedenle , hizmet verirken , kar gayesi gütmemeleri gereğini mi hatırlatmalı diye düşünürken, İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin, İstanbul hizmete doymuş gibi, komşu illere ve ilçelere ulaşım ağı kurmaları geliyor aklıma. İçimi sıkıntı basıyor, ülkemin çok bilinmeyenli denklemleri ile hiç olmazsa İran’da kafa yormamak için tek tük Türkçe bilen adamla sohbete dalıyorum. Adam bana az ilerdeki durakta “sallanmamı” yani beklememi söylüyor.Sıcaktan asfalt erimiş, ortalıkta kimseler yok.Ben sallanıp duruyorum, ancak gelen bir otobüs yok. İlerideki duraklara ilerleyip, simsiyah çadorları içinde, sıcaktan kendinden geçmiş genç bir kıza tekrar;Tajrish meydanına gidecek otobüsü sormaya çalışıyorum. Hemen önümüzdeki kalkmak üzere olan otobüsü işaret ediyor, telaşla orta kapıdan kadınlara ayrılan kısma girmişim, kapı önünde bir u dönüşü yaparak, sıcaktan yaka bağır açık , oflaya püfleye oturan erkeklerin selamlık kısmına geçiyorum.Gişedeki adamı dinlesem akşama kadar “sallanıp” duracaktım anlaşılan. Otobüs dün tanıştığım caddelerden geçerek, Elburz dağı eteklerine doğru ilerliyor. Tırmandıkça Tahran’ın çehresi değişiyor, güzelleşiyor. Daha albenili binalar, yeşil alanlar çoğalıyor.(Hakkını yememek lazım , Tahran’da gerçekten çok büyük ve çok sayıda yeşil alan ve havuzlu park var) Buraları görmesem Tahran; trafik, hava kirliliği ve telaşlı insanların kaotik şehri olarak kalacak hafızamda. Şöförün ikazı ile Tajrish meydanında iniyorum. Sıcak ve yorgunluktan İstanbul’dan ayrıldığımdan beri yemek yemedim. Ateşin başında beklemekten perişan olmuş kebapları görünce her seferinde açlığımı unutuyordum, dünden beri. Sonradan fark ettim ki, İran’da restoranlar çoğunlukla bodrum katlarda yer alıyor, haliyle de ilk bakışta görebilmek mümkün olmuyor.Rehber kitabım, Tajrish meydanında “Elmas Tajrish Restoran”ın fiyat ve kalite politikasını övüyordu. Arıyorum, soruyorum, meydanın çevresini birkaç kez tavaf etmeme rağmen bulamayınca; cep telefonu ile bir yerleri aramaya çalışan , uzun saçlı, blucin pantolonlu bir gence soruyorum. Bilmediğini ancak sorup öğrenebileceğini söylüyor ingilizce olarak. Epey bir mücadele sonrası, yine bodrumda temiz bir lokantaya giriyoruz. İsmi Süheyl olan öğrenciyi de davet ediyorum.Birlikte oturuyoruz. Tüm ısrarlarıma rağmen bir şey yemezken, bundan sonra pek uzak kalamayacağım Çello kebaba merhaba diyorum. Süheyl sempatik, hareketli bir genç.Kanımın ısındığını hissediyorum.Oğlumu hatırlatıyor bana, zaten aynı yaştalar. Sa’d Abat ve Derbent’e gitmek istediğimi, isterse beraber gezebileceğimi söyleyince kabul etti.80000 IR gibi, hayli yüksek olduğunu hissettiğim bir fatura ödüyorum restoran çıkışında. Lonely Planet, sanırım tanıttığı ülke bilgilerini, özellikle fiyatları güncelleştirmede ihmalkar davranıyor. Dünden beri geçerli fiyatları bulabilmek için, yaklaşık dörtle çarpıyorum kitaptaki rakamları. Süheyl’le önce Sa’d Abad Müzeler Kompleksine gitmeye karar veriyoruz. Tajrish meydanından Derbent’e giden dolmuş taksilere binip, Sa’d Abad girişinde iniyoruz. Dört müze için bilet alarak 30000 IR ödüyorum.

Sa’d Abad, Şahın yazlık sarayı olarak kullandığı, Derbend ve Samiran bölgeleri arasında yer alan tamamen orman içinde, kenarından rahatlatıcı bir derenin aktığı harika bir yerde.

Önce, el sanatları müzesine giriyoruz. İran sedef kakma, minyatür, oyma sanatları gibi sabır ve inceliğin doruklarındaki eserlerini seyrediyorum. Çoğu çağdaş sanatçılar tarafından üretilmiş.

Son Şah Rıza Pehlevi’nin Sarayı olan White Palace, (İslam Devrimi sonrası ismiyle Milletin Sarayı) girişinde, Şahbanu Farah Pehlevi’nin kullanmış olduğu saltanat faytonuna binip, bedel karşılığı fotoğraf çektiren İranlıları, merdivenlerin hemen yanında üzeri örtülü Mercedes ve Buick marka makam araçlarını , örtüleri hafif kaldırarak merakla izliyorum. İçeri girince saltanat ve debdebenin ağdalı dokusu sarıyor insanı.Dinlenme, yemek ve kabul salonları, yatak odası mobilyalarından çok, duvar ve tavan süslemeleri çarpıyor beni. Modern mimari ile inşa edilmiş Beyaz Saray girişinde, Rıza Pehlevi’nin devasa heykelinin, sadece çizmeleri bırakılmış, diğer kısmı kesilip alınmış, saltanat günlerine esprili bir gönderme olarak.

Sonra, Gren Palace (Shahvand Palace)’a giriyoruz. Beyaz Saraydaki ihtişam ve debdebe burada da benzer objelerle devam ediyor. Yine de, tarihin her döneminde refah içinde yaşamış, zengin bir ülke olan İran’da , Şah’ın Saraylarında hiç de fazla abartılı, isyan ettiren bir lüks görmedim.Belki de, Osmanlı İmparatorluğunun can çekiştiği dönemlerde, Düyun-u Umumiye’den alınan borç paralarla Dolmabahçe Sarayı gibi debdebe kokan saltanat unsurlarına yatkınlığımızdan olsa gerek, bir petrol zengininin sahip olabileceğinden fazla bir şaşaa göremedim ben.Sa’d Abad’ın geniş arazisinde müzeler arasındaki ulaşımı sağlayan ücretsiz minibüslerle çıkışa geliyor, tekrar Tajrish Meydanında inip Derbend’e giden bir pejo’ya biniyoruz. İran’da yasal taksi ve dolmuşların yanı sıra özel otolar da yolcu alıyor.Bindiğimiz pejo’yu kullanan genç, Derbend’e giderken masraflarını azaltma çabasında anlaşılan. Elburz Dağlarının eteklerinde, çok bozuk patikaları, sık sık kayma pahasına tırmanırken, Vietnam’ın kuzeyinde Hue kentinde, Perfum Pagoda’ya yine böyle daracık patikalardan tırmandığım günler geldi aklıma. Tahran’lıların özellikle tatil günleri çok rağbet ettiği yerler Derbend ve Darakeh. Sık sık , patikalar boyunca devam eden restoran ve çay bahçelerinin gölgesinde nefeslenerek çıkışı tamamlıyoruz.Genç arkadaşım Süheyl’in aklı Darakeh’te. İşte Derbend burası diyor, kayda değer bir şey bulamamışçasına. Gerçi; benim dinlenmek, nefeslenmek gibi bir kaygım yok. Süheyl’e “haydi Darakeh’e gidelim şimdi” diyorum.Şaşkınlığını, yorulmadın mı diyerek belli ediyor. Tekrar Tajrish Meydanı.Bu kez Darakeh’e giden minibüslere binip, tırmanmaya başlıyoruz yollarda.Yine, toprak patikalardan yürüyerek, yüksek volümlü pop müziklerin çalındığı bir kafe’ye giriyoruz. Süheyl’in ısrarla buraya gelmeyi isteme nedenini anlıyorum. Kızlı erkekli bütün arkadaşları burada. Nargile içiyor, sohbet ediyor, gülüşüyorlar.Tek tek hepsi “hoş geldiniz” diyor. Hatemi’nin reform arayışları kısmen meyvesini vermiş , gençlerin batı kültürüne , internete, cep telefonlarına olan yakınlığı giderek artmış. Saçları jöleli, kolyeli, blucin , tişort giyen gençlere , küçümser anlamda “Hatemi gençleri” diyor mollalar. Bu arada , özellikle büyük kentlerde siyah çador’un rengi ve kesimi yumuşamış, daha modern çizgilere kavuşmuş. Ancak, Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde yapılan reform çalışmalarını yasalaştırma çabaları, tutucu Müslümanların ve mollaların hakimiyetinde olan Meclis engeline takıldı çoğu kez. Entelektüeller tutuklandı, bir kısmı öldürüldü. Hatta Tahran Belediye Başkanı bile yerel seçimler sırasında tutuklanarak anti-reformist güçlerin etkileri hep keskin tutulmaya çalışıldı. Netice de, Hatemi görevi bırakmak zorunda kaldı.Ahmedinecat, özellikle İsrail ve Amerika’ya kafa tutan, agresif çıkışları ile İran halkının dünyadan izole olma kaygılarını giderek artırıyor.

Buralar, İran halkının ve gençliğinin en rahat gözlenebileceği yerler. Hava kararana kadar gençlerle sohbet ediyorum. Rejimle ilgili konulara pek girmemeye özen gösteriyorum , zaten tehlikeli soruları ustalıkla geçiştiriyor gençler.Bu arada kız arkadaşları ile nasıl flört ettiklerini, cinselliklerini nasıl yaşadıklarını soruyorum.Polisin göz yumduğu otellere gidiyoruz cevabını alıyorum.Acaba, bu topraklara gelmeden birkaç gün önce gazetelerde okuduğum, İran’da batı tarzı giyinen ve davranan gençlere tuvaletlerdeki ibriklerden su içirildiği yolundaki haberler ne derece doğru ? İran’da günlük yaşam ne derece mollaların baskısı altında. Sanırım İran’da geçireceğim günler çerisinde bunun yanıtlarını, canlı tanıklarından öğrenme imkanım olacak.

Akşamüzeri Süheyl, beni Tahran’ın en panoramik tepelerinden Pervaz’a götürmek istediğini söyledi. Bugün Cuma, yani hafta sonu tatili, bu nedenle Tahran halkı genetik olan piknik ve gezi özlemlerini sıcaktan da korunabilmek için yeşil alanlarda gideriyor.Bunu bildiğim için memnuniyetle kabul ettim. Tahran’ın iri ve siyah gözlü kızlarından ikisini de yanına alarak Pervaz’a geldik. Israrlarıma rağmen taksi parasını kendisi verdi, sanırım 25000 IR ödedi. Gerçekten, karanlıkta bir ışık denizi gibiydi Tahran. Mardin’den Mezopotamya’yı da aynı duygularla seyredip, duygulanmıştım yıllar önce. Tahran’lılar , Pervazın pek de fazla geniş olmayan çimenlik alanına kilim ve halılarını sermişler.Semaverlerini, nargilelerini hazırlamışlar, sessiz, saygılı serinliyorlar.Sık aralıklarla dikilmiş levhalarda, bu alana köpekle girilemeyeceği ikaz ediliyor. İstanbul’lu hayvanseverlerin , köpeklerinin pisliklerini yol ortalarında öbek öbek bırakarak köpeklerini gezdirmeleri geldi aklıma. Serin çimenlere uzanarak , etrafımı saran gençlerin soru yağmurunu yanıtlamaya çalıştım.Türkiye, özellikle İstanbul, İran gençleri için özgür, renkli bir hayat demekti anladığım kadarı ile. Saat 22’ye doğru kalkmam gerektiğini, otelin kapanabileceğini söyledim. Süheyl ısrarla beni Humeyni Meydanındaki otelime kadar götüreceğini söylüyor ve para ödetmiyor.Ajans taksi dedikleri bürodan aldığımız taksi ile Azadi Meydanına geldik.Buradan metroya binerek Humeyni Meydanına , derken Fervardin Otel’e varıyoruz. Kendisine daha önceki gezilerimde çektiğim fotoğrafları içeren bir CD ile İran’da çok sevilen İbrahim Tatlıses, Sibel Can, Ebru Gündeş gibi sanatçıların CD’sini verdim. Öpüşerek ayrıldık.Gerçekten efendi, özverili, çapkın, ama Doğu kültürünü inkar etmeyen bir genç.Yılbaşında İstanbul’a gelebileceğini söyledi.Memnun olurum dedim.Sayesinde kaos dolu Tahran’da , dopdolu bir gün geçirdiğim Süheyl’le vedalaştık.

Küçücük odamda, yoğun geçen Tahran gününü düşünerek banyo yaptım, notlarımı yazdım. Bugün , Farah Pehlevi’ye benzettiğim Guljin ve Faiza’ya hicap giymekten memnun olup olmadıklarını sorduğumda, simsiyah, iri gözleri ile tebessüm ederek “elbette memnunuz” demeleri takıldı kafama.Bu ifadeleri bir endişe neticesi miydi ? yoksa kıpır kıpır gençliklerine rağmen çador’u gerçekten benimsemişler miydi? Düşünürken uyumuşum.


07.07.2007 ( TAHRAN - KAŞHAN )


Erken uyandım. Çantamı hazır ettim.Bugün Kaşhan’a geçeceğim.Riyal almam lazım. Aşağı iniyorum, henüz her yer kapalı. Anlaşılan 08.00’de açılacaklar.Dün Ferdousi caddesi bomboştu Oysa bugün yine caddelerde karşıdan karşıya geçerken cambazlık yapmak zorundayım. Bank Melli’nin içerisinde insanlar görüyorum. Para bozduracağımı anlayınca, açılış saatini beklemeden ilgileniyorlar.100 $ karşılığı 929000 Riyali, 10000’lik banknotlarla vermeye kalkınca, bel çantama sığmayacaklarını hissediyorum.Biraraya gelip, en büyük banknot olan 20000 Riyalle hazırlıyorlar. Kaşhan’a gidecek otobüs, Güney Terminalinden ( Terminal-i Cenup) kalkıyor.Elimdeki kitap, Humeyni Meydanından dolmuş taksilerle gidileceğini yazıyor. Görünürde dolmuş göremeyince, meydanın sabah trafiği ile boğuşan polise soruyorum. Metro ile diyor.Hemen yan tarafta metro istasyonuna inip, duvardaki panodan kırmızı hattın Terminal-i Cenup’a gittiğini anlıyor ve gişeden bir bilet alıyor(750 IR) ve çantalarımı almak üzere otele dönüyorum. Suratsız otel görevlisinden pasaportumu alıp, sırt çantalarımı kuşanıp, metro istasyonuna yürüyor ve kalabalığın arasına dalıyorum. Gecikmeden metro geliyor.Vagon kapılarının üzerinde, tüm uğranacak istasyonları İngilizce yazmışlar. Beş istasyon sonra iniyorum. Hemen karşıdaki terminal binasına yürüyorum. Çığırtkanlar, otobüslerin başında gidecekleri yerleri bağırıp duruyorlar. Sırtımdaki çantalar, artan sıcak kanter içinde bıraktı beni. Kaşhan otobüsünü bulup, sırt çantamı bagaja bırakıyor, yerime oturuyorum. Yepyeni Volvo otobüs, kliması sayesinde 15 derece. Arkadaki gence Kaşhan fiyatını soruyorum.25000 IR.Saat 09.00’da hareket ediyoruz.Yaklaşık 320 km. yolumuz var.Humeyni’nin kutsal mezarı (.) ve kompleksini içeren bina solumuzda tüm heybetiyle uzanıyor.Bu arada bir istasyonda mazot almak için duruyoruz.Pompadaki fiyata bakıyorum.165 tumen, yani 1650 riyal. Yani bizim ödediğimiz fiyatın beştebiri, yaklaşık 235 kuruş.Artık Deşt-i Kevir’in yani; İran’ın iki büyük çölünden birinin tam ortasındayız. Dışarıda ısı 38 derece. Şiilerin kutsal şehri Qom’a girmeden otobandan, ipek yoluna paralel olarak, zamanın yıkıp erittiği kervansaraylar arasında Kaşhan’a ilerliyorum , yol kenarlarında çiğ tuğlaları dizip, balçıkla sıvayarak pişmeye hazırlayan, kanter içindeki işçileri izliyerek. Zaman zaman , Ege adalarında özellikle Santorini’de çok gördüğüm varil damlı evler, ambarlar çarpıyor gözüme. Aşırı sıcağa karşı izole bir mimari olsa gerek.Ağaçlarla çevrili bir yolda Kaşhan’a giriyoruz. Otobüs boşalınca ben de iniyorum.Sıcaklık 40 derece. Bekleyen taksi şöförlerinden birine, Gulistan misafirhanesine gideceğimi söylüyorum. 5000 IR’e anlaşıyoruz. Ancak burası kapalı. İkinci alternatif Misafirhane Goçaryan. Altı kebabi, yani kebapçı dükkanı olan, pis bir otel. Sıcakta yer aramaktansa burada kalmayı tercih ediyorum. Yanımda taşıdığım nevresim ve yastık kılıfımı kullandıktan sonra, fazla seçici olmanın gereği kalmıyor.Adamın istediği 100000 IR’i peşin ödüyorum.Sanırım, internette bir gezi yazısında okumuştum. Burası bir Ermeni’ye aitmiş.Yazı sahibinin Türk olduğunu öğrenince dik dik bakmaya başlamış.Belki beni de bu akşam kesecekler burada diye düşünüp gülümsüyorum.Çantaları bırakıp, otelin bulunduğu Abazar caddesi üzerinde, otelin de hemen yanındaki kapalı çarşıya giriyorum. Rehber kitaba göre yakınlarda iyi bir restoran olmalı. Uzayıp giden kapalı çarşının yan kapılarından birinden çıkıp, kumaş mağazalarından birine giriyor ve adresi soruyorum.Adamlar İngilizce bilmediği için, yandaki halı mağazasından genç birini çağırıyorlar. Temiz, terbiyeli, 25 yaşlarındaki gençle epey sohbet ediyor, sorularını cevaplamaya çalışıyorum. Acıktığım için sözü aradığım restorana getiriyorum. Hamid ismindeki genç, öğle yemeği için, beni evlerine davet ediyor.Bir ülkeyi tanımanın en iyi yolu halkın içine girmek. Kabul diyorum. Dükkanlarına geçiyoruz. Civar köylerde dokunan el dokuması halıları köylüler omuzlarında taşıyarak getirip bırakıyorlar, karşılığında da bedelini alarak ayrılıyorlar. Kısacası el dokuma halıları ile meşhur Kaşhan’ın katıksız el dokuma halılarının satıldığı bir mağazanın sahiplerinin misafiriyim. 13.30’dan 17.00’ye kadar, aşırı sıcak nedeniyle bütün işyerleri kapanıyor. Biz sohbete dalınca, çarşının kapanmayan tek mağazası burası kalmış. Akdeniz siestaları müadili dinlenme için kepenkleri indirip, eski ama bakımlı Peykan otomobilleri ile rüya gibi eski kerpiç ev ve hanların bulunduğu sokaklardan geçerek, Hamid’lerin evlerinin altındaki garaja giriyor ve içeriden merdivenlerle yukarı salonun serinliğine dalıyoruz.Artık bizde unutulmaya yüz tutan, yer döşeklerine yarı uzanıp, İran ve dünya ile ilişkilerine dair yorumlar yaparken, yer soframız, İran restoranlarındaki takoz gibi pilavlara hiç benzemeyen dereotu ile süslenmiş nefis bir pilav, barbunya fasulye, cacık, kavun ve karpuzla doluyor. İran mutfağını restoranlarda tanımaya çalışmanın pek gerçekçi olmayacağına dair okuduklarıma hak vermeye çalışıyorum. Yemekten sonra bilgisayarın bulunduğu odaya geçiyoruz. Onlara web sayfamı açıp fotoğraflarımı gösteriyorum.Böylece saat 18.00’e kadar serin mekanda bulunmanın, sohbet etmenin(Farsçası hasht behesht yani hoş-beş) keyfini yaşadıktan sonra, siesta bitiyor, babası Hamid ile beni Kaşhan’ın geleneksel evleri ve eski şehir duvarlarının bulunduğu bölgeye bırakıyor.

Önce Borujerdi veya Ameriha Evi denilen , restorasyonu 10 yıldır devam eden ve bittiğinde turistik hizmet verecek olan , 19. y.y’da aynı adı taşıyan aile tarafından inşa edilmiş, şahane bahçe ve havuzların bulunduğu alana giriyoruz. (3000 IR) Geleneksel motifler, ayna mozaikli salonlar ve sıcağı unutturan kerpiç duvarlı bodrum katların serinliği, dilimize de yerleşmiş olan “kâşâne gibi ev” tanımının kaynağı olduğunu her köşesi ve ayrıntısı ile hatırlatıyordu.

Daha sonra yine restorasyon çalışmaları devam eden, 1834 yılında Seyid Cafer Tabatabei isimli halı tüccarı tarafından yaptırılmış, cam ve ayna işlemelerinin şaşırtıcı işçiliğine, 40 oda, 200 kapıya sahip ve 4700 m2 lik bir alana yayılmış olan Tabatabei Evi(daha doğrusu sarayına) giriyoruz. Aile mensuplarının kaldığı Enderun, misafirlerin kabul edildiği Biruni ve hizmetlilerin barındığı Kadame bölümleri, uzun yıllar süren restorasyon çalışmalarında aslına uygun olarak yenileniyor. Ne yazıkki; çok uzun yıllardır devam eden restorasyon çalışmaları sürecinde, güzelim eserlerin bir kısmı zamanın erozyonuna boyun eğip, teslim olmaya başlamışlar bile.

Abbasin Evi de, sanırım 10-15 yıldır restore çalışmaları altında. Ancak, henüz ortada teşhir edebileceği fazla bir güzellik yok. Ana bölmeler, duvar süsleri, restorasyon sonucu şaşırtıcı incelikteki güzelliklerin müjdesini vermeye hazırlanıyor gibi geldi bana. Giriş 3000IR

Ameriha Evinin terasından Kaşhan’ın, badgirlerinin, çinili minarelerinin görünümü çok güzeldi. Son olarak, Kaşhan Turistik Gösteri Merkezine gidiyoruz. Geleneksel el sanatları ve yaşamdan kesitlerin sergilendiği mekanın, serin bodrum katında, Hamid’le İran’dan, Kaşhan’ın turizme açılma çabalarından, İran’ın ve dünyanın geleceğinden konuşuyoruz.Aydın her İranlı gibi Hamid, din ve devlet işlerinin ayrı olmasını istiyor. İslam Devrimi öncesi, babasının Avrupa’nın pek çok ülkesinde arkadaşları olduğunu, Golf arabaları ile sık sık Avusturya, Almanya gibi, ülkelere gezmeye gittiklerini, ancak devrim sonrası her İran’lı gibi dünyadan izole olduklarını, kimsenin kendilerini aramadığını söylerken , oldukça hüzünlendiğini hissediyorum. Hoş-beş derken hava kararmış, biraz da serinlemiş.Yürüyerek otele dönerken, kentin meydanlarındaki havuzlarından fışkıran , yol kenarlarındaki kanallardan akan suları hayranlıkla izliyor ve yüzyılların geleneği olan , suyun kaynağından yer altı boruları ile taşınması sistemi olan Qanat teknolojisini düşünüyorum. Misafirhane-i Goçhariyan’a geliyoruz. Hamid’e gezi fotoğraflarımdan oluşan bir CD ile Türk sanatçılarının eserlerinden oluşan CD veriyorum. Yarın, sabah 09.00’da mağazalarında buluşacağız ve Kaşhan’ın 8km. güney-batısında bulunan Fin Bahçelerine gideceğiz.


08.07.2007 ( KAŞHAN - ISFAHAN )


Notlarımı yazmam gece 01.00’i buldu sanırım. Havalandırma menfezinden gelen serin hava, üşütmeden, bunalmadan derin bir uyku uyumamı sağladı. Sabah 06.00 ‘ da uyandım.Dün akşamüzeri marketten aldığım lavaş ve krem peyniri ve demlediğim çayla güzel bir kahvaltı yapıyorum.Otelin önündeki Abazar caddesinden sağa daracık, kerpiç duvarlar ve evlerin bulunduğu sokaklara sapıyorum.Karşıma, tamamen kerpiç tuğlalardan inşa edilmiş, zamanın yorgunluğunu saklayamayan ve geniş cümle kapısı (dervazesi) ile bir han veya kervansaray çıkıyor. Henüz caddede ve civarda bütün dükkanlar kapalı. Sadece hanın girişindeki harabe dükkanda, yaşlı bir adam hızarın başında ağaç doğruyor. Evinin kapısından çıkar çıkmaz beni görünce şaşıran insanların bakışına benzer bir bakışla selamımı alıyor o da. Abazar caddesinin karşısına geçiyorum. İpek yolunun konakları zamana yenik düşmüş, erimiş kerpiç tuğlaları, sabahın serinliğinde bir şeyler anlatmak ister gibi mahzun duruyorlar. Tam fısıltılarını yakaladım derken, dar sokaklarında patlayan motosiklet sesleri bozuyor diyaloğumuzu.Agha Bozorg Camiinin avlusunda, sabah ritüellerinde kendilerinden geçmiş Şiilerin, gün boyu kavurucu çöl sıcağının hakim olacağı caddelerde, serinlemek isteyenler için, su sebillerine buz kalıpları atan hayırseverlerin , cenaze çıkmış evlerin duvarlarına asılmış siyah taziye flamalarının, kamyonlardan yeni indirilmiş karpuzları ve kirazları seçen Kaşhan yaşlılarının aralarında dolaştım durdum. Saat 09.00’a doğru Hamid’lerin halı mağazasına gitmek üzere kapalı çarşıya girdim. Esnaf, yavaş, sessiz dükkanlarını açmaya çalışıyordu. Hamid Fin Bahçelerine gitmek için beni bekliyordu. Kendi arabalarına yönelince, benzin kısıtlaması olduğunu, taksi ile gitmemizin daha iyi olacağını söyleyince itiraz etti. 10 günden beri, İran’da özel araçlar için benzin kısıtlaması var. Ayda 100 lt. benzin hakkı var özel araçların. Her araç sahibine kart vermişler.Hakkı olan benzini bu kartlarla alıyorlar. Hamid’in kardeşi Hesam da geliyor bizimle. Üniversite imtihanlarına hazırlanıyor, önümüzdeki hafta imtihan var. Bu nedenle çalışmayı bırakmış , gerginliği atmaya çalışıyor.İran’da 85 tane devlet üniversitesi olmak üzere pek çok da özel üniversiteler var.Ancak, devlet üniversiteleri eğitim kalitesi yönünden çok ileri düzeyde olduğu için, çok talep alıyor. Hamid , Kaşhan Üniversitesinde ekonomi okumuş. Tahran, Yazd ve Şiraz Üniversiteleri uluslar arası üne sahip.Kaşhan merkezinden uzaklaştıkça, daha çok zenginlerin oturduğu, kelimenin tam anlamıyla Kaşâneler başlıyor. Yolda karşımıza çıkan “Sialk Hill” levhası, 4000 yıllık bir medeniyetin bulunduğu, İran’ın en zengin arkeolojik yerleşimi, burada bulunan toprak ve taştan yapılmış objeler, Tahran National Museum ve Paris Luvr Müzesinde sergileniyor.Ancak, günümüze yapılan kazılardan sonra, kayda değer bir şey kalmamış. Fin Bahçelerine geliyoruz. Şah Abbas için düzenlenen Fin Bahçeleri, yer altı boru sistemi olan Qanatlarla taşınan su , burada yapılmış dört yanı kemerli binanın tam ortasından dört bir yana simetrik uzanan kanallarla havuzlara aktarılıyor.1779-1925 yılları arasında İran’da hüküm sürmüş Moğol-Türk asıllı Acar(Qajar) hanedanı zamanında geliştirilip, güzelleştirilmiş.Girişteki görevliler Hamid’in arkadaşları olsa gerek, bilet almadan giriyoruz içeri. Etrafı Deşt-i Kevir çölleri ile çevrili Kaşhan’ın her yanından akan gürül gürül sular şaşırtıyor beni. Yan tarafta merdivenlerle inilen hücrelerden birinde, Qajar Hanı Naser al-Din’in reformist başbakanı Amir Kabir(Mirza Taghi Han)’ın bileklerinin kesilerek öldürülüşü canlandırılıyor.Amir Kabir ismi İran’da hemen her kentte meydan ve caddelere verilmiş. İki saate yakın gezip, bol fotoğraf çektiğim Fin Bahçelerinden ayrılıp, Hamid’lerin serin mağazasına geliyoruz.Hamid dün bana, İsfahan’a benimle gelmek istediğini söylemiş, açıkçası ben pek ciddiye almamıştım.Oysa, o çantasını hazırlamış İsfahan için.Öğle sıcağında Kaşhan tam anlamı ile yanıyor. Halı ve gül memleketi olan Kaşhan, sabah saatlerinde gül suyu kokuyordu. Kadınlar evlerde, erkekler fabrikalarda halı dokuyorlar.Hatta, yüzlerce yıllardan miras kalan “halı yıkama” törenleri var, Kaşhan’a 40 km. mesafedeki Ardehal’da ve bu törenler 1200 yıldan beri Ekim ayının ilk haftasında aralıksız yapılıyor. Caddelerde küçük ayna parçaları ile süslenmiş, üzerlerinde insan resimleri yapıştırılmış, siyah bayraklar asılmış küçük tezgahlar görüyorum. Ölümlerin duyurulduğu taziye köşeleri bunlar. Özellikle gelen geçenin yoğun olduğu yerler konuyor.

Kendimizi bir taksi ile otobüs terminaline atıyoruz.Ancak, İsfahan’a gidecek olan klimalı otobüs saat 14.00’de. Beklemektense, klimasız, ama her tarafı açık, eski bir otobüse bilet aldık. 11000 IR. Camlardan ve tavandaki roof’tan saç kurutma makinesinden çıkarmışcasına sıcak püskürüyor üzerimize. Tahran-İsfahan yolunun neredeyse tam ortasında Kaşhan.Yani İsfahan’a yaklaşık 200 km. yolumuz var. Üstelik, Kaşhan-İsfahan arasındaki otoyola da girmiyor. Zagros Dağlarının iniş çıkışlarında, motor tükenecek yolda kalacağız diye ürküyorum. 3899 m. yüksekliğindeki Karkas Dağının eteklerine kurulmuş yemyeşil bir şehir olan Natanz’a geliyoruz. İran’ın gündemden düşmeyen nükleer santralarından birisi burada. Büyük bir askeri birlik tarafından korunuyor.Amerika’nın saldırgan söylemlerini arttırdığı günlerde, burada görev yapanların ruh hallerini merak ediyorum. Netice de, yollar bitiyor, İsfahan’ın Kaveh Terminaline giriyoruz. Yeni başlayan benzin kısıtlaması, özel otoların trafikten çekilmesine, genel ulaşım araçlarının yoğunlaşmasına neden olmuş. Chahar Bagh Caddesi, İsfahan’ın adeta ana omurgası.Kaveh Otobüs Terminalinden, İmam Humeyni Meydanına kadar uzanan bölümü Chahar Bagh –e Pain, buradan Zayende Nehrine yani Sie So Pol Köprüsüne kadar olan kısmı Chahar Bagh Abbasi, Zayende Nehrinin Jolfa Semtinden başlayıp, 473 km ilerdeki Shiraz yoluna kadar olan kısmı da, Chahar Bagh-e Bala ismini alıyor. Belediye otobüslerine binerek kolayca, Lonely Planet’de önerilen Amir Kabir Hostel’e geliyoruz. Artık yerel bir rehberim olduğu için, keşif duygularımı kenara çektim. Hamid resepsiyondaki patronla bir şeyler konuşuyor. Adamın bir şeyleri dayatmak istediği belli. Netice de, Hamid 3 gece için 400000 IR veriyor. Çantaları yukarı odaya çıkarıyoruz.Dünyanın en büyük meydanı sayılan eski adıyla Şah, devrim sonrası adıyla Humeyni Meydanına ilerliyoruz.Buranın en manalı ismi, Nagş-e Cihan, yani Cihanın Nakışı. Meydanın ölçüleri 500m x 160 m. Çepeçevre sütunlu yapılarla çevrelenmiş, ortada da oldukça geniş, fıskiyeli bir havuzu var. 1979 yılında Unesco Dünya Koruma Mirası listesine alınmış meydanı çeviren binaların arkasında boydan boya kapalı çarşı uzanıyor. Günlerdir yoğun tempo, beslenme alışkanlığındaki değişiklikler , alışılmadık derecede sıcak, üzerine bugün Kaşhan’dan İsfahan’a kadar otobüste çalkalanmam ; böylesine güzel bir meydanı hakkıyla değerlendirmeme engel olacağından, dinlenmiş olarak yarına bırakıyorum detaylı dolaşmayı.

Hamid’in baba mesleği halı mağazalarını dolaşıyoruz. İsfahan’ın meşhur tatlısı Falude’nin tadına bakıyorum. Tel şehriye benzeri nişasta çok soğuk şerbet içinde tabaklarda veriliyor. Çok yoğun şekerli oluşu, tabağı bitirir bitirmez, herkesin meydanın kenarlarında bulunan soğuk su sebillerine koşmasına neden oluyor. Otele dönüyor, banyodan sonra iyice gevşiyor, yine de, inatla bugüne ait notlarımı yazıyor ve deliksiz bir uykuya teslim oluyorum.


09.07.2007 ( İSFAHAN )


Akşam otele dönerken, karşı sırada bir fırının önünde kalabalık görmüştüm. İnce açılmış hamurları, kızdırılmış çakıl parçalarının üzerine sererek pişiriyorlardı. Değişik ve lezzetli gelmiş ve almıştım. Sabah kahvaltısını bu pide , peynir ve çayla yapıp, public otobüslerle Enkelab-ı İslamiye Meydanına geliyoruz. Zayende Nehrinin kıyısı, Sie So Pol Köprüsünün başladığı meydan burası. Şehir içi otobüslerde, bilet, binerken değil, inerken şöföre veriliyor.İnenler, özellikle otobüslerin arka kısmında seyahat eden kadınlar, üşenmeden ön kapıya kadar yürüyüp bileti şöföre uzatıyor.Şöför, avucunda biriktirdiği biletleri, ortasından koparıp imha ediyor. İtimada dayalı bir yolculuk yani.

Sie So Pol Köprüsü üzerindeyim şimdi. Farsça 33 kemerli anlamına geliyor.Araç trafiğine kapalı, sekiz-on kişinin yan yana zor yürüyebileceği genişlikteki Sie So Pol Köprüsü, 1602 yılında inşe edilmiş. İpek yolundan gelen nice kervana, deveye, değerli eşyaya tanık olmuş. 160 metre uzunluğundaki köprü günümüzde kelimenin tam anlamıyla “piyasa” köprüsü.Zira, can sıkıntısına, vakit geçirmeye, Zayende’den yüzlere çarpan serin havası ile ferahlamaya birebir Sie So Pol. Isfahan, parkları, tertemiz caddeleri, şehir mobilyaları ile Batı şehirlerinden farksız. Köprüler arasında uzanan parklar Prag’ın Karlovi Köprüsü civarını hatırlattı bana. Sessiz, kırışıksız akan Zayende daha bir güzelleştirip , alımlı kılıyor İsfahan’ı.Sie So Pol de böyle güzel bir kentte, Zayende’nin üzerinde gerdanlık gibi duruyor, İsfahan’ı süslüyor ve ona yakışıyor. Yemyeşil parkların arasında, güneşten koruyan ağaçların altında yürüyerek Ferdousi Köprüsüne geliyoruz. İsfahan trafiğinin yoğunluğunu Zayende üzerinden aktarmakla meşgul. Üzerindeki yoğun trafik bütün estetik görümünü yok ediyor. Parkta Zayende boyunca yürürken, üzerindeki deniz bisikletlerine binmiş aşıkları, grup halinde Isfahan gezisine gelmiş, simsiyah çadorlu öğrenci kızları seyrediyorum. Düşünüyorum da, 1979 İslam Devrimi daha çok kadınları örselemiş olmalı.İzlediğim kadarı ile erkeklerin , görebildiğim kadarıyla günlük hayatları batıdan farksız.Ama, İran’da ayak bileğinden 10 cm. yukarıda pantolon giyen kadınların üç gün hapisle cezalandırıldığını duydum geçenlerde.

Chubi Köprüsünün yanındayım.150 m. boy, 21 kemerli köprü, 1665 yılında yapılmış.Sie So Pol’ün gerdanlık ünvanı varsa, Khaju ( Hacı) Köprüsünün de , üzerinde orijinal boyalar, el işlemeleri var.İki geniş kule benzeri yapı, serinlemek isteyenlerin, sesine güvenenlerin gazellere sarıldığı mekanlar.Geçerken yaşlı bir İsfahanlı, içli bir “avaz”a asılmış, kendinden geçmişti.

Khaju Köprüsünde oyalanıp, etrafı ve insanları seyreyledikten sonra, tekrar Sie So Pol Köprüsüne geliyor ve kemerler arasındaki çay evlerine giriyoruz. Ancak, okuduklarım ve anlatılanların aksine, mezbelelik bir ortam buluyorum çayevlerinde. Gerçi, kemer altındaki banklarda oturup, duvarlara asılı objeleri seyrediyor, yanımdaki delikanlı ile kısa bir sohbet yapıyorum ama , demlikle getirilen çaylardan içmeme nedenim 10000 IR fiyatından çok, hijyenik olmayan ortam oluyor. Çay içmek yerine, derin tefekkürlere, insanın kısacık ömründe dilediği gibi yaşamasının (veya yaşayamamasının) nelere bağlı olduğunu gibi beyhude çabalara dalıyorum, Pers İmparatorluklarının torunları olan İran halkını düşünerek. Yıllar önce gümüş eğerleriyle, alımlı deve kervanlarının geçtiği köprüden bir kez daha karşıya Jolfa semtine geçiyoruz. Burası, İsfahan’ın lüks yerleşim yerlerinden.Böyle olduğu, tertemiz ve modern caddelerde gezen kadınların, post-modern çador renkleri ve kumaş kesimlerinden, güneş gözlüklerinden, park etmiş otomobillerden ve mağazalarından kolayca anlaşılabiliyor. Chahar Bagh-e Bala caddesinde ilerledikten sonra , sağdaki Nazar sokağa girip, 1606 yılında yapılmış Ermeni Vank Katedrali ve Müzesinin önüne geliyoruz. Girişteki gişeye Hamid bilet almak için yaklaşıyor.İranlılar için 1000 IR, yabancılar için 30000 IR. Hamid’le gezmeye başladığımızdan beri gün boyu harcamaları Hamid yapıyor. Böylece, İran’da da geçerli olan, yabancı turisti istismar etme alışkanlığından kısmen korunuyorum, akşam otele dönünce hesaplaşıyoruz. Hamid elinde 1000 IR’ lik iki biletle ilerlerken gişedeki yaşlı kadın beni görüyor, kıyamet koparıyor.Neden sonra anlıyorum neden öfkelendiğini. İran’da Harici(yabancılara böyle diyorlar) olmanın bedelini 30 kat giriş ücreti vererek ödüyorum. Vank Katedralini değerli yapan yapım yılı olmakla birlikte, kütüphanesindeki 700 el yazması kitap ve duvarlardaki Kitab-ı Mukaddes’ten esinlenilmiş tablolar.Orijinalliğini halen koruyan tablolar, korumalar tarafından , fotoğraf çekmek isteyenlere karşı çok sıkı şekilde korunuyor.

Karşısındaki müzede, Ermeni kültürünü yansıtan geleneksel giysi, yazı, minyatür ve resimler sergileniyor.Gerçekten tanıtıcı ve kapsamlı bir müze.Ama en ilginci, hemen girişin sağındaki özel bölüm; Burası, 1915 yılında, Türkiye ve Suriye’de katledildiği iddia edilen Ermenilere ait fotoğraf ve belgelerle dolu. Büyük bir Türkiye haritası üzerinde, soykırım iddiası öncesi, Ermeniler’in yoğun yaşadığı yerler gösterilmiş. 1914-1919 ‘da Urfa’da soykırım fotoğrafları, kazıklara geçirilmiş kelleler, kemik yığınları, dönemi anlatan kitaplar bulunuyor.İran’daki Ermenilerin Türkiye’yi protesto gösterileri videodan gösteriliyor.

Tepkisini ölçmek için kapıdaki görevliye; “Ben Türk’üm” diyorum. Gayet sakin bana dönüyor, ” önemli olmadığını , sorunun fanatikler ve devlet adamları tarafından körüklendiğini” anlatıyor, elimi sıkıp, kapıya kadar uğurluyor.

Hamid’e artık sağlam bir yemeği hak ettiğimizi söylüyorum. ” Hani “ isimli yine bodrum katta büyük bir restorana giriyoruz.Menü her yerde olduğu gibi Farsça olduğu için seçimi Hamid’e bırakıp, Çello Kebap haricinde her şeyi alabileceğimi söylüyorum.Salata bar, cennetten bir köşe gibi geliyor bana. Ayıp olmasa başka bir şey yemeyeceğim.Masaya haşlanıp, kızartılmış, üzeri soslanmış tavuk, üzerinde de, bizim mısır ekmeğine benzer hamur geliyor.Tam 45 derecede sıcakta yenecek yemek.Ama , İran lokantalarının özensizliğini, tekdüzeliğini daha önce de okumuş, duymuştum.Neyse, bol salata ve cacık rehberliğinde hallediyorum tavuğu. 130000 IR hesap ödüyoruz.Bu arada neden bütün restoranların bodrum katlarda bulunduğunu soruyorum Hamid’e. ”Çünkü en geniş ve değeri daha az salonlar bodrum katlarda bulunuyor.”diye yanıtlıyor.

Jolfa’da çok sayıda seyahat acentasını görünce, İsfahan’dan Kish Adasına uçakla gidip, birkaç gün kalmak, oradan Şiraz’a dönüp geziye devam etmek düşüncesi beliriyor kafamda. 330000 IR Kish uçak bileti, 600000 IR Kish’de 3 gece otel, kahvaltı, 20000 IR de Kish-Şiraz uçak bileti fiyatı alıyorum. Kafam yatıyor. Kararı bugün, yarın düşünüp değerlendirmeye bırakıyorum.Dönüşte tekrar Sie So Pol köprüsünün önündeyiz.Halk bunalmış, köprünün kenarlarına oturmuş , ayaklarını Zayende’ye uzatmış serinlemeye çalışıyor. Kimisi de, paçaları sıvamış, köprünün sığ kaidesinin üzerinden köprü boyunca suyun içinde yürüyerek karşıya geçiyorlar. Hamid, ” bizde yürüyerek geçelim” deyince, ayakkabılarımı belime bağlıyor, fotoğraf makinesini elime alıyorum.Taşlar yosun tutmuş, kayıp düşünce , makineyi suya düşürmekten korkuyorum. 160 metre boyunca fotoğraf çekerek, neşe içinde karşıya geçiyoruz. Zavallı kadınlar ayakları gözükmesin diye çadorlarının eteklerini suyun içinde sürükleyerek yürümeye çalışıyorlar.Çayevinin platformuna tırmanıyor, ayakkabıları giyip, köprünün kemerlerinden birinin gölgesinde miskinlik yapıyoruz. Bir ara burnuma gül suyu kokuları geliyor. İsfahan sokaklarının sabahları gül suyu ile yıkandığını okumuştum.Ne derece doğru bilemem.Humeyni Meydanına gitmek için, Enkelab-ı İslami meydanından yürümeye başlıyoruz. Akşam üzeri, Chahar Bagh Abbasi Caddesi cıvıl cıvıl.Yolun sağında kubbe ve minarelerinin mozaikleri ile dikkati çeken Chahar Bagh Medresesi’ne girmek üzereyken, orta refüjdeki polis kulübesindeki polisler içeri çağırıyor.Hamid bir şeyler anlatıyor. Geveze, çok hızlı konuşan, sakallı polis bana İstanbul’u, ne iş yaptığımı soruyor.Yavaş konuş, anlayamıyorum diye ikaz ediyorum.Sanırım beni tartıyorlar bu arada. Sonra çıkıyoruz.Fakat tüm uğraşılarımıza rağmen Chahar Medresesinin kapısını bir türlü bulamayınca, dışarıdan fotoğrafını çekmekle yetiniyorum.

Chehel Sütun’a ilerliyoruz. 1647 yılında yapılmış ve içindeki duvarlarda pek çok minyatür ve tablo yer alıyor.Özellikle Çaldıran Savaşının en kanlı sahnelerini anlatan tablo dikkat çekici. Ayrıca birbirlerine şarap sunan, cilveleşen sevgililer tipik Şark yaşamını aktarıyor günümüze.Uzun, ahşap 20 adet kolon üzerine inşa edilmiş Chehel sütun, adı önündeki havuza düşen 20 kolonun yansımasının, sudaki akisleri ile 40 sayısını bulmasından oluşuyor. Ancak, akşamüzeri olmasına rağmen, havuzun yüzeyindeki kırışmalar kolon sayısını kırka tamamlamamıza engel olunca , ödediğimiz 5000 IR’i hak ettiğini düşünerek, Nakş-ı Cihan Meydanına gitmek üzere ayrılıyoruz Chehel Sütundan.

Güneşin etkisini yitirdiği, ışınlarının yorulduğu saatlerde giriyorum Şah Meydanına, İsfahan Meydanına, İmam Humeyni Meydanına, Nakş-ı Cihan Meydanına. Ben, en çok Nakş-ı Cihan ismini beğeniyorum.Cihanın işlenmiş, kazınmış şeklini.Safavi Hanedanı Afganların işgali olan 1721 yılına kadar ülkeyi buradan yönetmişler.Merkezi de Âli Gapu yani Yüce Kapı.Üçüncü katın önündeki terastan meydan , ortasındaki havuzla güzel görünüyor.Yüksek ahşap sütunlar, bel vermeden zamana direniyor.

Nakş-ı Cihan Meydanını , şöyle her köşesine hakim bir yerden seyretmek istiyorum.Ali Gapu ancak enlemesine seyir imkanı veriyor.Buluyorum.Bazar-ı Bozorg’un giriş kapısının üstündeki Gheysarieh çayevi en uygun nokta.Son güneş ışıklarını yakalamak için, hızla çıkıyorum merdivenleri, ”Selam-ün Aleyküm” faslını bitirmeden, balkona çıkıyorum. Çok güzel bir açı, ancak meydan öylesine büyük ki, tamamını kadraja alamıyorum.Olsun.Deklanşör’e basıyorum değişik ölçülerde. Humeyni Camii tam karşımda, Şeyh Lütfullah Camiinin harika kubbesi solumda.Memnun ve mutlu iniyorum Gheysarieh merdivenlerini.

Bazar-ı Bozorg’da(Kapalı çarşı) Hamid’in bir arkadaşına uğruyoruz.Bir zamanlar seyahat acentalığı da yapıyormuş, bırakmış. Kish adasına gitme programımı açıyorum.Şu anda 60 dereceye yaklaşan , nemli sıcağıyla sıkıcı olacağını söylüyor. Bütün gün dolaşmanın bedeli, yorgunluk şeklinde belirmeye başlıyor.Amir Kabir Hostel’e dönerken kahvaltılık pide , peynir alıyoruz.

Dün, otelde bir genci Türk’e benzetmiştim.Bu akşam, aşağıdaki avluda oturduğunu görünce indim yanına.Hakkari’de felsefe öğretmeni imiş. Yarın Tahran’a yeğeni gelecek, gidip onu alıp, gezi rotası çizeceklermiş.Derken yanımıza Bursa’dan gelip Zahedan üzerinden Hindistan’a gidecek başka bir Türk geliyor.Sohbet esnasında Kish Adasında bu mevsim, aşırı sıcaktan başka ilginç bir şey bulamayacağımı söyleyince Kish’e gitme programımı iptal ediyorum.Epey sohbetten sonra odama çıkıyor, notlarımı geçiyor, uykuya teslim oluyorum.

10.07.2007 ( İSFAHAN )

Amir Kabir Otelin soğuk hava üfleyen fanı nedense sabaha karşı değirmen gibi ses çıkarmaya başlıyor.Yine erken uyandırdı, ama inad ederek yarım yamalak da olsa 07.30’a kadar sürdürdüm uyumayı.

Bugün İsfahan’da son günüm. Resepsiyondan yarın sabah 07.00 otobüsüne bilet alıyorum Yazd’e gitmek için.Yazd, Şiraz sonra Tebriz, otobüsle İstanbul’a dönmek niyetindeyim. Ancak, Şiraz’dan Tebriz’e uçuş olmadığını öğreniyorum. Çaresiz, Şiraz –Tebriz arası 24 saat otobüs yolculuğuna da katlanacağım.

Otelden çıkışta niyetimiz Jame Mosque’ye gitmek.Yani Cuma Camii’ne. Hamid, otelin karşısındaki yollara girip, daracık sokaklara dalıyor iddialı bir şekilde.Ancak, biraz sonra bulamayacağını anlayınca sormaya başlıyoruz.Bir ara büyükçe bir camiinin cümle kapısının önünden geçerken, içeriye dalıyorum.Şii camilerinde olduğu gibi geniş bir mozaik işlemeli dervazeden girince, yerlere uzanmış beş gencin gevezelik ettiği camiin içinde buluyorum kendimi. Fevkalade bir güzelliği yok. Cuma Camii’ni sormaya devam ediyoruz. Bir ara, geniş , küçük odacıklarla çevrili bir bahçesi görünen binanın önünden geçiyoruz.İçeri giriyorum. Küçük kapıların ardındaki odacıklardan birinden sesler geliyor. Selam verip, kafamı uzatıyorum. Bir molla yer döşeğine oturmuş, yanda bir başkası, genç birine bir şeyler öğretmeye çalışıyor, önlerindeki kitaptan.Selamımı alıp içeri çağırıyorlar.Hamid’le beraber giriyoruz. Nimurvand Medresesi burası. Molla hemen imtihana çekiyor beni. İhlas Suresini okumamı istiyor. Okuyorum, ama özellikle sınamak için besmelesiz başladığım için ikaz ediyor beni.Tabii, Hamid, aramızda tercümanlık yapıyor. Konu, Bush’a, Saddam’a, Blair’e geliyor. Hepsinden sınıfı geçmiş olmalıyım ki; daha bir yakınlık gösteriyorlar bana.Mollaya göre, Rafsancani rüşvetçi, Hatemi orta yolcu, Hamaney’i eleştirmiyorlar. Çıkmak istiyorum, ancak bir yığın telefon, e-mail ve adres verdikten sonra mümkün oluyor.Molla içeride çektiğim fotoğraflarla yetinmemiş olacak. Uğurlamak için çıktığı kapıda da, cakalı pozlar vermeye devam ediyor. Cuma Camii’ne gitmek üzere ayrılıyoruz. Camiin bahçesinde Hamid, şu anda Humeyni Camiinin namaz nedeniyle açık olduğunu söyleyince, hızlı adımlarla oraya yöneliyoruz.Ezan sonrası namaz safları oluşuyor iç avluda.Bu arada bir asker;”namaz kılacaksanız girin.Yoksa 15.00’den sonra bilet alıp gireceksiniz” diye bağırarak yanımıza geliyor.Herhalde para ile camiye girilen tek yer burası.Nedense inad ediyor, parayla girmek istemiyorum buraya.

Bastıran sıcakta kanter içerisinde Jame Mosque’ye dönüyoruz. İslami mimarinin baş yapıtlarından biri kabul edilen bu camii, 300000 m2’lik alanı ile İran’ın en büyük camiidir.Pekçok yıkıma ve restorasyona uğrayan camii, geniş avlusu ve avludaki Kabe’yi temsil eden bölümüyle ilgi çekici.

Camiin ibadete ayrılmış kuytu bir köşesinde, namaz kılanları, onların hemen yanında halılara uzanmış uyuklayanları seyrederken, mekanın serinliğinde toparlanmaya, dinlenmeye çalışıyorum.Şiiler secde esnasında alınlarını, küçük sabun kalıbına benzer toprak nesnelere koyuyorlar. Kaldığım her otel odasında bunlara rastladım, ne olduğunu anlayamamıştım.Her camii girişinde, tahta sandıklar içinde bol miktarda bulunuyor bunlardan, namaz sonrası tekrar yerlerine bırakılıyor.Jame Camiin kapısından çıkmaya hazırlanırken, bir görevli elinde bilet tomarı , önümüzü keserek, devasa kubbe ile kolonların bulunduğu bölmenin çok ilginç olduğunu söylüyor.Azeri olan görevli, Türk olduğumu anlayınca jest yapıp ikimize tek bilet kesiyor.5000 IR. Devasa kubbeyi destekleyen taşıyıcı sistemi ve kolonları görünce gerçekten hayran oluyorum. Kolonların erimeye başlayan tuğlaları, beton perdelerle korumaya alınmış.

Akşamüzeri saat 16.00’ya kadar Amir Kabir Hostelimizde dinlenip, otobüsle Zayende Nehrinin yanına, Enkelab-ı İslami Meydanına geliyor ve Sie So Pol’ü bir kez daha yürüyerek Jolfa’ya nehrin öte yanına geçip, parkların ferahlığında dolaşıp, sonra banklara oturup, Zayende boyunca gezinen İsfahanlıları izliyorum. İsfahan’da otobüs bileti 250 IR, Tahran’da 200 IR idi. Köprüyü geçerken yemek üzere, meydandaki bir tatlıcıdan, falude alıyoruz.3000 IR. Ancak; Humeyni Meydanındaki falude çok daha lezzetli idi(2500 IR). Hamid’le sohbetlerimiz, yine İran’ın yarınlarına, dünyadan izole oluşuna, petrol gelirlerinin mollalara akışına geliyor. Güneş, nehrin üzerindeki dev fıskiyeyi gökkuşağı ile süslüyor.Derken güneş batıyor, Sie So Pol sarı ışıkları ile beliriyor bu kez .Gecenin geç saatlerine kadar oturuyor, dolaşıyor, keyf alıyoruz.Otele dönüş için otobüse biniyoruz.Gecenin bu saatinde bile cıvıl cıvıl İsfahan. Ama, otobüsün arkasındaki bölmede cezalı imişler gibi oturan kadınları görünce canım sıkılıyor yine .O güzelim gözleri, yüzleri, bedenleri çadorlara gömmek sıkıyor beni. Peçelere sarınmış iri gözleri ile etrafa bakan İsfahan’lı dilberin gözlerindeki ışıltıyı yorumlamaya çalışıyorum. Otele girmeden önce, Büryani yemek niyetindeydik .Ancak, erken kapandığını öğrenince, İsfahan’ın sayılı restoranı olan Nobahar’a giriyoruz.Bol pilavlı çello kebap, salata ve reyhan kokulu dak denen ayrandan oluşan yemeğe kişi başı 34000 IR ödüyoruz. Çıkışta Hamid, gezi süresince çektiğim fotoğrafları, CD’ye kaydettireceği için internet kafe’ye giriyoruz.Zira, yarın ayrılacağız. Ben, Yazd’e geçerken, Hamid , Kaşhan’a evine dönecek.Saati 05.30’a kurup yatağa uzanırken, Hamid, yavaş sesle; babasınla konuştuğunu , istersem benimle Yazd’a gelmek istediğini söylüyor.”memnuniyetle” diyorum.Hamid’le gezmek, gezginin en önemli uğraşı olan araştırma, keşfetme heyecanını azaltıyor, ama İran gibi, turizme dönük alt yapının oluşmadığı bir ülkede, özellikle çıldırtan sıcak altında, bunalmadan, gerilmeden ve en önemlisi zaman kaybetmeden gezme imkanı veriyor.Ayrıca aydın ve dünyayı ülkesini tanıyan Hamid’den uzun sohbetlerimiz esnasında aldığım bilgileri herhalde başka türlü öğrenmem mümkün olamazdı.

11.07.2007 ( İSFAHAN - YAZD )

Saati beklemeden uyanıyor, yanımızdaki malzeme ile kahvaltımızı yapıp , çantalarımızla resepsiyona iniyoruz. Hamid, 3 gecelik ücreti peşin ödeyince, tombul otelcinin talebi olan 410000 IR ‘de 10000 IR indirim yaptığını düşünmüştü.Ancak çıkışta, 10000 IR’i yine talep edince Hamid sinirlendi. Adam, bize 3 yataklı oda verdiği için bu farkı talep ediyordu.Oysa, bu durumlarda şimdiye kadar fark talep eden olmamıştı.Araya girip, farkı ödeyerek, pasaportumu aldım.Caddenin karşısına geçip, bir taksi ile Kaveh Terminalinin yanındaki köprüden geçerek terminale giriyoruz.5000 IR. İran’da bütün karayolları itinalı bir şekilde trafik işaretleri ile donatılmış. Yazd İsfahan arası 310 km. Şöfor sürat limitlerine harfiyen uyuyor. Meskun yerlerde 60, şehirlerarası yolda 80, oto yolda 110 km hızla gidiyor. Deşt-i Kevir ve Deşt-i Lut çöllerinin sınırından, tam anlamıyla bir çöl şehri olan Yazd’e ilerliyoruz.Yola paralel, doğal gaz boruları yer altında uzanıp gidiyor. Sık sık polis kontrol noktalarında, şöför takometre kontroluna gidiyor. Dümdüz çölün içinde, uzaktaki Zagros Dağlarını seyrederek , zamanın, yağmur ve güneşle elele vererek erittiği kervansarayların, varil damlı ambarların yakınlarından geçiyoruz. İpek yolunun şaşaalı günlerinin tanıkları, artık yalnız başlarına, yakınlarından geçen araçları seyrederek avunuyor olmalılar. Bir ara ilerde gölet gördüğümü sanıyorum.Serapmış. Yol boyu yerleşimler çok seyrek. Devlet başkanı Hamaney’in doğum yeri olan Ardakan’dan geçip, Yazd’a giriyoruz. Bir taksi ile Beheşti Meydanı yakınlarındaki Aria Hotel’e giriyoruz.Resepsiyondaki kadın sonradan beni görünce, Hamid’le yaptığı pazarlığı bozup, 100000 IR yerine 150000 IR istiyor.Harici olduğum için cezamı kabullenip aradaki farkı ödüyorum. Yol yorgunluğunu banyo ile atıp, rehber kitabı okuduktan sonra, Yazd keşfine başlıyoruz. Çöl sıcağında mekanları ve su depolarını soğutma tekniği olan abambar( su deposu) ve badgirlerin ( rüzgar kuleleri) bulunduğu kerpiç duvarlı Yazd sokaklarında kayboluyoruz, insafsızcasına yakan güneşin altında.

Yazd için “ dünyanın yaşayan en eski şehri “ denir, bunun doğru olduğunu sokaklarında dolaşınca anlıyorum. Tükenmiş, ömrü bitmiş dediğiniz bir evin, eski ağır kapısı açılıp, avludan dar sokaklara, küçücük çocukları ile kadınlar çıkıyor.Yazd kışın amansız soğuğu, yazın kavurucu sıcağı ile tam bir çöl iklimine sahip.Marco Polo’nun 13. yy’da dolaştığı, İpek Yolu kervanlarının geçtiği, konakladığı bu şehir heyecan uyandırıyor. İlk saatlerde dahi, Yazd sevdiriyor kendini.

Daha sonra Amir Çakmak Kompleksinin ( takiyeh de deniliyor) önüne geliyoruz.Hindistan’da Jaipur’daki Hava Mahal’i anımsatıyor bana. İkisi de derinliği olmayan, seyirlik geniş fasadlardan oluşuyor. Üzerine çıkmayı, akşamüzeri yumuşak ışıkların hakim olduğu saatlere bırakarak, önündeki dev nahl ve havuzun yanına gidiyoruz. Nahl denen devasa tak benzeri yapıların, Hüseyin’in tabutuna benzetilerek, siyah yas kumaşlarıyla donatılıp, omuzlarda dolaştırıldığını, okumuştum.

Kerpiç duvarlar, kemerli sokaklar, eski yeni pek çok badgir arasında ilerleyip, fotoğraf çekerek Yazd Jame Mosque önüne geliyoruz. 14. yy’da Fatma Hatun tarafından yaptırılan Cuma Camii, kolay atlanamayacak bir eser. Camiinin serinliğinde nefeslenirken, Hamid’in konuştuğu bir İran’lı camiinin avlusunun altındaki, geleneksel su taşıma sistemlerinden olan Qanat’ları görebileceğimizi söylüyor.Yaşlı ama dinç bir adama 4000 IR ödüyoruz, kalkıyor, elindeki anahtarla demir kapının kilidini açıyor. Dik merdivenlerden 20 m. kadar iniyor ve zeminde daire şeklinde bir havuza bağlı Qanatlar yüzyılların ardından kendini gösteriyorlar. Öylesine serin ki, hiç çıkmak istemiyorum buradan. Cuma Camii’nin hemen önündeki meydana, soldaki sokaktan oluk oluk çadorlu kadın akıyor.Ne olduğunu soruyorum, Seyid Rüknettin Türbesi burası. 14. yy’da yapılmış, şahane mozaikleriyle göz kamaştıran bir kubbesi var. Bugün kadınların ziyaretine açıkmış, yoğunluk bu yüzden. Medresenin bulunduğu dar sokağa girip ilerliyoruz. Ortasında bir nahl bulunan küçük bir meydana giriyoruz, Hüsseinia meydanı burası. Yan tarafta bir halı mağazasının yukarı çıkan merdivenlerini görünce, terasa çıkmak için izin istiyorum. Genç biri, hayli karışık odalardan geçirerek, kilitli kapıyı açıyor. Cuma Camii, Seyit Rüknettin Medresesi ve Yazd akşam ışıkları altında uhrevi görünümlere bürünmüş. Güzel fotoğraflar alıyorum.

Derken hava kararıyor.Hamid’e bu akşam iyi bir yemeğini hak ettik diyorum, özellikle de abguşt’u. Esnafa soruyor Hamid iyi bir abguştu nerede bulabiliriz diye.Tüccar evleri denen uzun kapalı çarşıda yürüyor, sola sapıyoruz.Bilinçle restore edilmiş, hamamdan restoran ve çay evine çevrilmiş çok güzel bir mekandayız. Abguşt siparişlerimiz gecikmeden geliyor. Abguşt; et suyu demek, Farsçada. Haşlanmış et, nohut değişik sebzelerle silindirik bir kap içinde geliyor.Kabın içindeki et suyu, birlikte getirilen boş tabağa konarak, parçalanmış ekmekler yumuşatılıp çorba gibi içiliyor. Metal tokmakla silindirik içindeki et, nohut ve sebzeler bulamaç haline gelene dek eziliyor ve ekmekle yeniyor.Tabii bunları, Hamid’i izleyerek yapabiliyorum. Atmosferi, lezzeti ve huzurlu ortamı ile güzel bir anı olarak kalacak kalacak bende Khan Bathroom. Kişi başı 25000 IR ödeyerek ayrılıyoruz bu nezih mekandan.Gündüz bomboş olan caddeler insan kaynıyor şimdi. Dondurma ve sıkma meyve suyu satan dükkanların önü dolu. Pide fırınları da dolu, ama buradaki fırınlar genelde elektrikli. Ben İsfahan’daki kızgın çakıl taşlarının üzerinde pişirilmiş pidelerin tadını unutamıyorum.

Otele dönüyoruz.Aria Otel, Arap turistlerle dolu, bir de tam yatağımın üzerindeki soğuk hava menfezi, buz gibi hava üflüyor.Uzun pantolon, sweetşort giyerek, yatağa uzanıyor, fotoğraf ve notlarımı düzenliyorum.

12.07.2007 ( YAZD )


Akşam yatmadan Hamid’e yarın sabah erken kalkıp eski şehir sokaklarında dolaşıp fotoğraf çekeceğimi söylemiştim. Uyanamadım zannederek, dürterek uyandırdı beni.Apar topar fırladık dışarı.Güneş yükselmiş, ortalık ısınmıştı bile.Dün bize Qanatların kapılarını açan ihtiyar, Jame Caminin mavi mozaikli kolonlarına yaslanmış uyuyordu.

Aleksander Prison (İskender’in hapishanesi)ne yöneliyoruz.Yolumuz üzerindeki Hüsseinia Meydanının girişindeki , Seyid Rükneddin Türbesinin önündeki yoğun kadın trafiğinden eser yok bugün. Hapishane girişinde, dişleri dökülmüş yaşlı adam, önündeki pide ve kavunları yemeye çalışıyor, uzanıp bilet kesmeye üşenmiş olmalı ki, geçin der gibi bir işaret yaptı. Genişçe bir bahçenin etrafına dizilmiş , turistik eşya satan dükkanlar, Hafız’ın eserlerine bile konu olmuş İskender Hapishanesinin , kadim hücreleri olmalı diye düşündüm.Zira, hapishaneyi andıran hiçbir şey yoktu görünürde.

Çıkıyoruz, karşımızda güzel işlemeli bir kubbe görünüyor.Yanındaki direklerde, Şiilerin Hüseyin’e saygı ve yasını canlandıran iki siyah bayrak dalgalanıyor.Selçuklular tarafından 11. yy’da yapılmış, bakımsız yapının duvarlarında, insan boyuna isabet eden yerlerdeki harika oyma işçiliğe sahip eserler, önlerine konan cam panolarla ilkel bir şekilde korumaya alınmış. Rehber kitabımda 15.000 IR giriş ücreti yazdığı halde, herhangi bir görevli göremiyorum. Hamid’in anlattıklarına göre İran’da yakın geçmişte, müze, ören yerleri için özellikle yabancılardan talep edilen ücretler çok yüksek olduğundan, yoğun eleştiriler almış. Zaten son yıllarda Amerika ve İsrail ile yaşanan sert söylemler ile nükleer enerji sorununun hep gündemde kalması , İran’a gelen turist sayısında durma noktasına varan azalmalara neden olunca , özellikle kamuya ait müze ve benzeri yerlerde giriş ücretlerini önemli ölçüde indirmişler.

Kerpiçi oldum olası severim ve günümüzde bunun teknoloji ile neden buluşamadığını , kerpiç’in doğal, izole ve insan doğasına en uygun yapı modeli olduğu bilinirken, günümüz teknolojileri ile desteklenerek , ömrünün artırılması yoluna gidilememesinde çok uluslu sektörün müdahalesi olup olmadığını merak eder dururum. Yazd’in kerpiç sokaklarında yürürken ; 224-637 yılları arasında , Sasaniler zamanında Zerdüşt inancının zirvede olduğu yılları düşünüyorum.Daha sonra, gelişen İslamiyet’le birlikte Arap orduları tarafından fethedilmesi ile, yıldızının yine parladığı anlarda , 13. yy’da , Marco Polo gibi bir gezgine ev sahipliği yapıyor.Ardından gelen yüzyıllarda Cengiz Han ve Timur istilalarını yaşıyor.Ben İsfahan’ın naif, estetik çizgilerini sevdim, Yazd sokaklarında ise İpek Yolu kervanlarının gümüş eğerleri, kervancıların kah gergin, kah keyifli seferlerini görmeye çalıştım. Kerpiç duvarlar sadakat ile ama biraz da utana sıkıla misafir ettiler beni daracık sokaklarına. Haklı olarak utanıyorlardı. Çünkü, tam böğürlerine monte edilmiş, beyaz doğal gaz boruları, doğal görünümlerine saplanmış bir hançer olmanın ötesinde, neredeyse 60 dereceye yaklaşan çöl iklimi sıcaklığının yaratacağı genleşme sorunları nedeniyle potansiyel tehlikelerin tedirginliğini yaşıyorlardı.

Khan-e Lari ( Lari Evi)’ne giriyoruz. Uyuklayan görevli seslerimizi duyunca 2000 IR lik biletimi , Harici olmamın faturası olarak uzatıyor. İran’da en iyi korunabilmiş evlerden biri kabul edilen Lari evinin 150 yıllık bir geçmişi var. Zengin bir tüccar ailesi olan Lari’lerin son nesli, ne hikmetse bu güzel evi, devlete satmış.Şimdi, kısmen kütüphane olarak kullanılan evin, havuzlu bahçesinin etrafına sıralanmış harika odaları, havuzun üzerine yapılmış ahşap köşkü, yatak odasının tavanındaki kadın resimleri ile çok güzel, fikir verici bir yer.Ancak her yerde olduğu gibi, kamu işletmesine girince , miskinler tekkesi olmuş gibi geldi bana. Her odada geniş masaların arkasında miskinlik yapan, ya da kuran okuyan görevliler bunun kanıtı idi.

Zerdüşt Ateş Tapınağına gidiyoruz. Kaldığımız Aria Otelin bulunduğu Beheşti Meydanının ilerisindeki Markar Meydanından yaklaşık 800 m. kadar güneydeki Ateş Tapınağında 470 yılından beri yakılan ateş söndürülmeden beslenip devam ettiriliyor.Bizim programımızda bugün gezilecek epey yer olduğu için , ayrıca yürüyerek sıcaktan telef olmayı sessizlik kuleleri çıkışına ertelemek için, otobüse binmeyi tercih ediyoruz. Geniş cephesinin caddeye baktığı Ateşkadeh de denilen tapınağa, arka sokaktaki küçük kapıdan giriliyor. Önündeki havuzun önünden binanın alnına bakıldığında, kuş kanatları olan ve bir elinde sadakati simgeleyen bir yüzük bulunduran , diğer eliyle doğru yolu gösteren, kanatların altında Zerdüşt inancının temel davranışlarını hatırlatan “iyi düşün, iyi konuş iyi yap” yazan sembolü görüyorum. İçeri giriyoruz.Füme bir camın arkasında belli belirsiz seçilen bronz bir kap içerisinde (ateşkadeh) İÖ550 yılında doğmuş olan Zerdüşt (diğer adıyla Mecusilik) dininin, 470 yılından beri devam eden ateşlerinden biri , özel ritüellerle yanmaya devam ediyor.470 den beri yanan bu ateş, 1174’de Yazd’in 60 km. kuzey-batısındaki Ardakan’a , 1474 yılında Yazd’a, son olarak de 1940 yılında yeni inşa edilen bu binaya, yani Zerdüşt Ateş Tapınağına getiriliyor. Sayıları dünyada 150000’e kadar düşen, jejim dolayısıyla İran’ı terk edip, genelde Hindistan’a yerleşen Zerdüştlerin kutsal kitaplarının adı Avesta.Zerdüşt ise dünyaya gelip gelmediği tartışmalı, ancak inanç hala İS 3. yy’da derlenmiş Avesta ile dimdik ayakta. En çarpıcı metinleri şöyle diyor; Tanrı Ahura Mazda’ nın bünyesinde iyilik ve kötülük aynı anda vardır.Hayatın yaratılışı iyilik düşüncesini, yokoluş ölüm ve şüphenin kaynağı kötülük düşüncesini de içerir Ahura Mazda.İyilikle kötülük, maddi ve manevi alemi paylaşmakla beraber tamamen ele geçirebilmek için amansız bir mücadele içindeler.Doğu mistisizmi, İslam inancı, kaynaklar incelenirse ne kadar yakın , ne kadar etkilemişler birbirlerini daha iyi anlaşılıyor. Günümüz dünyasının en önemli hendekapı iyilik ve kötülüğün tarifi değilmi?

Şimdi; hedefimiz, Zerdüşt dinine inananların 1979 yılındaki İslam Devrimine kadar, ölülerini, yırtıcı kuşların parçalayıp yemesi için terk ettikleri sessizlik kuleleri. İsmi bile ürpertmeye yetiyor insanı. Bindiğimiz otobüs, fotoğraflarından tanıdığım sessizlik kulelerinin 2-3 km uzağındaki Atlasi Meydanında bırakıyor.Otobüstekiler sessizlik kulelerine yürüyeceğimizi anlamış olmalılar bu sıcakta, acıyarak bakıyorlar gibi geliyor bana. Güneş öyle tepemizde ki; gölgemizi bile göremiyoruz ayaklarımızın arasında. Beton çitlerle çevrili geniş bir alana (Zerdüştlere ayrılan mezarlık ve tören alanı olduğunu sonradan öğreniyoruz) doğru ilerliyoruz. Karşımızda birbirinden 700-800 m. uzaklıktaki iki tepede, silindirik surlar görüyoruz.Heybetli duvarlarla tezat teşkil eden daracık bir demir kapıdan içeri giriyoruz.Ortalıkta kimseler yok.İleride Zerdüşt cemaatinin gömülmeye başlandığı yerde, beyaz mermer blokların sıralandığı mezarları görüyoruz.Ağaçtan çok çalıya benzeyen bir bitkinin gölgesinde kuru, zayıf bir eşeğin kendinden geçmiş uyukladığını fark edince, o tarafa yöneliyorum, yaşlı bir adam bir gölgelikte uyukluyor.Ayak seslerimi duyunca doğruluyor. “Ab” diyorum, yani su. Yandaki kapıları açık büyük binayı gösteriyor. Anlaşılan cenaze törenlerinde mutfak olarak kullanılan , helva , adak benzeri şeylerin pişirildiği bir yer burası.

İçeride, kocaman kazanlar, tencereler, yığınla çatal, bıçak, bardak ama en önemlisi elektrikle soğutulan paslanmaz bir sebil içerisinde buz gibi su var. Avucumu dayıyor ve boğazımın hissizleştiği donma noktasına kadar içiyorum.Az sonra tırmanacağım sessizlik kulelerini düşününce bir gayret daha gösterip tekrar yumuluyorum suya. Fotoğrafını çekebilir miyim diye sorduğumda yaşlı mezarlık bekçisi mutlu oluyor. Bağlı olan eşeğini de çözüp, üzerini başını düzelterek karşımda yerini alıyor.

Girdiğimiz gibi yine bir demir kapıyı aralayarak, sessizlik kulelerine çıkan yola, daha doğrusu çöle çıkıyoruz. Önce karşımıza , Zerdüşt yapıları çıkıyor.İçlerindeki abambar ve badgirleri yeni, bir kısmının kerpiç tuğlaları erimiş, güzelim kemerleri çökmüş olan yapıların içinde , içimizdeki ürperti meltemleri ile dolaşıyoruz. Ölülerini sessizlik kulelerindeki sonsuz yolculuklarına uğurlamadan önce, son hazırlıkların, son ayin ve duaların yapıldığı, göz yaşlarının döküldüğü mekanlar olmalı buralar. Kulelerden sağdakine tırmanmaya başlıyoruz. Daracık patikadaki taş parçaları ayaklarımızın altında yuvarlanıyor , sıcaktan bunalmamıza rağmen kendimizden geçmemize izin vermiyorlar. Henüz kerpiç sıvaları dökülmemiş kulenin dibindeyiz, ancak, içeri giriş kapısı iptal edilmiş, çevresinde de içeri görme imkanı veren bir kapı, delik yok. Aşağıda, Yazd Şehrinin uğradığı yoğun yapılaşma nedeniyle, gün be gün ele geçirdiği Deşt-i Kevir Çölü , bütün acımasızlığıyla uzanıyor.Diğer tarafta sıcak nedeniyle puslar içerisindeki Sir Dağları ve sarı tuğlalı Yazd evleri. Buradan karşı kuleye kestirme bir rota çizerek ilerlemeye başlıyoruz. Kulenin 1.5 metre yükseklikteki, bir insanın zor geçebileceği , gediğine tırmanarak çıkıyorum.

Kulenin dairesel platformuna yapılmış, küçücük havuzcuklarda, oturur vaziyette bırakılan ölüler, cemaat kendilerini vahşi kuşlarla baş başa kalmaları için çekilip gittikten sonra, tepelerine konacak ilk alıcı kuşu bekliyorlar, zira bu kuşun icraati onların bundan sonraki kaderlerini benimseyecek. Derken, ölünün yakınlarının feryadları , çığlıkları uzaklaşırken ilk alıcı kuş konuyor ölünün kafasına , sert pençelerini geçirerek, merakla akibetini bekleyen ölüyü, çölün ortasında en kolay ulaşabileceği su kaynağını; gözlerini inceliyor ve ilk darbeyi sağ gözüne indirince, yerinde beliren kan çukuruna rağmen ölünün ruhu sevinç içersinde. Zira bundan sonraki geleceğinin iyi geçeceğine, ruhun mutlu olacağına işaret bu. Eğer, oyulan sol göz olsa idi, geleceği korkunç azap ve sıkıntılar içinde geçecekti. Dünyadaki iyi işlerinin, davranışlarının karşılığı olarak sağ gözünün alınması, tüm Zerdüşt müminlerin umudu ve dua kaynağı idi. Derken, bir kuş , bir tane daha, ortalık kan gölüne dönüyor.Günler sonra kuleye tırmanan cenaze yakınları, geride kalan kemikleri toplayıp, ayrılan bölmelerde topluyorlar. Burnuma ceset kokusu mu geldi, Hamid’in hücrelerin önünde fotoğraf çekmemi isteyen sesine mi irkildim. Ölüler yoktu, akbabalar yoktu. Ama sıcağın neden olduğu terime, bu kabusun sıkıntıları karışmış olmalı, iyice bunalmıştım. Neyse ki; gözüm aşağıdaki eski Zerdüşt yapılarından, bulunduğumuz kuleye doğru sırtında dev bir sırt çantası ile hızlı adımlarla tırmanan birine takıldı , bu performansı izlerken kendime geldim ve yaşadığım ana döndüm.Az sonra nefes nefese yanımızdaydı.El verdik, küçücük delikten, o ürkünç ölü- akbaba beraberliklerinin yaşandığı platforma aldık onu da. Fransızmış.İtalya, Arnavutluk, Bosna üzerinden Türkiye’ye gelmiş.20 gün İstanbul’da İran vizesi beklemiş.Bandar Abbas üzerinden Birleşik Arap Emirliklerine, oradan Orta Asya, Çin, Kamboçya yaparak bir yıl süre ile, hem de otostop yaparak gezecekmiş. İstanbul’da yatacak bedava yer bulamamış, her yerde taciz edilmiş, Tahran’da yattığı parkta eşyalarını çalmaya kalkmışlar. Sempatik, temiz yüzlü bir genç. Gözü, kulelerden görünen Yazd’da birleşen yollarda. Şiraz’a giden yolun hangisi olduğunu soruyor, bilmiyoruz.Haritasını çıkararak, güneşe bakıp yön tayin etmeye çalışıyor.Az sonra Bandar Abbas’a giden araçlara otostop çekmek üzere bekleyeceği yolu kestirmeye çalışıyor.

İniyoruz. Girişte soğuk su içtiğimiz mutfağa dalıyoruz aynı susamışlıkla. Yandaki salonda birkaç masa, birçok sandalyeden oluşan bir salon var. Yukarıda asılı vantilatörü çalıştırıp, canlanmaya çalışıyorum.Kapıdan , eşeğin yine aynı çalının dibindeki miskinliğini izliyorum. Sahibi olan mezarlık bekçisi , masaları birleştirerek yaptığı döşekte derin uykularda.

Zerdüşt inancının bel kemiğini oluşturan, ölü bedeninle toprağı kirletmeme ilkesi, yerle bir olmuş, ilerdeki mezarlıkta yatan Zerdüştler bunun kanıtı.Hatta bazıları çok yeni olmalı ki; henüz mermer mezarları yapılmamış, üzerlerine dikilen çiçekler kurumuş.

Saat 13. Akıllı adamın gölgeden başka yerde bulunmayacağı saatlerde, mezarlıktan çıkıyoruz. Yine epey yürüdükten sonra Atlasi Meydanının yerden ısı fışkıran otobüs durağında, Beheşti Meydanı yanındaki Aria Otel’e götürecek otobüsü bekliyoruz.İran’ın kocaman sosisli sandviçlerinden yedikten sonra (10000 IR) , gece üşütüp, gündüz cehennem sıcağından koruyan soğuk hava kanallı odamıza dönüyüru Saat 18’ e doğru sıcaklığın biraz insafa geldiği inancı ile, Amir Çakmak Takhiye’sinin terasından gün batımı fotoğrafları almak için çıkıyoruz. Dik merdivenlerle çıkılan terasın üzeri hayli yoğun, girişte 4000 IR ödüyorum.Eski Yazd şehri (gerçi gelişen yeni şehirde de göze aşırı batan bir yapılaşma yok) kerpiç yapıları ile güzel görüntüler veriyor. Gün batımının melankolik çağrışımlara neden olduğu Yazd’in büyüsüne daha fazla sürüklenmeden, Jame Camii’ne yürüyoruz.Hollandalı Stephan isimli bir gencin, eski bir kervansarayı onararak ortaya çıkardığı Silk Road Hotel’e geliyoruz.Amacımız Yazd’ in 50 km. kuzey-batısında bulunan Chak Chak isimli eski bir Zerdüşt Ateş Tapınağına gitmek. Ancak, taksi ile gitmek mümkün.Silk Road’un istek üzerine tur düzenlediğini öğrenince, bilgi almak için Silk Road’un havuzlu, huzur veren, bir de Seyid Rükneddin Türbesinin şahane kubbesinin çok güzel göründüğü bahçesindeyim. 150000 IR/kişi ücretle Agrabad, Kharanaq ve Chak Chak’a gidebileceğimizi öğreniyor ve rezerve yaptırıyoruz.Yarın 08.00’de buradan hareket edeceğiz.

Beheşti Meydanından bindiğimiz bir otobüsle Bagh-e Doulad Abad’a geliyoruz. 1750 yılında Kerim Han’ın yaptırdığı, boydan boya uzanan havuzu, küçük ama ; ahşap oyma , cam ve ayna mozaik işlemeleriyle çok hoş bir bina , Yazd’in 33m. lik boyuyla en yüksek badgirine sahip olan Bagh-e Doulad Abad bahçelerinde, çadorlara bürünmüş genç kızları neşe içinde dolaşırken görmek, içimi ısıtıyor.Ancak, gece değil, gündüz gezilmesi, gün ışığının vitraylardaki oyunlarını, havuzdaki akisleri izlemek açısından daha uygun olacak inancıyla tekrar gelmek üzere ayrılıyoruz.Beheşti Meydanında yemeyi düşündüğümüz kebapçı erken kapatmış. Öğlende girdiğimiz sandviççiye uğruyor ve aynı menüden alıyoruz.Derken üzerimdeki günün ter ve yorgunluğunu atmak için banyo yapıp, saatimi yarın 07.00’ye kurarak yatıyorum.


13.07.2007 ( YAZD )

Sabah kalkıyor, Beheşti Meydanından Hazire Camiine doğru yürüyüp, Yazd Saat Kulesinin tam karşısındaki yoldan Jame Camiine, daha doğrusu Silk Road Otel’e doğru yürüyoruz. Bu kısa caddede , Jame Camii ile Saat Kulesi karşılıklı birbirlerini seyrediyorlar. Bugün Cuma olduğu için, hafta sonu tatili. Sokaklar bomboş. Sadece, caddelerin kenarlarındaki kanallardan akan suların şırıltıları duyuluyor. Bir çöl şehri olan Yazd’in her tarafından akan sular hep şaşırtıyor beni.

Silk Road otelde gün başlamamış sanki.Bir kaç yabancı kahvaltı yapıyor.Fıskiyeli havuzun kenarındaki köşklerden birine oturup, ortalığı seyrederken, karşı duvardaki fotoğraf ilgimi çekiyor.Kalkıp bakıyorum.Bam şehri kalesi, yani Arg-e Bam’in 2004 yılında geçirdiği büyük depremden sonraki ve önceki halini aynı açıdan çekilmiş fotoğraflarla gösteriyor.Yazık olmuş. Gerçekten , güzel bir yermiş Arg-e Bam.Deprem sonrası bu hale geldiğini Hamid de söylemiş, bu nedenle gezi programımdan çıkarmıştım Bam’i.

Kahvaltı yapan Hollanda’lı çiftten Rose isimli genç kadın da gelecek bizimle. Açık büfeden kahvaltı için bir şeyler sararak, üç kişilik kafilemizle, rehberin kullandığı Pejo otomobille, saat 09.00’da Yazd’den ayrılıyoruz. Yol kenarında başka bir sessizlik kulesi daha görüyorum. Elimde Yazd ve çevresindeki kentleri gösteren haritada akaryakıt istasyonları da işaretlenmiş. Dünyanın 4. petrol üreticisi olan İran’da, bizdeki gibi adım başı benzin istasyonuna rastlanmıyor.Yaklaşık 10 kasaba ve yerleşim yerlerini gösteren haritada 20 tane bile benzin istasyonu yok.

İlk durağımız olan Agrabad’a geliyoruz. Eriyip yıkılmış evler, hanlar, abambar ve badgirleri ile zamanında kusursuz bir Zerdüşt yerleşimi olan Agrabad, sanki dün terk edilmiş gibi. Caddelerinde elektrik direkleri ve hatları hala duruyor.Tören salonları, odaları, mutfakları, nişlerin dilleri olsa kimbilir neler anlatacaklar. Zamanın durduğu bu köyün terkedilmiş evlerine, salonlarına girerken, ben de bir anda yok olacakmış hissine kapılıyorum.

Bundan sonra Kharanaq’a hareket ediyoruz. Resmen çölün içerisinde gidiyoruz.Sanki yüzüklerin efendisi filmlerinin platosundayız.Dağlar tepeler bir sürprizle , arkalarından bizi ürkütecek bir şeyler çıkaracakmış gibi geliyor.Ancak, yollar çok güzel asfaltlanmış, trafik işaretleri çok düzenli. Kharanaq’a varıyor ve yeni restore edilmiş bir kervansarayın önünde duruyoruz.Karşımızda yine terkedilmiş evlerin, sokakların arasında kaybolmaya başlıyoruz. Terkedilmesine, asma katının toz, toprak içinde olmasına rağmen, alt katı tertemiz, hala halıları duran bir camiyi dolaşıyor, hemen üzerindeki külahı yıkılmış olmasına rağmen güzelliğini koruyan minareyi fotoğraflıyorum.


Arabayı bıraktığımız kervansaray açılmış, ancak bilinçsiz yapılmış bir restore ile karşılaşıyorum.İlgi çekici olan develerin bağlandığı orijinal taş halkalardı bence.Rehbere üst kata çıkmak istediğimi söylüyorum, görevliye söylüyor, kapı açılıyor, Kharanaq gözler önünde.Bolca fotoğraf çekiyorum.Dar patikalardan inerek, ancak yayaların geçebileceği darlıkta , geniş bir dere yatağının üzerine kurulmuş bir köprünün yanında ellerimizi, ağzımızı kırmızıya boyayan dutlardan tadıyoruz.Tam araca girmek üzereyken, kan ter içinde bir asker geliyor yanımıza, elinde buruşmuş, terden ıslanmış kağıda isimlerimizi yazıyor, ülkenin güvenliği adına, sonra yine sıcakta yokuşu tırmanarak karakola doğru yürümeye başlıyor.

Chak Chak bundan sonraki mekanımız. Görünürde hiçbir yerleşimin, kimsenin olmadığı, dümdüz arazilerden, çöllerin içinden geçiyoruz.Dört yanımız puslu tepeler, silik dağlarla kaplı.Eğer buralara yalnız gelmeye kalksaydım, sanırım, gördüğüm manzaralardan sonra, geri dönmeye karar verirdim.Sadece Zerdüştlerce değil, herkes tarafından kutsal sayılan Chak Chak efsanesi şöyle; İftiraya uğrayan genç bir kız, köyden kovulunca kendini dağlara vurur. Yorgunluk ve sıcaktan perişan olup, üzerindeki giysiyi yere bırakınca, buradan su çıkar, sonradan barınağı olan mağaranın içine çak çak sesleri ile damlamaya başlar.Zaman içinde de, kutsal bir ziyaret merkezi olur.Mağaranın içindeki ateş de, her ateşkadeh gibi aralıksız yakılır. Nevruz’da yani 21 Martta binlerce hacının akınına uğrayan, bu nedenle mağaranın etrafında, güneşten, soğuktan korunabilecek muntazam kapalı terasların yapıldığı bu Zerdüşt Ateş Tapınağı için kilometrelerce uzaktan özel enerji nakil hatları getirilmiş, halen çalışmakta olan iş makineleri yukarıya çıkan dik yolu genişletiyorlar. Yakınlarında ne bir köy ne de bir yerleşim var.

Rehberimiz, aracını, iş makinelerinin bozduğu yollara sokmamak için hayli aşağıda bırakıyor. Bagajdaki yere sereceğimiz halıyı Hamid, piknik tüpünü ben, alüminyum çaydanlığı Rose, piknik sepetini de rehber alıyor, oflaya puflaya vuruyoruz kendimizi kıvrılarak çak çak’a çıkan yollara. Şakaklarımız zonklarken, yukarı varıyor ve elimizdekileri gölgeye bırakıp, ayakkabılarımızı çıkararak, üzerinde Zerdüşt kabartması olan ağır pirinç kapıdan içeri giriyoruz.Sağdaki dolaptan, bizim camilerdekine benzer bier takke takıyoruz kafamıza. Üzerlerinde Zerdüştlerin ana ilkeleri olan “iyi düşün, iyi konuş, iyi ol” yazıyor Farsça. İçinde Zerdüşt eserleri Avesta’ların bulunduğu kitap dolabının yanında kafamızda takkelerimizle otururken, rehberimiz bu din hakkında detaylı bir derse girişiyor.Günlerden beri çalıştığım bu dersi dinlerken, bir yandan da gözüm hemen önümüzdeki , biraz daha yüksek mermer platformdaki duvarın dibinde yanan kandillerin yanında, başında başörtüsü, avuçları göğüs hizasında hareketsiz durarak, uzun zamandan beri dualar mırıldanan yaşlı kadınla, bir sandalyede oturmuş, beyaz gömlekli, bereli , ileri geri sallanarak huşu içerisinde elindeki Avesta’yı okuyan yaşlı adamda. Yaşlı kadın duaya başlamadan önce, platformun tam ortasında duran ateşkadehin etrafında birkaç kez döndü, sonra önündeki tabaktan bir şeyler serpti.Yoğun duman ve tütsü kokusu sardı ortalığı.Yaşlı adam Avesta okumayı bitirdi, selam veren bakışlarla süzdü bizi, elindeki kitabı saygı ile kitaplığın raflarına koydu. Tapınağın bulunduğu yer, dağda kayaların arasında bir koyak. Ön cephesi sonradan kapatılmış, içerideki ağaçlar çatıyı delerek dışarı yükseliyor.Pirinç kapıyı kibarca omuzlayarak, dışarı, piknik malzemelerimizi bıraktığımız yere geliyoruz.Halıyı gölgeye yayıp, rehberimizin çantadan çıkardığı hurmaları tadarken, o da, önceden hazırlanmış, bizim musakkaya benzer, biber, patlıcan ve domates karışımını tüpte ısıtıyor.Sohbet ederken keyifle yiyoruz. Hollanda’lı Rose bile bu ortamı sevdiğini, çekingenliğini atarak belli ediyor. Ben de, İran’a geldiğim günden bu yana ilk defa sebze yemiş oluyorum.İran’da restoranlarda sebze yemeği bulamazsınız deniyordu, kısmet Allah’ın dağlarının arasında, Zerdüşt Ateş Tapınağının yanı başında yemekmiş.Yemek sonrası, Rose’nin taşıdığı çaydanlıkta demlediğimiz çayları içerken konu dönüp dolaşıp İran’ın yarınlarına, Amerika’nın tehditlerine geliyor.

Saat 15.00’e doğru, herkes çıkardığı eşyaları alarak, bu kez aşağı aracın yanına iniyoruz. Kavurucu bir sıcağın içinde, araçtaki klimanın yardımı ile bunalmadan , bir zamanlar deniz olan Deşt-i Lut çölünü geçiyor, Meybod ve Ardakan’dan sonra Yazd’a giriyoruz.Hamid rehbere bir şeyler söylüyor, o da ileride duruyor.Meğer Bagh-ı Doulad Abad’ın önünde durmuşuz. Hamid dostumun içine dert olmalı ki; gündüz gözüyle buraları görmemi istiyor. Rehberimize teşekkür ederek ayrılıyoruz. Bagh-ı Doulad Abad özel bir işletme olduğu için, giriş ücreti hayli yüksek. Hamid dün 30000 IR ödediğim bileti kapıdaki görevliye göstererek bir şeyler söylüyor, adam gülerek girin işareti yapıyor. Bugün hafta tatili olduğu için asker kaynıyor şehir.Az önce karşılaştığım askerler karşıdaki köşke oturmuş, meyve yiyor sohbet ediyorlar.Yanlarına gidince hepsi ayağa kalkıp, yer gösteriyor, meyve ikram ediyorlar.Hepsi mühendis, ancak İran’da bizde olduğu gibi yedek subaylık yok.Doğrudan er olarak yapıyorlar askerliklerini.Konu Amerika’ya geliyor, hele Bush lafı geçince yumruklarını sıkarak kararlılıklarını gösteriyorlar.Bu kararlılığı, şöförde, mollada, esnafta, hemen her yerde görüyorum.

Bagh-ı Doulad Abad’ı gündüz gözüyle görüp, gün ışığında vitraylarını seyreyledikten sonra, çıkışa yöneliyoruz.Üç tane gencecik kız çadorları içinde, ama çocukça hareketlerle konuşuyorlar.Yanlarına gidip selam veriyorum, çekingenlikleri hemen kayboluyor. İkisi, Gaziantep üzerinden Suriye’ye gitmişler. Birlikte resim çektirmek istiyorlar.Cep telefonlarının kamerası ile de, bol bol birlikte resmimizi çekiyorlar.

Yolun karşısına geçerek bindiğimiz otobüsle Beheşti Meydanına geliyoruz.Bugünkü gezinin bedeli olan 300000 IR’i hala ödemedim.Silk Road Otele yürüyoruz tekrar. Sebastian orada .Borcumu uzatıyorum.O son bir hamle ile, dün verilen fiyatı değil de, listedeki fiyatı kopartmaya çalışıyor. Kararlı bir şekilde, 300000 IR’i uzatıp, ayrılıyorum. “İnsan manzaraları her coğrafyada aynı.” diyorum ben bana.

Bu arada, Hamid , Yazd Üniversitesinde okuyan kuzeninin Tahran’dan Yazd’e döndüğünü, onun evinde kalabileceğimizi söylüyor.Aria Otelin resepsiyonundaki suratsız kadını bu saatten sonra ikna edip ücret ödemeden ayrılacağımıza inanmıyorum.Neyse, yarı ücrete razı oluyor kadın, Hamid’in kuzeni Mehdi ile otelin önüne geliyor, çantalarımızı alıp, Mehdi’nin evine geçiyoruz.Tam bir öğrenci evi.İyi tarafı Aria Otelin çılgın soğutma kanalı yok burada. Mutedil bir serinlik hüküm sürmekte. Mehdi, oğlum Onur’un yaşlarında, elektrik mühendisliği okuyan cıvıl cıvıl bir genç. Bugün ve yarın Yazd’da kalıp, Pazar günü Şiraz’a geçmek istiyorum. Hamid, yine yavaş ve temkinli Şiraz’a benimle gelebileceğini söyledi.Günün yorgunluğu ile bana üniversite yıllarımı anımsatan evde uykuya teslim oluyorum.

14.07.2007 ( YAZD )

Gerçekten de, bir günü dinlenme ve Şiraz’a hazırlanma olarak ayırmam iyi oldu .Gürültüsüz, patırtısız bir ortamda derin uyumuşum. Sabah , Hamid, kahvaltıdan sonra kuzeni Mehdi ile çıktı. Bu arada otobüs terminaline gitmiş, yarın sabah 08.00 için Şiraz’a otobüs biletlerimizi almış.45000IR/kişi. Sıcak her yerden hücum ediyor içeri. Soğutma menfezinden giren hava akşamki gibi serin değil.

Kahvaltıda Hamid aldığı yumurtaları kızartıyor.Pide , peynir ve çay ile güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Bugünü miskinlik günüm ilan ediyorum, kapıdan dışarı çıkmayacağım.Uzanıyor, kitap okuyor, dinleniyorum.Neredeyse 10 gündür, korkunç sıcak altında, uykuda geçen saatler dışında hep yürüyorum.Yeni yorucu günler beni bekliyor Şiraz’da biliyorum. O kadar gezilmesi gereken yer var ki Şiraz’da. Bugünlerde Asya Olimpiyatları devam ediyor. İran da katılıyor.Özellikle futbol karşılaşmalarının olduğu saatlerde sokaklar boşalıyor. Malum, İran Milli Takımını Mustafa Denizli çalıştırıyor.Soyadımı duyan hemen Denizmen ile Denizli’yi benzeterek ilişki kurmaya çalışıyor.

Evden çıkmıyor, sıkıldıkça balkona çıkıp, içeri dönüyorum. Hiç de alışık olmadığım bir sıcak dalgası vuruyor yüzüme. Mehdi geliyor akşamüzeri ve bugün Yazd’da hava sıcaklığının 54 derece olduğunu söylüyor.Akşam yemeğinde, Mehdi’nin dolabında gördüğüm mercimeği, bol soğan ve domatesle pişiyorum, ikisi de bayılıyorlar.Mercimeği bu şekilde yememişler hiç.İranlılar yere , halı üzerine serilip uzanmayı çok seviyorlar. Mehdi, iki gecedir boş yataklar olduğu halde halı üzerinde uyuyor. Piknik alanlarında da, hemen yere serilmeleri geliyor aklıma.

Mehdi bir ara dışarı çıkıyor. Meğer arkadaşlarından nargile almaya gitmiş.Bana sürpriz yapacakmış.Tabii ben, nargileyi ülkemden tanıdığımı söylemedim, ama hiç sigara içmediğimi, bu nedenle nargile de içemeyeceğimi söylemeden yapamadım, elimde marpuçla yalancı pozlar vermekle yetindim. Öyle uykum geldi ki; müsaade isteyip yatağıma çekildim.


15.07.2007 ( YAZD - ŞİRAZ )


Mehdi’nin evinde yaptığımız kahvaltıdan sonra, yine otomobilinle bırakıyor bizi terminale. Yazd terminali çok hareketli, Arap, Afgan giysili insanlarla dolu.Hamid’e “bunlar turist mi?” diye soruyorum. “hayır, bunlar İran’a komşu olan Arap ülkeleri ile Afganistan ve Pakistan’a komşu İran eyaletlerinde yaşayan İranlılar” şeklinde yanıtlıyor. Komşu kültürleri ve coğrafyanın halklar üzerindeki etkisinin canlı tanıkları olarak seyrediyorum. Hareket saati olan 08.00’den , 40 dakika sonra hareket ediyoruz. Şehir kenar kesimlerinden geçerken, kaldırımlara oturmuş iş bekleyen Afgan ve Pakistan’lı işçiler çarpıyor gözüme. İran’ın gördüğüm kadarı ile her yanı şantiye dolu. Hiçbir tehdidi umursamadan yarınlara yürüyor İran. Acaba İran dünya kamuoyu tarafından kazanılmaya , itildiği yalnızlıktan kurtarılmaya çalışılsa, bu ülkenin dışarıdaki özellikle Şii kökenli terör gruplarına yaptığı yardımlar daha kontrol altında tutulamaz mı ? Uluslararası sömürgeciliğin niyeti; elbette üzüm yemek değil İran ile ilgili hesaplarında , bağcı yaman olduğu için önce onu harcayıp, sonra üzümünü yemek herhalde.

Yazd dışına çıkıyoruz.Şu ana kadar İran’da büyük şehirlerde gecekondulaşma görmedim.Burada da, şehir dışında birkaç köyü, kerpiçten yüksek duvarlarla çevrili evleri ve köy meydanında Muharrem ayında kullanılmayı bekleyen nahl’ları seyrediyorum otobüsten. Deşt-i Lut Çölü, otoyolda işleyen çok sayıda Tır, ağır vasıta ve otobüsler , doğal gaz boru hatları, enerji nakil hatları nedeniyle, uysallaşmış, vahşilik ve yalnızlığını yitirmiş görünüyor. Kentler arası yol üzerlerinde yine yerleşim hemen hiç yok.Şiraz yolunun yarısında sayılabilecek Abarko’ya giriyoruz. Marketin içinden başka gölge bir yeri olmayan mola yerinde , soğuk bir “dukh” yani reyhanlı ayran içiyorum.

Bir yandan yolu seyrediyor, bir yandan da, 2500 yıllık bir mirasın sonunda dar bir dünyaya mahkum edilmiş İran halkının yaşadığı psikopatik durumu düşünüyorum, Hamid’in verdiği bir bilgiden yola çıkarak. İran’ın oldukça güçlü kadınlar milli voleybol takımı varmış. Ancak, karşılaşmalarda da, hicap giysileri ile oynadıkları için birkaç Arap ülkesi ile mücadele edebiliyorlarmış sadece.

Şiraz’a yaklaştıkça çöl ve kıraç topraklar yerini Anadolu’nun yeşiline benzeyen bir dokuya bırakmaya başladı. Kavak, salkım söğüt ağaçları, biçerdöverler, bağlar görüyorum artık. Yol genişletme ve demiryolu inşaatı nedeni ilke bir çok tüneller açılmış.İş makineları çalışıyor. Şiraz’a 5 km. kala, şöför kontrol noktasında takometreyi okutuyor. Saat 15.00’de Şiraz’ın Karandish otobüs terminaline giriyoruz. Buradan aldığımız bir taksi ile ( 5000 IR), Şiraz’ın merkezi olan Şuheda Meydanına yakın Pirusi caddesindeki Derya Otele geliyoruz. Devam eden Asya Olimpiyat Oyunları kapsamında İran –Çin futbol karşılaşması var. Resepsiyonda 140000 IR fiyatı aşağı çekmeyi düşünürken, İran bir gol atıyor, resepsiyondaki adamcağız sevinçten zıplıyor ve 10000 IR bir indirim yapıyor bize.Çantaları odaya atar atmaz keşfe başlıyoruz.

İlk ziyaret Arg-e Kerim Khan , Kerim Han Kalesi yani.Şiraz, en parlak dönemini Sasaniler zamanında yaşar.Ancak, Moğol ve Timur akınları , İslam sanat ve felsefesinin ihracının her yere olduğu gibi Şiraz’a da girmesiyle sonuçlanır. Şark İslam sanatçıları, sanatkarları bu topraklardan ünlenir. Hafız’ın , Sadi’nin yetiştiği topraklardır buralar. Moğol-Türk hükümdarı Şah Cihan Şiraz’lı karısı Mümtaz Mahal’in anısına , Taç Mahal’i, Şiraz’da yetişmiş ünlü usta İsa Khan’a yaptırır. Hatta, altı ay önce, Hindistan’da, Agra kentinde Taç Mahal’in güzelliğini seyrederken, Şah Cihan’ın Taç Mahal’i ortaya koyan İsa Khan’ın ellerini, Taç Mahal benzeri başka bir eser yapamasın diye kestirdiğini öğrenmem, böyle bir güzellik karşısında değişik duygu anaforları yaşamama neden olmuştu.

Lale Devri’ne benzer dönem 1747’ de Nadir Şahın öldürülmesi ile , hızla inişe geçer. Ustalardan, eserlerden , hatta kentte yaşayan yoğun nüfustan eser kalmamış, güllerin solduğu, bülbüllerin sustuğu hazin bir harabe yığını çıkmış ortaya.Kargaşaya Kerim Han son verir. Şiraz’ı başkent yaparak, ihtişamlı günlerini geri getirir. Renklenir Şiraz ancak halefleri bu çizgiyi devam ettiremezler. Acar (Qajar) Türklerinin baskısı ve saldırıları neticesi Şiraz yine el değiştirir, İpek Yolu rotası daha kuzeye çekilince de, başkent Tahran’a taşınır. İslam Devrimi öncesi, son hanedanlık olan Pehlevi’ler, bizim 1950’li yıllarda İstanbul’da yaptığımızı yaparlar ; modernleşme, şehir planlaması ve açılan geniş yollar uğruna tarih katledilir.Netice de, Şiraz hayli yaralı da olsa bugünlere gelir.

Şiraz’ın en merkezi yerinde yer alan, Kerim Han Kalesi, 14 m. yüksekliğinde kuleleri üzerindeki bezemeler, kale sertliğini yumuşatıp, bir sanat eseri grubuna sokuyor onu. Gerçi, Pehlevi Hanedanı, şehrin göbeğindeki kaleyi, belki de ibret olsun diye hapishane olarak kullanmış yıllar boyu. Uzun yılların eğip büktüğü emektar ahşap kapıdan girer girmez, boydan boya bir havuz karşılıyor ziyaretçileri.Giriş 2000 IR.

Ağaç ve çiçeklerle donatılmış iç avlunun çevresindeki salonlarda, resim, fotoğraf sergileri, özellikle Şiraz’ın yakın geçmişini belgeleyen fotoğraflar çok güzel.Kerim Han’ın makamında bir Fransız Sefirini kabulünün canlandırıldığı salondaki tiplemeler çok gerçekçi.

Kerim Han Zand Bulvarının bir yanında kale, diğer yanında genellikle kapalı olduğunu okuduğum Pars Müzesi var. Şansım var anlaşılan açık, üstelik ücretsiz. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu mekanda( ki ; ben eski eserlerin bulunduğu yerlerde özellikle flaşla fotoğraf çekilmesine oldum olası karşıyım. Zira ne yazıkki ; fotoğraf çekme bilinci, denizi bile flaşla fotoğraflamaktan öteye gitmiyor genellikle.) özellikle Zand Hanedanına ait çok güzel eserler var. Şiraz aynaları çok hoş.Bir dilberin , yanıbaşında cilveler yaptığı yaşlı adamın ; başını kolları arasına alarak, umutsuz düşüncelere daldığı tablo çok canlı geldi bana, uzun süre hayran seyrettim. Başka bir köşede, bir evlilik kontratı var. Hamid’e tercüme ettiriyorum. Güzel ve genç bir kızla evlenmenin bedelini, mehr’i anlatıyormuş.250 yıllık , Kerim Han’ı nargile içerken gösteren tablo da, Şiraz’ın sanatçı ruhunun tipik genetiğini yansıtıyor.

İstanbul, Urfa, Bursa gibi illerden, yabancısı olmadığımız , Batılıların hayranlıkla dolaştığı Kapalıçarşılardan Bazar-ı Vekil’deyiz şimdi.Kerim Han, Han adından çok kendisine “naip” yani yerine anlamına gelen “vekil” ünvanının kullanılmasını istermiş. Hindistan ve Uzak Doğu’dan gelmiş rengarenk kumaş ve giysiler, çarşının loş ışıklarına rağmen ışıl ışıl. Düğünlerde kullanıldığını öğrendiğim bu kumaşların, çadorla nasıl tebdil edildiğini düşünmeden edemiyorum. Bazar-ı Vekil içerisinde, bir koridorla, ortasında havuz bulunan bir alana açılan Sera-i Müşhi hediyelik eşya almak için pek çok alternatife sahip.Yarın , buradan birkaç parça almak niyetiyle ayrılıyoruz.Çarşıdan Mescid-i Vekil’e geçiyoruz. İran’ın bitmeyen restorasyon çalışmaları burada da devam ediyor.Avlu ve dervaze (anakapı) üzerindeki çiniler , hele içerideki burmalı kolonlar çok güzel.

Şimdi Medrese-i Han’ın devasa dervazesinin önündeyiz.Kocaman ahşap kapısını iterek giriyoruz.Sağdaki koridoru takip ederek, geniş bir bahçeye, ortasında da havuz kenarına varıyoruz.Kocaman bahçede bulunan tek bir bankta bir molla, yanındaki iki adama heyecanla bir şeyler anlatıyor.Gürültü patırtıdan izole bir yer. 1615 yılında

dini eğitim vermek amacıyla inşa edilmiş. Terasına çıkmak istiyorum. Koridorda girişteki odada, esas duruşta karşılayan adamdaymış anahtar.Bu esas duruşu merak etmiştim, nedeni anlaşılmaya başladı şimdi. Koşarak anahtarı alıp, bizimle pislik içindeki merdivenleri çıkıyor ve asma kilidi açıyor. Şiraz ; Camileri, Zagros Dağlarının uzantıları, önümüze kadar uzanan Bazar-ı Vekil’in çatıları ile uzanıyor önümüzde. Medrese şu anda boş, odalar kapı pencereleri perişan, toz toprak içinde. Restorasyona girecek anlaşılan. Bahçenin sessizliğinde bir müddet oyalanıp, çıkış kapısına geliyoruz.Kapı kilitli.Görevli izin vermezse çıkamayacağız. Hamid sesleniyor, kapı açılıyor , çıkıyoruz.

Akşam karanlığına yakalanmadan son yumuşak ışıklarında fotoğraf alabilmek için, hızlı adımlarla Bagh-ı Narenjestan’a (Narenciye Bahçeleri) gidiyoruz seri adımlarla. 1879-1886 yılları arasında inşa edilmiş, bir zamanlar vali lojmanı olarak da kullanılmış Narenjestan-ı Gavam binasına kadar uzanan güzel havuzu takip ederek binaya giriyoruz.Giriş holündeki aynalı işlemeler, sırça köşke gireceğimizi anlatır gibi.Üst kata çıkıyoruz.Sağdaki salonda , tavandaki silindirik ahşap kayıtlar üzerine işlenmiş minyatürler çok hoş. Yandaki salonda, yaşlı bir usta şöminenin kırık pervazlarının kopyalarını çıkarıp, tamir ediyor.Selam verince hoşuna gidiyor.Yandaki salondaki tabloları ben yaptım diyor.İşini bırakıp, yan salona alıyor bizi , çiçek tablolarını gösteriyor.Eserlerinin önünde fotoğraflayıp, teşekkür ediyorum. Bodrum katta Zinat-ol Molk binası var, Şiraz Üniversitesine bağlı. Geleneksel eşya, silah gibi objeler sergileniyor. Ancak, birbirine bağlı tünellerden oluşan teşhir salonu ve rutubet kokan havası hızlı bir seyir yaparak, şahane Narencistan Bahçelerine çıkmamıza neden oluyor.Ama bu arada, Pehlevi dili adında apayrı bir dil olduğunu ve Şiraz Üniversitesince basılmış tanıtıcı kitapları olduğunu öğreniyorum Zinat ol-Molk salonlarında. Bagh-ı Narencistan’ın renkli çiçekleri, arkasında Narenjestan-ı Ghavam’ın alın frizindeki minyatürleri seyre dalıyorum uzun süre. Hava kararırken ayrılıyoruz Narenciye Bahçelerinden. Kaldırımlar insan kaynıyor. Herkes dükkan ve marketlerin önünde alış veriş derdinde. Yine, Çello Kebap yememek için, pide, domates, hıyar, peynir ve karpuz alıp, otele dönüyoruz. Kalabalık caddede ilerlerken, ikazıma rağmen manavın verdiği incecik poşet kopuyor. Çatlayan karpuzun üzerime akan sularına aldırmadan otel odamıza kadar taşımayı başarıyorum. Hamid bu akşam yemeğini garipsiyor, ancak sonradan oda hoşlanıyor.

Günün yorgunluğu yemek ve banyodan sonra yine çullanmaya başlıyor üzerime.Son görev olarak günlük notlarımı geçiyorum defterime ve merhaba uyku.


16.07.2007 ( ŞİRAZ )


Derya Otelin kapıları şiddet uygulamadan ne açılıyor, ne de kapanıyor.Sabah 05.00’de diğer odalardan gelen çarpma sesleri ve çocuk feryadları ile uyanıyorum. Uyuyamadım, ailemi, torunumu (benim Pontika’mı) düşündüm durdum. Bugün İrem Bahçelerine , erken saatlerde gideceğiz, bülbül seslerini duymak için.Akşamki nevalelerle kahvaltıyı halledip, Zand Bulvarının köşesinden taksiye biniyoruz.Meğer 08.00’de açılıyormuş.Anlaşılan bülbüllerle randevumuz mümkün olmayacak.Açılış saatine kadar yukarı Şiraz Üniversitesinin önüne kadar yürüdük. İran Devlet Üniversiteleri, yetiştirdiği öğrenci kalitesi bakımından uluslar arası bir üne sahip. İrem Bahçeleri de, Şiraz Üniversitesi Botanik Mühendisliği’nin araştırma-uygulama alanı. İranda da, diğer ülkelerde olduğu gibi, yerli ve yabancı turistlere neredeyse 20 kata yakın farklılıkta bilet uygulaması var, müze ve ören yerlerinde. Hamid biletleri alıyor ve 40000 IR yerine 2000 IR lık biletle giriyorum İrem Bağlarına. Acar Türklerince inşa edilmiş, ziyarete kapalı bir köşk olan Kakh-ı Eram , ön cephe alnında güzel, erotik minyatürleri, kolonları, zarif mimarisi ile estetik titreşimler yaratıyor insan ruhunda. Aklım, yarı çıplak saçlarını taşıyan dilberde , bugünlere geliş mucizesini düşünüyorum.İnce, narin havuzun boyunca yürüyor, fotoğraf çekiyorum. Cennette vaad edilen İrem Bağları buradan daha güzel midir , bilemem ama ben Şiraz’daki İrem Bahçelerini beğeniyorum.

İrem Bahçelerine çıkan Eram Caddesi, Şiraz’ın en lüks yapılarının bulunduğu bölgede.Gerçekten yeni yapılan ve Doğu Kültüründen ödün vermeden ortaya çıkan konutlar , pek çok estetik çizgilere sahip.

Narencistan Bahçeleri

İrem Bahçeleri


İran’da gerek otobüslerde, gerek caddelerde yürürken, halkın çok sakin, sabırlı ve hoşgörülü olduğunu hissediyorum.Adres sorduğum pek çok esnafın, dükkanını bırakarak, bana yardım edebilmek için yüzlerce metre yürüdüğüne tanık oldum . İstanbul’da dükkan camlarına asılan “adres sormak yasaktır.” türünden levhaları , Batılılaşmanın bir ölçüsü olarak mı almalı acaba!

Sırada, Bagh-ı Afif Abad var. 1863’de Acar mimarisi ile inşa edilmiş. Ne yazık ki; bina estetiğine , belki de mantığına yakışmayacak bir görev üstlenmiş şimdi. Alt katta, tarih içinde, insanların birbirlerini öldürmek için geliştirdiği silahlar, kronolojik bir sıra ile sergileniyor. Kerim Han’ın kılıcından, miğfer ve zırhlardan başlayan koleksiyon, giderek uzun namlulu silahlar, bazukalara uzanan bir iğrenç teşhire dönüşüyor.Silahların çoğu Rus.Amerikan ve Alman malı.Petrol gelirlerinin aktığı mecraları gösteriyor. 1980-1988 yılları arasında , 8 yıl çılgınca devam eden ve 500000 kişinin ölümüne neden olan Irak-İran Savaşı, silah ticaretinin, ülkeleri nasıl bilinçsizce savaşa sürüklediğinin çarpıcı işareti idi. Sırf Şii oldukları için, İran’a karşı Irak’ı destekleyen Sunni Arap Ülkeleri doğrudan destek ile, dumanlı havadan yararlanmayı fırsat bilen Amerika ve SSCB gibi silah tacirleri satış yoluyla savaşı kızıştırdılar. İran ise Suriye ve Libya gibi terör ihraç eden ülkelerden yardım aldı. 8 yıl içinde iki ülke halkı kırılırken, önce Irak’ın müttefikleri tarafından, sonra da İran’ın destekçileri olan Libya ve Suriye tarafından yalnız bırakılmaları ile, iki taraf da bir karış yer kazanamadan savaşı bırakmak zorunda kaldılar.Sanki, bir perdenin arkasındaki orta oyunu gibi, yönlendirilerek , iradesizce oynanan bu büyük savaş oyunu , iki ülkenin kaynaklarını tüketmesine, 500000 gencini kaybetmesine neden oldu.Savaş, İran’daki yeni molla rejimine yaradı. İslam Devrimi sonrası, halk , savaş nedeniyle tek vücud oldu, devrimin kaos ortamı da bu savaş içerisinde eritildi.Bu gezimde, neredeyse bütün İran kentlerinde gördüğüm, devasa posterlerde ve Golestan-ı Şuheda’ (yani şehitler mezarlığı) larda , Irak-İran Savaşında ölen askerler ve gençler anılıyor hala.

Üzücü olan şu ki, bu korkunç savaş sonrasında bile, bugün İran’ın ; Lübnan, Filistin , Irak hatta Azerbeycan ve Nahçivan’a karşı kullanıldığını bile bile Ermenistan’a silah yardımı ve satışında bulunabilmiş olması.

Neyse, biz Bagh-ı Afif Abad ‘ın güzelliğinden uzaklaşıp, girişte mevzilenmiş tank ve topları, şimdi askeri müze olarak kullanılan güzelim binanın bodrum katındaki silahları görünce, geçmişin bir türlü ders alınamayan uğultulu tarihine gittik.

Ama, askeri müzenin duvarlarında Zerdüşt resimleri bulunuyor.Ne diyordu Zerdüşt dininin yüce kitabı Avesta; “iyi düşün, iyi konuş , iyi ol”. Başka sefere inşallah.

Afif Abad’dan çıkıyoruz. Yine sıcak ele geçirmiş sokakları.Afif Bulvarında pek çok mağaza siestaya girmiş.Trafik yoğunluğu azalmış.Akşam, Hamid bir ara yabancıların yoğun olarak kaldığı Esteglal Hotel’e gitmiş, Persepolis gezisi hakkında fikir almak için.Boş yer olduğunu ve aynı ücreti ödeyeceğimizi öğrenince, Esteglal Otel’e geçmeye karar veriyoruz. Lonely Planet’in önerdiği otellerin başında geliyor.Ancak, ilk karşımıza çıkan Derya Otel olduğu için, sıcakta dolaşmamak için buraya girmiştik. Hemen yan sokaktaki Esteglal Otele çantaları bırakıyor, zamanla yarışırcasına Hafız’ın kabrine yollanıyoruz. Bindiğimiz otobüs, Hafız Caddesinde bırakıyor, Gülistan Caddesine kısa bir yürüyüş yaparak , büyük bir park alanının önüne geliyoruz.Hafız’ın kabri burada. Gişeye yönelirken, muhabbet kuşu ile niyet çektiren biri yaklaşıyor. İlgi göstermeyince, kuşun gagasındaki niyet kağıdını uzatıyor, para istemediğini hizmet için yaptığını söylüyor anlayabildiğim kadarıyla.5000 IR ödeyerek, çiçek ve havuzlar içindeki, fotoğraflarından tanıdığım geniş bahçeye giriyoruz.


Hafız’ın kabrinde O’nun şiirlerini okuyanlar

Mermer bir blok içinde kabir.Ziyaretine gelen İran’lar eğilip kabri öpüyor, dualar okuyorlar.Sıcaktan, bahçeyi çevreleyen duvarların nişlerine sığınmış gençler, 1324-1389 yılları arasında yaşamış ve ömrünün neredeyse tamamını Şiraz’da geçirmiş Hafız’ın Divan’ını okuyorlar.Hemen arkada Hafız Araştırma Kompleksi ve Kütüphanesi var. 1773 yılında Kerim Han tarafından yaptırılmış, 1935 yılında da üzerindeki 8 sütunlu çatı inşa edilmiş. Gölgede oturan iki genç kıza yaklaşıp soruyorum.” Hafız’ın şiirlerini okudunuz mu?” diye. Kendilerinden emin cevap veriyorlar. ”elbette”. Sonra şaşkın soruyorlar, ”İran’ı yalnız mı geziyorsun ?” . “Başlarda öyleydi, şimdi İran’lı bir arkadaşımla geziyorum.” Diyorum.Hafız, Sadi, biraz da Ferudettin-i Attar’dan konuşuyoruz. Arkadaki bahçeye geçiyorum. Burada da Hafız’ın meslekdaşları yatıyor.Büyük dut ağaçlarının gölgesinde genç çiftler hasret gideriyor. İran’ın aşk şairleri, ölümlerinden sonra da aşıklara yol gösteriyor.

Hamid’le nişin gölgesinde otururken aklıma geliyor.Girişte muhabbet kuşunun çektiği niyeti okutuyorum.” Sırlarını söylemezsen başarılı olacaksın. Bir camiye gitmen lazım” diye tercüme ediyor.Anlaşılan , bugün Şah-ı Çerağ Camiine gitmek gerekecek ! Ayrılmak istemiyorum buradan, ancak bugün program yine yüklü.Kalkıyoruz.

Hafız’ın karşısından otobüse biniyor, bir meydan da iniyor, güzelim ferforje kapıları

Kırılıp yerlere serilmiş, Delgosha Bahçelerine giriyoruz. Geniş bir kanaldan akan serin sulara ayaklarını sokarak, başında piknik yaparak, nargile içerek günü geçiren İran’lılara selamlar vererek, boydan boya geçiyoruz bahçeleri.İlerdeki tepenin yanından, dağlara doğru ilerlerken, Sadi’nin kabri önünde buluyoruz kendimizi.Girişteki görevlilere Hamid’in selamı, benim Türk oluşum yetiyor. İçeri giriyoruz. Hafız’ın kabrinin daha basit, ancak daha fazla ziyaretçi aldığını okumuştum.Çiçekler arasındaki giriş, sütunlar üzerinde yükselen türkuaz kubbeli kabirin önünde bitiyor.Kubbenin altında sakız mermeri bir lahitin altında yatıyor Sadi. Çok gezmiş, başından çok maceralar geçmiş Sadi’nin Hafız’ın aksine.Lahdinin başucuna hayatı, iki tarafında türkuaz rengi çiniler üzerinde eserlerinden alıntılar anlatılıyor.Panolara bakarken, çocukluğumda babamın armağan ettiği, M.E.B yayınlarından Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirdiği Gülistan ve Bostan’ı anımsıyorum. Orta okul yıllarımda, bana ayrılan dolapta özenle sakladığım kitaplarımdan ikisi idiler.

Arka bahçede ağaçların gölgesi, özellikle buz gibi su sebili, Sadi’ye bir kez daha rahmet okumamıza vesile oluyor. Kabrin önündeki geniş meydanın altında, Qanatlarla gelen suyun kaynadığı bir havuz var. Yine merdivenlerle inilen, huzurlu oturma setleri bulunan bölümün ortasındaki havuzda, akıp giden tertemiz su içinde balıklar yüzüyor.Ben de cebimdeki bozuk paralardan atarak, insanların kalplerinde zuhur eden kötülük duygularından arınmalarını diledim.

Şiraz’ın sıcağı bugün resmen iflahımı kesti, bunalttı beni.Elimden gelse, Sadi’nin bir köşesine kıvrılıp serin serin uyuyacağım.Ama, aklımdan geçenleri duymuş gibi, Hamid ; ”hazır ol, Meşhed’e gidiyoruz.” diyor. Hayırdır, sürpriz olsun diye uçak bileti mi aldı Meşhed’e diye düşünürken, açıklama getiriyor. Şah-ı Çerağ’a gideceğiz. Bizler için, Meşhed kadar önemli ve kutsaldır.

Bindiğimiz otobüsten Zand Meydanında iniyoruz.Sıcaktan vücudum, yoğun trafiğin neden olduğu egzost gazlarından da boğazım yanıyor.Şah-ı Çerağ ‘a doğru yürüyoruz.Geniş bir meydanın arkasındaki, yoğun insan kalabalığından anlıyorum geldiğimizi.İlk olarak 14. y.y ortalarında yapılan türbe, geçen yüzyıllar içinde büyütülüp, genişletilmiş.Şiilerin 8. imam’ı Rıza’nın kardeşi Seyid Mir Ahmed’in kabri burada.İmam Rıza gibi Seyid Mir Ahmed de öldürülünce, Şii birlik ruhunun birer unsuru olmuşlar.İçeri giriyoruz.Hani termosların içinde incecik sırça vardır. Isı transferi çok düşük olduğu için serin tutar içindekini.Sanki, sırçadan bir mekana girdim. Küçücük bir titreşimde, paramparça olacak gibi geldi, belki yüz milyonlarca ayna ve camdan oluşmuş duvarlar, kubbe ve kemerler. Girişte fazla ilerlemeden sağda duvarın dibine çöktüm ortalığı izlemek için. Meğer, iki metre ötemde, Seyid Mir Ahmed’in mezarı varmış.Mezar dedim ama, bu da aynadan, vitray ve camdan , parlak metallerle çevrili, açık deliklerinden, bağış paralarının atıldığı bir köşk.Gelen, ellerini kavuşturarak yaklaşıyor, parmaklıkları öpüyor, kimi kıyıda köşede kalan tozları parmaklarının ucunda toplayıp, yalıyor. Bunu, Hindistan , Delhi de , Chandi Chowk’un çıldırtıcı trafiğinin bulunduğu cadde üzerindeki Gudwara (Sih Tapınağı)’nın bir köşesinde de görmüştüm, Myanmar’da Schwedagon Pagoda’da da. Kendini vermenin, sonsuz teslimiyetin, nefsi yok saymanın bir ifadesi olsa gerek.Dayandığım , duvar değil, camii ikiye ayıran, türbenin yan cephesini de kadınların ziyaretine açan bir camdan paravan imiş. Sıcaktan bunalıp, gereğinden fazla oturup uzananları, kokartlı görevliler sözle değil ama bakışlarla ikaz ediyorlar.Bu bakışlara muhatap olmamak için, yeterince görüp, tanıyıp, biraz da nefeslendikten sonra, Şiraz’ın kavurucu sıcağına teslim oluyoruz.

Şah-ı Çerağ Türbesinin kocaman avlusunun hemen arkasında Jameh-i Atigh Camii var. Çok eski bir camii. İlk inşaatı 894 yılında yapılmış. Bahçesinin tam ortasında Kabe’den esinlenildiği söylenen ve “Allahın Ev” diye anılan dört köşe bir yapı var. Bu camii de restorasyon altında olduğu için her tarafı moloz, toz toprak içinde.

Son olarak, Nasır–ol-Molk camii önündeyiz. Dün akşam kapandığı için yetişememiştik. Kapıdaki aksi adam, 30000 IR diye tutturuyor.Neden sonra, 2000 IR ödeyerek giriyorum.Burmalı sütunları ile çok güzel temiz bir camii. Güney İran’ın en zarif camisi sayılıyor. Avludan yandaki salona girildiğinde, yakın geçmişe ait fotoğraf serginini geziyoruz.

Şiraz içinde gezilesi yerlerin önemli bölümünü dolaştık sanıyorum. Esteglal Otel resepsiyonundan 450000 IR vererek yarın, Pasargad, Persepolis, Nakş-ı Recep ve Nakş-ı Rüstem’e gitmek üzere rezerve yaptırdım.


17.07.2007 ( ŞİRAZ ‘ pasargad, nakş-ı recep, nakş-ı rüstem, persepolis ’ )


Yatakta dönerken çıkan çatırtılar, soğutma sistemi fanının laçkalaşmış motor yatağından gelen inlemelere rağmen iyi uyumuş ve dinlenmiş olarak kalkıyorum.

Saat 07.00’de otel resepsiyonunda ; bizi, 2500 yıl önce kurulan Akaemeneid İmparatorluğuna başkentlik yapmış Persepolis ve çevresine götürecek aracı bekliyoruz. Fakat, daha otel girişini yapmadan pazarlanan ve Hamid’in ilgilendiği bu gezi biraz huylandırıyor beni. Hindistan’da aldığım bir tur için, resepsiyonda asker edilmiştim.Sonra, acenta, ısrarlı karşı koyuşlarım neticesinde , İngilizce bilen şöförü ile bir taksi tahsis etmişti , tur programını tamamlamak için. Neyse, bir-kaç dakika sonra, aşağıdan gelen korna sesi, beklendiğimizi müjdeliyor.

Şiraz’a girdiğimiz yollardan geri gidiyoruz. Dervaze-i Kuran’dan geçerken, üzerindeki tepede bulunan mağarada, su sesleri arasında ömrünü geçirerek, şiirler yazan, ölümünden sonra da, oracığa gömülüveren Hacı Kirmani geliyor aklıma. Onun ünü, şimdi çay bahçesi olarak işletilen mekanda devam ediyor hala.

İlk durağımız 125 km. ilerideki Pasargad. Sirus, dünyanın ilk imparatorluğu olarak bilinen Akhaemeneid İmparatorluğunun başkenti yapar burayı. Dümdüz bir ovada, görünebildiği kadarıyla fazla bir şey kalmamış ayakta. I. Sirus’un kurduğu imparatorluk, II. Sirus ile canlanır. İşte aracı park edip, 3000 IR biletimizi aldıktan sonra Pasargad’ın sembolü olmuş mezar, II.Sirus’a aittir.Ancak gördüğü bakım nedeniyle etrafı demir iskelelerle öylesine çevrilmiş ki; taştan lahiti görmekte zorlanıyoruz.

Pasargad’da ikinci durağımız Achaemeneid Palaces. 3192 m2 alan üzerine kurulu alan üzerindeki yazılı kaya ve kaya kabartmaları içinde , tarihe mal olmuş ;” ben Sirus. Ackaemeneid Kralı “ ifadeleri ile başlayan ve MÖ 546 yıllarına tarihlenen ifadeleri ile dünyanın ilk imparatorluğunu müjdeleyen yazılar belirleyici olması açısından çok önemli.

Süleyman’ın Hapishanesi(prison of Solomon)’un önündeyiz şimdi. 7.25m. x 7.23m. ölçülerinde, 14 m. yüksekliğinde ve arkadan yaslanan demir payandalarla ancak ayakta durabilen yapıdan, bir tak’tan başka bir şey kalmamış geriye.

Süleyman’ın annesinin tahtı (throne of the mother of Solomon) denilen yerdeyiz. Ne rehber kitabımda, ne mahallindeki bilgi panolarında, açıklayıcı bir bilgi yok.Hangi Süleyman, hangi tarih anlamak mümkün değil. Arap işgallerinden sonraya tarihleniyor ise, 600lü yılların ikinci yarısında Sasaniler’in son dönemleri veya yıkılışın hemen sonrası olabilir.600 m2’lik yüksek bir platform üzerine, yandaki patikalardan tırmanarak çıkıyorum, Pasargad ovası ve barındırdığı (çok az da olsa) antik eserler , gerçekten taht tanımına uyan bu tepeden çok güzel görünüyor.

Pasargad’ın teşhir edebildiği tarih bu kadar. Achaemeneid gibi yeryüzünün bilinen en eski imparatorluğunun kuruluşuna ev sahipliği yapması, Şiraz’dan 125 km. ilerideki bu topraklara gelmenin bedeli olarak herkese uygun gelmeyebilir, ama ben biraz puslu bilgilerle de olsa buraları ziyaretten zevk aldım

Pasargat’tan Şiraz istikametine geri dönüyor, 78 km sonra dik bir kaya grubunun üzerindeki kabartma rölyeflerinin ve mezarlarının bulunduğu Nakş-ı Rüstem’e geliyoruz. Giriş 3000 IR. Ülkemde kaya mezar ve kabartmalarına aşinalığım olsa da; ilk Pers İmparatorları olan, 1. Daryus, 1. Ataxerxes, 1. Xerxes ve 2. Daryus’u betimlediği iddia edilen kabartmaları görmeden geçmenin ; tarihe en azından ilgisizlik olacağını düşünüyorum.

Aslına bakılırsa, Nakş-ı Rüstem ve az sonra göreceğim Nakş-ı Recep’in tarihlendiği devir ve bilgiler pek net değil. Kabartmaların karşısındaki, Achaemeneid Ateş Tapınağı olduğuna inanılan Kaba Zardosht, duvarlarındaki Sasani dönemi zaferlerini anlatan resimleri ile ünlü. Ancak yaz aylarında bazen geç açılabileceğine dair , okuduğum not gerçek oluyor, giremiyorum.

Nakş-ı Rüstem’in yaklaşık 1 km karşısına düşen Nakş-ı Recep’deki , dört Sasani kabartma rölyefi diğerlerinden farksız. Pers kralları Ardeşir ve Shapur’a ait olduğu belirtilen rölyefler’in bunca zamana direnebilmiş olmasına şaşkın bakarken, erozyonlarını önleyici bir önlem alınmamalarını, daha yüzyıllar boyu, canlılıklarını koruyabileceklerine olan keskin inanca mı bağlamalıyım acaba ? 3000 IR.

En son ve önemli durağımız Persepolis. Nakş-ı Recep ile Persepolis arası 6 km. Her tarafta Persepolis’i gösteren levhalar var, çoğunun üzerinde “ Pers İmparatorluğunun kalbi ” yazıyor. Gerçekten de öyle. MÖ 560 yıllarında kurulan ilk Pers İmparatorluğu olan Akamenid’ler, Büyük İskender’in Anadolu ve Batı Asya’yı yerlebir ederek ilerlemelerinden paylarını alıyorlar, Rersepolis bir gecede, harabeye dönüyor.Ancak, MÖ 161-224 yıllarında Partlar İmparatorluk kuruyorlar.Ardından Sasaniler, Safeviler derken, son iktidar sahibi Pehlevi Hanedanı’na düşüyor, İran’ın kuruluşunun 2500. yılını kutlamak, 1971 yılında.8 yıl sonra da, son hanedanlık, İslam Cumhuriyetine tebdil oluyor. Elbette, her devlete nasip olmayacak bir onur , 2500 yıllık bir ömür. Geniş, heybetli bir yolla ana kapı önüne geliniyor.Ana kapıya varmadan geniş bir meydan var.Rıza Pehlevi’nin, İran’ın 2500. yılında dünyanın her yerinden misafirlerini, burada hazırladığı tesislerde ağırladığını okumuştum.

Aracı park ettiğimiz yerin yanında, çevrili, güzel bir ağaçlık park var. Ana kapıdan giriyor, kapıdaki görevliden bir bankın üzerine yaydığı battaniyeyi rica ediyor, ağaçların gölgesine seriyorum. Küçük sırt çantamda getirdiğim domates, hıyar, peynir ve pideleri çıkarıyorum. Hamid, özellikle İran’lı şöförümüz şaşkın bakıyorlar bana. Yanımdan ayırmadığım İsveç çakısı ile domatesleri ve hıyarları doğruyorum.Şaşkınlık yerini iştaha bırakıyor, kısa sürede tüketiyoruz, yanımda getirdiklerimi.” Belki ben de, İran tarihinde, Persepolis kapısında hıyar doğrayarak giren biri olarak yer alırım.” Diyorum, gülüşüyoruz. Çöplerimizi kutuya, battaniyeyi sahibine teşekkür ederek veriyor ve Persepolis gişelerinin önüne geliyoruz.Giriş ücreti 5000 IR. Tabii hemen belirtmeliyim, biletleri Hamid’e aldırıyorum özellikle, öyle olunca da, yerli turist tarifesine giriyorum.

Dolaşmaya başladığımız saatler, güneş ışınlarının en sert ve insafsız olduğu anlarda, Xerxes(milletler kapısı) Gate’dan giriyoruz. Persepolis’i detaylı anlatmak istemiyorum. Zira, rehber kitaplarda özellikle internette ilgi duyanlar için sonsuz bilgi kaynağı var.Aktarmak istediğim, sıcakta gerçek anlamda bayılmak üzere iken, tırmanmaya başladığım 2.Artaxerxes’in kaya mezarının gölgesinde kendime gelmem, bunca olumsuz ışık şartlarında fotoğraf çekmeye çalışmam, hep yanımda olmaya gayret eden Hamid’in, sonunda pes edip, müze girişindeki banklarda kafasına soğuk sular dökerek beni beklemesi.Hemen her köşesini, kitaptan takip ederek gezmeye tanımaya çalışıyorum ve elimden geldiğince fotoğraflıyorum. İki yıl önce, Girit’te, Knossos Sarayında , yine böyle bir sıcakta, yine aynı duygular ile dolaşmıştım.

Çıkış kapısına yöneldiğimizde, merdivenleri çıkan bir grup ile karşılaşıyorum. Alımlı, renkli , soft hicap giysileri, pantolonları ile genç kızlar, erkek arkadaşları ile gülüp şakalaşarak giriyorlar Persepolis’e . Bir an, Persepolis caddelerinde dolaşan güzel kadınları, yosmaları, onların kurlarına karşılık verme fırsatı arayan çapkınları, toplumun günahlarını bağışlaması için kapandığı Ateş Tapınağında dua eden Zerdüşt rahipleri, karargahlarda saldırı planları tezgahlayan askerleri, evlerinin önünde oturmuş hayat pahalılığından şikayet ederek dedikodu yapan yaşlı kadınları , işgal sonrası Büyük İskender’in bir ay geçirdiği Persepolis’in ürkek ve suskun halini , en kötü geceyi , yanıp kül olduğu o uğursuz geceyi yaşamaya başlıyorum, başka zaman boyutlarında. Hamid yetişiyor, güneş çarptığı için, başım dönüyor sanmış. Vefakar dostum, nereden bileceksin, - 5 derecede Prag’da bir gece yarısı, Karlovy Köprüsünün üzerindeki heykellerin yanında da, neler düşünmüş ve böylesine çarpılmıştım ben.

Gölgede bizi bekleyen iyi niyetli şöförümüz yaklaştığımızı anlayınca kalkıyor. Kia Pride aracın klimasının serinliğine sığınıyoruz Şiraz’a dönerken.Kulağıma çok hoş bir müzik sesi geliyor. Doğu hüznünü tam anlamıyla tarif eden kadının sesine veriyorum dikkatimiİlgimi fark eden şöför bir daha çalıyor aynı parçayı. Shalika isimli bir şarkıcı imiş. Hamid’e” Şiraz’a dönünce bu kasedi bulalım “ diyorum. “Bulamayız. Çünkü Shalika aşk şarkıları söylüyor, rejim de halkı miskinliğe ittiği gerekçesi ile , özellikle kadın şarkıcıların bu tür eserlerinin satışını yasaklıyor. “ diye yanıtlıyor. Doğru mu , bilemem, ama gerçek payı olduğu muhakkak. İsfahan’da Sie So Pol’ün , Jolfa semti kıyısında , gün batımı saatlerinde, yanımdaki bankta oturan bir “Hatemi gencinin “ dinlediği pop şarkıları kimin söylediğini sormuş ve “ Ramin Bibak “ cevabını almıştım.En büyük evrensel faktör, aşk ve sevgi çağıran nağmelerinin yasak oluşunu kabullenmek ne kadar da zorluyor insanı. Ben, gerek Shalika’nın, gerekse duyduklarımın etkisi ile, boğazım düğümlenmiş neredeyse gözyaşlarıma hakim olamayacağım.Şöför, etkilendiğimi anlayınca, kaseti çıkarıp bana uzatıyor, “armağanım olsun” diyor. “ Otele kadar dinleyelim, sonra alırım, ama, ben de sana bir CD hediye edeceğim. “ diyorum. Şiraz girişinde, Dervaze-i Kuran önünde duruyor ve civarını dolaşıyoruz. Mir Ali’nin mezarı üzerinde yükselen sembolik şehir kapısı, üst kata Kerim Han Zand tarafından kuran okumak için yapılan odadan dolayı Dervaze-i Kuran olarak anılır olmuş. Esteglal Otelin önündeyiz. Şöföre , Sibel Can’ın bir CD’sini veriyorum, adamcağız teşekkürler ederek ayrılıyor yanımdan.Şiraz’dan Tebriz’e uçuş olmadığı için, 1530 km. yolu otobüsle gideceğim.Otelde biraz nefeslenip, Karandish otobüs terminaline gidip, , yarın saat 14.00 için bilet alıyorum.125000 IR.Dönüşte, Zand meydanı civarıda dolaşıp, para bozduruyorum.Otele dönüyorum ve notlarıma gömülüyorum.Persepolis ve civarını detaylandırmadan, hissettiklerimi yazmayı tercih ediyorum. Dünya öyle küçük , bilgi kaynakları öyle sonsuz ki.

18-19.07.2007 ( ŞİRAZ - TEBRİZ )


Sabah kalkıyor, kahvaltı yapmayı sonraya bırakarak, Bazar-ı Vekil’e gitmek üzere Şiraz sokaklarını arşınlamaya başlıyoruz yine. Esnaf dükkanlarını yeni açıyor, çarşının tavanından aşağı uzanan ışık sütunları, süpürülen dükkanlardan yayılan tozu, incecik zerreler halinde teşhir ediyor, ağzımı kapıyorum geçerken. Dükkanlar temizlendikten sonra, kuş kafesleri asılıyor, çarşının dar sokaklarında, her zamanki askılarına. Girdiğimiz dar koridor, bir kapıyla biterek, dikdörtgen bir havuzun bulunduğu geniş bahçeye, Sera-i Müşhi’ye getiriyor. Bugün Şiraz’da son günüm. Persepolis rölyefleri ile , metal kabartma Hafız’ın kabri rölyefinden alıyorum. İlkine 18000 IR, diğerine 55000 IR veriyorum.Esnaf nazlı, tenzilat isteyince kızıyorlar.Oysa, Myanmar, Bagan’da , bir genç ; kendi elleriyle, sandal ağacından oyduğu , akıllara zarar incelikli “ elinde yelpaze tutan Budist rahip “ heykelini 1 $ ‘a satabilmek için yalvarmıştı neredeyse. Oysa, benim kararsızlığım, kırılmaması için, pagoda ziyareti dönüşünde almaktı bu harika bibloyu.Her gün, çalışma masamın üzerinde, bu genç ustayı hatırlarım, her bakışımda.Benim asıl arzum, İsfahan işi, Hatem denilen ince tel çakma tavlalardan almak.Ancak, Hamid, ” buradan taşımana gerek yok.Tebriz, sınır kenti olduğundan, her aradığını orada bulabilirsin” deyince, erteliyorum.

Esteglal Otelde odamızdayız. Bütün gün soğutma sistemlerini çalıştırmıyorlar, hava kararıp, ortalıktaki yoğun sıcak kırıldıktan sonra , değirmen misali sesleri ile , uyku ve huzur katline başlıyorlar.Klasik kahvaltılarımızdan birini daha yapıyor ve terminale doğru yola çıkacağım saate kadar , çantaları toplayıp, dinlenmeye karar veriyoruz.Hamid beni Karandish Terminaline kadar getirip, uğurlayacak, dönüp, Şah-ı Çerağ’a gidip dualar edip, namaz kılacak ve akşamüzeri Kashan’a doğru yola çıkacak.15 gündür, daha önce birbirini, tanımayan iki insanı, bir arada tutan, çelişki yaratmayan faktör neydi ? Sanırım, yakın coğrafyaların çocukları olmamız ve Doğu’nun ortak kültür çeşmelerinden beslenmemizdi. Sanırım bir Amerikalı veya İngiliz ile bu kadar uyumlu 15 gün geçirmek zor olurdu. Bir çok gezimde, Çinli ve Japon gezginlerle Batılılara oranla daha çok birbirimize sokulduğumuzu, daha müşterek değerlerimizin olduğunu hissetmiştim. Işık Doğu’dan yükseliyordu benim için, dostluklar da.

Bugün, Şiilerin 9. İmamları Muhammed Tak-i ’nin ölüm yıldönümü imiş. Televizyonda siyah matem giysileri içindeki sunucu ve katılımcıları görünce, Hamid’e nedenini sorarak anlıyorum. Daha sonra, Humeyni’nin , sağlığında subay ve askerlerle bir camide namaz kıldığını onlara İmamlık yaptığını izliyorum.

Çantaları sırtlayıp, otobüsle terminalin yakınlarına gelip, yürüyoruz.Otobüsümün hareketine bir saat var. Kendi biletini almak üzere giden Hamid dönüyor ve “ Bugün Kashan’a bilet kalmamış, Tebriz’e benim de gelmemi istermisin ? “ “Memnun olurum “ cevabını alınca, fırlayıp Tebriz standına bilet almaya gidiyor. Hamid’in; Kashan, İsfahan, Yazd ve Şiraz için hep son anda birlikte gelme önerisi getirdiğini düşünürken, arkamdaki çığırtkanın “ Kashan, Kashan “ diye bağıran sesi geliyor, ben duymamış oluyor, kendi kendime gülümsüyorum. Hamid, bu kararı ile, dönüş rotasını yaklaşık 4000 km artırmış oluyordu. Anlaşılan, dostluğum, sıcak yaklaşımım, onda elinden geldiğince beraber gezme isteğini artırmıştı ve ben İran’ı özel bir rehberle gezmenin rahatlığı ile bitirecektim.

Saat 14.30’da hareket ediyoruz.Söylenilenin aksine eski bir Mersedes’le gideceğiz Tebriz’e, oysa, dün bileti alırken Scania ile gidileceğini söylemişlerdi 20 saatlik yolun. Arkamdaki koltukta oturan kadını uğurlamaya gelen, genç kadınlar ağlamaktan helak oldular, sıcağın altında.Ülkemde, çocukluğumda yaşadığım Doğu ritüllerinden gibi geldi bana. Camdan seyrettiğim otobüslerin üzerlerine, turistik zonlardaki Farsça levhalara inat, İngilizce olarak “ I nice to be with you” , “ I well come to my bus” yazıldığını görüyor, tebessüm ediyorum.Saat 18.20, sağdaki Yazd sapağını geçip, kuzeye devam ediyor ve Abadeh’e geliyoruz.Daha 16 saat yolumuz var. Otobüs duruyor çölün ortasında, radara girmiş anlaşılan.Şöför elinde ceza makbuzu ile geçiyor direksiyonun başına.Abadeh’de mola verince , ayaklarımın altındaki küçük sırt çantamı kaldırıyorum.Altı sırılsıklam olmuş.İçindeki notlarım, eşyalarım ıslanmış.Arkamda, sadece, uğruna çok ağlanılan kadıncağız ve yanındaki küçük çocuk var. Ya su döktüler, yada uzun yolda çocuk sıkışınca, koltukların arasına işedi.Ne yapalım.Çantamı bu kez, koltukların üzerindeki daracık raflara sıkıştırıp kurumaya bırakıyorum. Baharistan, İsfahan yakınlarında ışıl ışıl bir kasaba, derken İsfahan’a giriyoruz. Zayende nehrinin üzerinden geçerken, gecenin karanlığında sarı gerdanliğı ile Sie Se Pol Köprüsü ile göz göze geliyoruz. Kelimenin tam anlamıyla bir ışık denizi İsfahan. Dönerek son kez, biraz buruk , ama hayran seyrediyorum son kez.

Sabaha karşı 04.30’da yol üzerinde bir lokantada duruyoruz.Dışarı çıkıyorum, öyle soğuk ki; dişlerim birbirine vuruyor. Fasılarla uyuyup uyanıyorum.Sağımda güneşin doğuşunu izliyorum.Tebriz’e 300 km var. Qazvin-Zencan yol ayrımından Zencan’a devam ediyoruz. Buralar, İran Devletlerine başkentlik yapmış şehirler.Sağımda, sanki bir kanaldan çıkıyormuşçasına, Hazar Denizinden kopup gelen bembeyaz bulutlar bir hat üzerinde uzanıyor.Pasargad’da “Süleyman’ın annesinin tahtı”na tırmanmıştım. Zencan’da ise” Süleyman’ın tahtı” var. Ne yazık ki; yol boyunca tanıtım levhalarını izlemekle yetiniyorum. Bir de, bizim eski Bursa gibi bıçak yapımcılığı ünlü Zencan’ın içinden geçerken, pek çok dükkanın vitrinlerinde boy boy bıçaklar görüyorum.

Yollar düzgün.Sık sık oto yola giriyoruz.Yollarda Türk firmalarının TIR’ları çoğalıyor. Tabii ki, bunlara hizmet veren dükkanlar da. “Türk Yemekçisi” , “ Özhabibin yeri” gibi Türkçe levhaları ile lokanta, tamirhane ve marketler görüyorum yol boyu. Pers Körfezindeki Bandar Abbas’tan, Tebriz’e uzanan ve ülkeyi Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlayan geniş bir demiryolu şebekesi var.Bu arada, son anda, bir nehrin üzerinde, ortası yıkılıp çökmüş , çok güzel bir Selçuklu köprüsü görüyorum, kısa zamanda görüş menzilimden çıkıyor.

Bir ara Hamid’in sol baş parmağına bir şeyler yazdığını görüyor, merak edip soruyorum. Makinamın hafıza kartından, aktardığı CD’ leri unutmamak içinmiş.Her gezdiğimiz noktada o kadar çok fotoğrafını çektim ki; elindeki CD’ler kırılır endişesi ile çantasına bile koymuyor. Saat 11.30 civarında Tebriz otobüs terminaline varıyoruz.

Hamid, taksilerin seyrek ve pahalı olduğunu söyleyerek, otobüs beklememizi söylüyor. Durakta otururken, yanımdaki, benim gibi elektrik mühendisi olan adamla konuşmaya başlıyorum Türkçe .Çok zor anlaşabiliyoruz.İran, Türkiye ve diğer ülkelere petrol satabilmek için kendi halkına limit koyduğunu söylüyor.Anlaşılan rejime muhalif. 9.İmam Muhammed Taki’nin matemi için asılmış siyah bayrakları göstererek, bizdeki ölüm yıldönümlerini soruyor.Sadece Atatürk için, anma töreni yaptığımızı söyleyince daha da coşuyor; “12 tane vardı zaten, 13.İmam da Humeyni oldu” diyor.Etrafımız, konuşmamızı dinleyen insanlarla çevrildi.Tebriz, Azeri Türklerinin yaşadığı bir Türk şehri.Konuşmaların pek çoğu anlaşılabiliyor.Ben elimle sus işareti yapıyorum, başım belaya girmesin yolun sonuna gelmişken. Otobüs geliyor, ısrarla para verdirtmiyor, hatta, otel bulana kadar da yanımızda geliyor meslekdaşım. Dolaştıktan sonra, Karun Otel’de karar kılıyoruz.İsminin aksine, İran’da kaldığım en ucuz otel 80000 IR. Çantaları bırakıp, İstanbul için, bilet alma gayesiyle, Seyr-ü Sefer yazıhanesini buluyor ve 21 Temmuz Cumartesi günü saat 22.00’de hareket edecek otobüs için biletimi alıyorum.350000 IR.Bugün perşembe, demek ki üç günüm var Tebriz’i dolaşmak için .

Temiz bir restoran soruyoruz. Vahedi restoran önerilince, ilk defa bodrum katta olmayan bu yere giriyoruz. Önce büyük bir kase içerisinde, mısır, patatesten oluşan güzel bir çorba geliyor.Sevinçten gözlerim parlıyor.Takoz gibi kebap ve pilavlardan sonra çorba bana yeter.Ama az sonra, yine cüce kebap (tavuk şiş) ve dukh (reyhanlı ayran) da geliyor masaya, meğer bunları da Hamid söylemiş.Sağlam bir yemekten sonra( iki kişi 90000 IR) , Tebriz keşfine başlamak üzere Tebriz Kalesinin önüne geliyoruz. Sadece fasadı kalmış, o da bakımda olduğu için, çevrildiği demir iskelelerden başka bir şey görülmüyor.14 yy’da tuğlalarla yapılmış, devasa bir kale imiş . Rivayete göre, ölüm mahkumları bu kaleden aşağı atılarak cezalandırılırmış.İmam Humeyni caddesi boyunca yürüyüp, Gök Mescid(Kabud Camii)nin bulunduğu bahçeye geliyoruz.Yeni restorasyondan çıktığı ilk bakışta anlaşılan avluda, uyumsuzluklar göze çarpsa da, kemerli koridorlar güzel. Gök Mescid, 1465 yılında Tebriz’in Karakoyunlu Türklerinin hakimiyetinde olduğu yıllarda yapılmış.Ancak, tuğlaların üst üste dizilmesiyle yapılan devasa kubbe çökmüş, harab olmuş her yeri.Muazzam dervazesi önündeyiz.Yıkımdan sonra toplanabilen çiniler orijinal yerlerine konsa da, o kadar kayıp var ki; Gök Mescid çinilerinin okuduğum, harika görüntüsünü canlandırmak zor oluyor. Şu anda kapalı, dolaşmayı, hemen yanındaki Tebriz Müzesi ile birlikte sonraya bırakıp sonraya bırakıp, Tebriz Bazarı(kapalı çarşı-ibrişim çarşısı)’na giriyoruz. Bugün, Perşembe, öğleden sonra hafta tatili olduğu için, Tebriz Çarşısında çoğu dükkan kapalı, açık olanlar da teker teker kapanıyor.

Abguşt kaplarını sokağa çıkarıp, müşteri bekleyen çay evlerinin önünden geçerek Karun Otele geliyoruz. Bir gazete bayiinde, 1 kadın ve 3 erkeğin idam fotoğraflarını görüyorum, Hamid, olur böyle şeyler diyerek geçiştiriyor. Dün ve dün akşam otobüste geçti. Hava kararırken, yatakta istirahate çekiliyorum.


20.07.2007 ( TEBRİZ )


Kaldığım otelde, banyonun üzerinde saçtan bir su deposu var. İçine bir sürü boru girip çıkıyor.Sabaha karşı 03.45’de su sesi ile uyandım, depoya su doluyordu.Sonra uyumuşum, bu kez de, ezan sesi ile uyandım.Şiiler ezanı, bizdeki gibi sadece duyuru yapar gibi değil, daha can-ı gönülden, daha içten okuyorlar ve insan bitene kadar dinlemek istiyor.Yine uyumuşum, bu kez telefonun alarmı uyandırdı.Saat 06.00 idi.

Bugün, Kandovan’a gideceğiz.Humeyni caddesinden Fair Square’e yürüyoruz.Bagh-ı Gülistan’ın hemen karşısında bekleyen İran khord minibüslere biniyoruz. Cuma tatil sabahı olduğu için , yavaş yavaş doluyor minibüs. 6000 IR. İran halkının özellikle yaz aylarında kendilerini piknik alanlarına, doğaya atmak için iple çektikleri günler Cuma günleri.

Tebriz’den çıkarken, sırt çantaları ile Sahand Dağına çıkmak için buluşma noktasında bekleyen dağcıları, ekipmanları ile bisikletçileri görüyorum.Benzin istasyonlarının önünde, sabahın erken saatleri olmasına rağmen, 100 lt/ ay limitli benzinlerini almak için kuyruklar oluşturmuş Tebriz’liler.İran gibi bir petrol ülkesinde, benzin kuyrukları, inanılması çok zor bir çelişki sergiliyor.

Şöförün koyduğu kasette Azeri türküleri çalıyor, ancak sözlerinin tamamını yakalamak çok zor. İran’da camilerin azlığı dikkatimi çekti.Her yeni yerleşimde bir cami görmedim. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’deki cami sayısı İran’dakinin iki katı. O kadar az camii görüyorum ki, onları da, işaret levhaları ile gösteriyorlar. Bizde ise, cami inşaatları gecekondu ağalarının rant başlangıcı, üç kağıtçıların da kazanç kapısı oldu genellikle.

Saat 08.00 ‘de Kandovan’a varıyoruz.Özcan Yurdalan’ın tarifiyle; Bizim Kapadokya’dan 300 kadar tüf tepesini koparıp, Sahand Dağının lav püskürtebileceği mesafelere serpiştirirsek, ortaya çıkan Kandovan olur. Minibüsten inenlere, kendi araçları ile gelenler de katılıyor ve ellerinde yaygıları, tüpleri, nargileleri, piknik sepetleri ile aşağıdaki ağaçlık parka yürüyorlar.

Biz tam ters yöne, 800 yıldır yaşamın sürdüğü dar, yokuşlu Kandovan sokaklarına yürüyoruz. Dik patikalarda çakıl ve mıcır parçalarının yarattığı kayma riski, biraz hızımızı kesse de, nefes nefese dalıyoruz eşek ve tavuk pisliği içindeki çıkmaz sokaklara.Fotoğraf için bir kaynak burası.Tepedeki evin kapısından çıkan bir adam, ısrarla evini göstermek istiyor.Halı tezgahının aynı zamanda, tavana dayanarak mertek görevi üstlendiği tek göz odanın ılıklığı, henüz güneşin ısıtmaya başlamadığı anda daha iyi hissediliyor. Yaşlı bir kadın, sarı, kırmızı, yeşilli elbisesi içerisinde çamaşır yıkıyor, selam veriyorum, Türkçe nasılsın diyorum.Ben Farsça bilmem diyor. Fotoğraf isteğimi de, soğuk bir şekilde red ediyor.Evlerinin önündeki boşlukta oynayan iki küçük kız bizi görünce, binanın köşesine saklanıyor, burunlarını çıkarıp bizi izliyorlar. Usul usul ikna edip yanlarına gidiyorum. Büyükçe olanı Türkçe “fotoğraf çekersen harçlık veresin” diyor.Ben bu talebin ayıp olduğunu anlatmaya çalışıyor, çantamdaki kalemlerden birini uzatıyorum. Yavaş yavaş Kandovan’ın patikaları hareketleniyor, ancak karşılaştığımız herkes önümüzden kaçıp kayboluyor. İnsanların bu kadar soğuk oluşunun nedenini, kış boyu yalıtılmış bir hayat sürmelerine bağlıyorum. Kandovan’dan aşağı inmeye başladıkça, derenin şırıltısı da artıyor. Minibüsten indiğimiz meydan, yan sokaklar araç dolmuş.Derenin arkasındaki ağaçlık alandan mangal dumanları yükseliyor.Pratik piknik çadırlarını kurmuşlar, semaver, nargile kömürleri hazırlanıyor.

Az ilerde, üzerinde İngilizce olarak “ dünyanın tek kaya oteli “ yazan tesise gidiyorum.Neredeyse, hiçbir alt yapının olmadığı, tüf kayaları oda haline getirdikleri anlaşılan tesisi gezmek için. Görevli, gezme ücretinin 20000 IR olduğunu söyleyince garibime gidiyor. 120 $ ‘dan başlayan oda fiyatları ile nasıl müşteri bulabiliyor diye düşünürken, bir Pejo duruyor tesisisin önünde, önce siyah cübbesi, sarığı ile bir molla iniyor arkasında kadınlar ilerliyorlar tesise doğru , al sana cevap dercesine.

Sabah kahvaltı yapmadan çıktık. Kandovan’lı kadınların, önünde bekleşip, dedikodu yaptıkları fırından iki sıcak lavaş (500 IR), yandaki bakkaldan da, bir kutu krem peynir alıp, ağaçların bittiği tepeye çıkıp, lavaşları kaşık gibi kullanarak , kahvaltı yapıyoruz.Hamid yadırgıyor, sonra o da girişiyor.Kandovanlı kadınlar, siyah çador giymiyorlar.Siyah-beyaz basma ve renkli kumaşlar giyiyorlar ve başlarını da türban şeklinde bağlamıyorlar.Artık dönebiliriz Tebriz’e diyorum Hamid’e, ancak minibüslerin hepsi kapalı, şöförleri yok ortalıkta.Meğer, yemek, arkadan uyku faslından sonra dönüşe başlanırmış. Durup durup aynı yerlerde dolaşıyoruz, röntgenciler gibi.Saat 13.30’da derenin yanında abguşt yapan bir kır lokantasının köşklerine oturup, zaman geçirirken, karnımızı da doyurmak aklımıza geliyor.Abguşt’u raconuna göre yemeyi öğrendim artık.Üzerine de, biraz ekşimiş de olsa, reyhanlı ayranlarımızı( dukh) içiyoruz. Saat 15.00 ‘ e doğru, hiç değilse, bir minibüsü dolduracak kadar Tebriz’ li uykusundan uyanmıştır düşüncesi ile kapısını açık gördüğümüz minibüse oturuyoruz. Ancak, 16.00 da doluyor ve hareket ediyoruz.

Minibüs’de beklerken, İran Otomotiv Sektöründen bahsediyoruz.10 km.de 1 lt. benzin tüketen İran’ın milli otomobili Peykan’ların üretimi iki yıl önce son bulmuş.Yerine, daha ekonomik ve modern çizgilere sahip Samant marka otomobiller üretiliyormuş.İthal araçlarda başı Pejo’lar çekiyor, sonra da, Kia Pride’lar geliyor.Saat 17.30’da Tebriz’den bindiğimiz Bagh-ı Gülistan’ın köşesinde iniyoruz.Tebriz’in olmazsa olmazlarından Elgoli’ye götürecek otobüs durağını buluyoruz. Azeriler, İslam Devriminden sonra değiştirilen cadde ve meydan isimlerini pek benimsememişler, eskileri kullanmakta da ısrarlılar.Tebriz’in en büyük meydanı olan Şehnaz, İmam Humeyni Meydanı, en yoğun caddesi de İmam Humeyni Caddesi olmuş.Hamid , otobüs durağını öğrenmeye çalışırken, herkesin eski isimleri ile tarif ettiğini söyledi.Elgoli otobüsü, tıka basa doluyor. Benzin kısıtlaması, genel ulaşım araçlarına ilgiyi artırmış. Otobüsten inerek karşıya geçiyor, merdivenleri tırmanıyor, büyük bir havuzun yanında buluyoruz kendimizi.İnsanlar sel misali havuzun çevresini tavaf ediyorlar.Suyun ve rüzgarın etrafta yarattığı serinlik çok güzel.Gölün ortasındaki bina, şah zamanında diskotek ve eğlence merkezi olarak kullanılıyormuş.


Şimdi restoran olarak kullanılıyor.Ancak, içeride kimseler yok.Camların önündeki nişlere halılarını seren Tebriz’liler, yanlarında getirdikleri piknik tüplerinde yemek pişirme telaşındalar. Birer çay alarak, gölün kıyısında , şemsiyeli masalardan birine oturuyoruz.Hamid ‘le sohbet, hep merak ettiğim bir konuya getiriyor beni; Persler , Arap olmadıkları, Muhammed ve amca oğlu olan Ali ile de bir kan bağı bulunmadığı halde, neden dört halifeyi red ederek, hakkının yendiğine inandıkları Ali’nin, sonra da, oğulları Hasan ile Hüseyin’in yanında yer aldılar ve bugün , Şiilikte füru-ı din (dinden çıkma) nedeni olan Teberra (Ali’nin hakkını alanlara düşmanlık beslemek) ve Tevella(Ali’nin soyunu dost bilmek) ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalabildiler.

Böyle bir konuyu düşünmemiş olmalı ki; şaşırıyor Hamid. Acaba, o günlerin menfaat çatışmaları, sınıfsal çekişmeler mi tetiklemişti Suni ve Şii’ler arasındaki büyük kopmayı.

Gölün ortasındaki dev fıskiyeler çalışmaya başlayınca daha da serinliyor ortalık.Kalkıyor ve merdivenlerle ağaç ve yeşil dokunun içine giriyoruz.Her karış yer, halı, çadırla kaplı.Anlaşılan Tebriz evleri boşalmış bugün.

Dönüş için, otobüs durağına gelip 101 numaralı otobüsü beklemeye başlıyoruz .Duraklar, caddeler kalabalık. Bagh-ı Gülistan ile Elgoli arası 13km. Gençler de çıldırmış bugün.Yanımızdan süratle slalomlar yapan motosikletli genç, bir elinde tuttuğu içki şişesini sallıyor otobüsün içindekilere.Ben, Tebriz’de tipik Türk davranışları görüyorum geldiğimden beri. Ortalık diğer şehirlere göre daha pis, otobüslerde durmaksızın konuşuyorlar, daha efemsi, kural tanımaz halleri var. Mevcut rejime de, en sık direnenler Kürtlerle, Türkler oluyormuş. Otobüsten iniyor, Humeyni caddesi boyunca yürürken, aab-e talibi (kavun suyu)içmeyi ihmal etmiyor, Tebriz Kalesinin yanındaki 500 yıllık camiin yenilenen inşaatının önünden Karun Otel’e geliyoruz. Banyo, toparlanma ve en çok vaktimi alan gezi notlarımın yazılması.Yine de, erken yatmalıyım, yarından sonra zor bir yolculuk bekliyor beni.


21.07.2007 ( TEBRİZ - BAZARGAN )


Karun Oteldeki odama ilk girdiğimde , perdeyi kapatmak isterken, kornişle beraber perdeyi de aşağı indirmiştim. Bu nedenle, güneş doğar doğmaz oda aydınlanıyor uyandırıyordu , başka bir neden olmasa bile. Yine ilk ışıkların hücumu ile uyandım saat 06.00 ‘da. Hemen yanımızdaki Fair Square’ın bir köşesinde bulunan Bagh-ı Gülistan’a giriyorum.Humeyni caddesine bakan cephesindeki, fıskiyeli havuzun hemen arkasında Humeyni’nin kocaman bir resmi yer alıyordu. Büyüklü küçüklü pek çok havuzun yer aldığı yemyeşil parkta, sabah serinliğinde, yaşlılar oturmuş sohbet ediyorlar.Boylu boyunca bir tur atıp çıkıyorum.Tebriz Çarşısının batısına, Şairler Mezarlığına gidiyoruz.Azerilerin büyük şairi Şehriyar’ın, anıt mezarı ile beraber pek çok şair yatıyor bu parkta. Değişik mimarisi ile çağdaş çizgiler taşıyan anıt, çağdaş şair Şehriyar’a yakışmış. Geniş bahçeden girince, yine havuzlar fıskiyeler karşılıyor. Karşımda resimlerinden tanıdığım devasa anıt.Merdivenlerden iniyoruz.Cam bir kubbeden giren gün ışığın(hemen altında kristal bir avize asılı) aydınlattığı daire şeklindeki salon, bir kenarda mermer blok içinde Şehriyar’ın kabri, duvarda fotoğrafları ve eserlerinden bazıları bulunuyor.Salonun ortasından sarkan kristal avizenin tam altındaki palmiye ve tavandaki çiniler, huzur dolu bir atmosfer veriyor.

İsfahan ve Şiraz’dan almamıştım oğluma söz verdiğim tavlaları.Şimdi dört dönüyoruz Tebriz’de “tah-ı nar” diye, tavla yok. Sonunda Doğu Azerbaycan El Sanatları Kooperatifini tarif ediyorlar, otobüse atlıyor gidiyoruz.Sonunda aradığımı buluyorum.İsfahan işi, hatem denen tel çakma, çok güzel, gösterişli tavlalara 850000 IR istiyor.Hepsinin üzerinde etiketi var.185 $ verip iki tane alıyor, sağlam bir ambalaj yaptırıyorum.Gümrüklerde de sorun yaşamamak için fatura istiyorum.

Bazar’a oradan Jame Mescid’in bahçesinden geçerek, 1906 yılında anayasal bir devrimle, ilk parlamentonun kuruluşuna atfen düzenlenmiş meşrutiyet müzesine giriyoruz.Dönemin önde gelen kişilerinin fotoğrafları, eşyaları var.İki katlı müzeyi dolaşıp tekrar Jame Camiinin avlusuna giriyoruz. Mollalar gölgede toplanmış, kimisi cep telefonu ile bir yerleri arıyor, kimisi aheste sohbet ediyor.

Koşturmaktan açlığımızı unutmuşuz yine. Hamid’e güzel bir ayakkabı alıp, hediye ediyorum.Çok memnun oluyor.Vahedi restorana giriyor, o güzelim çorbadan içiyorum bol bol.Pilav üzerine küçük , doğranmış etler olan kubi kebap istiyorum.Tamam diyerek giden garson biraz sonra, yine çello kebapla geliyor.Korkarım, Türkiye’de Adana, Urfa kebaplarını da yiyemeyeceğim bir süre.95000 IR ödeyip çıkıyor ve Karun Otele geliyoruz.Sabah odayı boşaltmış, çantaları resepsiyona bırakmıştık.Çantaları bir kez daha düzenleyip, tavlaları zarar görmesinler diye, havlu ve çarşafla sardım güzelce.Az ilerdeki seyr-ü sefer yazıhanesine uğrayıp çantaları bırakıyorum

Kapalı olduğu için giremediğimiz Tebriz Müzesine giriyoruz.3000 IR. M.Ö 5-M.Ö 1 YY’lara ait buluntular, özellikle , müzenin yanındaki Gök Medresenin bahçesinde 8m. derinlikte bulunmuş, kucak kucağa kadın ve erkek iskeleti, 3000 yıl sonra, aşkın büyüklüğünü mü anlatıyor, başka bir çapanoğlu mu var altında yatan ?Achaemeneid’lere ait vazolar, Part’ların çömlekleri, Sasani’lerin cam işçiliği çok hoş.

Üst kattaki salonda, dönem haritaları ile Pers İmparatorluklarının hakimiyet alanları gösterilmiş. Ayrıca, Achaemeneid’lerden başlayan çok geniş bir para ve mühür koleksiyonu var.

Bodrum katta, “ Ahad Hosseini” isimli bir heykel sanatçısının, 1980 yıllarında bronzdan yaptığı heykelleri, özellikle yüz ifadeleri çok çarpıcı geldi bana.Hayat, savaş, açlık, sonbahar gibi heykelleri ilgiyle seyrediyorum.

Buradan çıkıp, hemen yan taraftaki Gök Mescid’e geçiyoruz.Bu kez açık, 3000 IR .bu kez o harika kubbeyi içeriden görebiliyorum.Her depremde harap olan Gök Mescid-Kabud Cami-Mavi Camii olarak adlandırılan bu nadide eser, 1465 yılında yapılmış.Sağlam bir restorasyondan geçiyor, ne yazık ki; güzelim çinilerin çoğu kayıp. Orijinallerin yerleştirildiği duvarlarda hala canlılıklarını koruyorlar.

Tebriz’de eksik kalan yerleri tamamladım.Seyr-ü Sefer yazıhanesine yürürken, beni 40 saat beslemek üzere bir kilo muz alıyorum.

Saat 21.30’da Hamid’le vedalaşıyorum.Gerçekten inanılması zor bir beraberlik yaşadık 15 gün boyunca.Kırmadan, kırılmadan, seviyeli, sadece öğrenmeye, görmeye yönelik dostluğumuz devam edermi bilemem, elimden geldiğince ev sahipliği yapmaya çalışırım, ülkemi ziyaret ederse.

Seyr-ü Sefer bürosunun önü zaman ilerledikçe, çantalar ve insanlarla dolmaya başlıyor.9 saat önce Tahran’dan kalkan otobüs 11.30’da gelebiliyor. Hamit’sizliğin son darbesini sırt çantamı bagaja verirken yaşıyorum.Muavin elinde bagaj fişi bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum.Arkamda çantalar, insanlar birikiyor.Bu sefer “family” demeye başlıyor.Sana ne benim ailemden diye düşünürken, arkamda bir Azeri, “efendi, soyadın “ deyince mesele çözülüyor.Otobüsün yarıdan fazlası dolu.Bir genç, cam kenarındaki koltuğu gösteriyor, yerleşiyorum.Babası İran’lı olan genç, ailesi ile Tahran’dan, yaşadıklarım İstanbul’a dönüyorlarmış.Hiç durmadan bir şeyler ikram ediyor.Tamam diyorum, sıcak ve yorgunluktan verdiğim kiloları İstanbul’a varana kadar geri alacağım.Sohbet esnasında; İran’da 750000 civarında molla olduğunu, yaklaşık iki milyar lira civarında maaş aldıklarını, İran’ı geniş bir istihbarat ağıyla kuşattıklarını, bir ara cumhurbaşkanlığı yapan Rafsancani’nin, daha sonra çok zengin olduğunu ve yıllık 800 milyon dolarlık fıstık ihracatının lideri olduğunu anlatıyor.İsfahan’da Nimurvand Medresesindeki mollalar da Rafsancani hakkında iyi şeyler söylememişlerdi.Seyr-ü Sefer bürosundaki adam ısrarla, Bazargan gümrük çıkışında 60000 IR ödemem gerektiğini söylüyor, ben İran vatandaşı olmadığım için bu harca bir anlam veremiyordum. Bazargan sınır kapısına geliyoruz.Aynı anda dört otobüs giriş yapınca izdiham yaşanıyor. Bagajdaki tüm çantalar indiriliyor, herkes sürükleyerek pasaport bölümüne varmaya çalışıyor bir an önce. İran vatandaşları, soldaki gişelerden çıkış harcı ödeyerek makbuz alma telaşında, düşündüğüm gibi, benim ödemem gerekmiyor. Yaklaşık 3 saat sonra, İran’dan çıkış işlemini tamamlıyor ve Türk tarafına geçmek için önümüzdeki sürgülü demir kapının açılmasını bekliyoruz..Üç kişi eksik otobüste, yanımdaki genç ve ailesi çift pasaportlu olduklarını söylemişlerdi.Kullandıkları İran pasaportunun süresi dolmuş, annesi ve kız kardeşi ağlıyorlar, ancak geri gönderiliyorlar. El çantaları, aldıkları küçük eşyalar koltukların üzerinde kalakalıyor. Son kez İran polisi tek tek pasaportlardaki çıkış damgalarını kontrol ediyor.Türk topraklarındayız. Burada fazla beklemeden, giriş yapıyorum, arkamdaki Azeri gençlerin ise pasaportlarının içine niçin 20 YTL koyduklarına kafa yormak üzereyken, kafam karşıdaki Ağrı Dağının bulutlu tepelerine dönüyor, kardeşlik yapan küçük Ağrı ile beraberliklerini seyre dalıyorum. Otobüsü arka taraflarda bir hangara sokuyorlar, tüm çantaların aşağı indiğini ve bir köpeğin otobüsün içinde gezdirildiğini görüyorum.Rutin bir arama değil bence bu.Neden sonra, otobüslere biniyor ve hareket ediyoruz. İkinci şöför, yolculara dönüp, hakaret tonlarında bağırıp çağırmaya başlıyor, kimse cevap vermiyor. Arkamdaki, Azeri’ye nedenini soruyorum.Meğer, arama sırasında koltuklardan birinin altında kokain bulmuşlar, sorunun çözümü 100 $ ‘ patlamış şöförlere .Bilmem ne derece doğru.İstanbul’a 1535 km. kaldığını gösteren ( ! ) levhayı görüyorum.

Bir anda otobüsün içindeki görüntü değişti. Kadınlar çadorları ortadan kaldırdı. Kısa kollu tişörtler, pantolonlar çıktığı ortaya. Gençler kollarındaki dövmeler, göbeklerindeki boncuklar ile, dazlak bir genç tamamen eşcinselliğini ortaya vuran tavır, giysi ve kulağındaki sayısız küpelerle dolaşmaya başladı mola yerlerinde.

Otobüsteki yolcuların çoğu, İstanbul’a ticari eşya almaya gelen dükkan sahipleri. Nişantaşı ve Laleli’den aldıkları konfeksiyon ürünlerini Van’da, nakliyecilere teslim ediyorlar, onlar da, İran’ın aldığı yüksek vergiler nedeni ile ( söylendiğine göre 12 $ lık pantolona 20 $ vergi istiyormuş İran hükümeti) Nahçivan üzerinden İran’ın kuzeyine sokuyorlarmış.

Artık, Anadolu’nun bildik yollarından, şehirlerinden geçiyorum. Boğaz Köprüsü( İran plakalı otobüs yasak olduğu halde rahatlıkla geçti) İstanbul’u müjdeliyor. Laleli’de Seyr-ü Sefer bürosunun önünden, sırtımda çantalarım, Pertevniyal Lisesinin önüne yürüyor ve evime aileme götürecek otobüse biniyorum. Sırt çantalarımın ne kadar süre ile dinleneceğini düşünerek.

İran, beğendiğim bir tanımla ; “uzak komşumuz”. Dünyanın en ücra yerlerine, en riskli bölgelerine geziler düzenlenen günümüzde, ısrarla yok sayılan “uzak komşumuz”. Aynı kültürden beslendiğimiz, tarihimizin, etnografik değerlerimizin birbirine geçtiği, onurlu, gururlu devlet anlayışından esinleneceğimiz pek çok değer bulunurken, sadece meydanlardaki idam törenlerini gösteren Batı medyasının, dünyadan izole etmekte başarılı olduğu tek ülke belki de; ” uzak komşumuz “. Çaldıran Savaşı’nda kıyasıya dövüşen ; Osmanlı İmparatoru Yavuz Selim’in Farsça, Safevi İmparatoru Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazmasına zemin hazırlayan kültürün halen tüm canlılığı ile yaşadığı, henüz tanışmamızın üzerinden yarım saat geçmeden evine yemeğe davet eden, sorulan adresi göstermek için, dükkanını bırakıp, eşlik eden, ülkemizi , sorunlarımızı , belki bizden daha yakından takip eden insanların ülkesi, 2500 yıllık devlet olmanın haklı gururunu, şımarmadan sindirebilmiş, tarihin derinliklerinde sık sık kan kardeşi olduğumuz, savaştığımız, tavuklarımızın, kanlarımızın karıştığı “uzak komşumuz”; çok farklı duygular, düşüncelerin girdaplarına attın beni, çok derin düşüncelere sevk ettin, buruk hazlar, tadlar verdin bana belki de bu yüzden sevdiremiyorsun kendini, dünya gezginlerine. Küresel dünyanın küreleşmiş insanları düşünmem, muhasebe yapmak istemiyorlar. Seni gezmek tropikal ülkeleri gezmeye , lay lay lom turlarına benzemiyor. Ben sevdim, saydım ve şimdiden özledim. Daha mutlu, renkli, hatta rengarenk, cıvıl cıvıl, musiki ve şiir dolu geleceğe olan dualarınızı , en kalbi temennilerimle paylaşıyorum.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..