Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Temmuz '07

 
Kategori
Sosyoloji
 

İşçi hakları üzerine bir deneme

İşçi hakları üzerine bir deneme
 

Kapitalistler, daha fazla para kazanabilmek için çalıştırdıkları işçileri günde 14-15 saat çalıştırıyorlardı. Ücretler ise boğaz tokluğunun bile altındaydı. Bir de işsiz sayısını bilinçli olarak yüksek tutuyorlardı ki, çalışan işçiler isyan edip, işten ayrılmayı düşünmesin. Eğer, böyle bir niyeti olan işçi olursa, dışarıda onun aldığı ücreti alabilmek için milyonlarca işsiz olduğunu bilmeliydi. Nitekim, bütün işçiler bunun farkında olduğundan, üç kuruş paraya köle gibi çalışmaya devam ediyorlardı.

Ancak, bir gün Avusturalyalı işçilerden bir başkaldırı geldi. Yıl 1856'ydı ve nisanın 21'iydi. Avusturalyalı işçiler "yeter" diye bağıran ilk dünya işçi sınıfını doğurdu. Onlara göre madem ki bütün dünya kapitalist ve burjuva sınıfı dayanışma içinde işçi sınıfını sömürüyorlardı; o halde işçi sınıfı da bütün dünyada el ele verip, bir gün bayram yapmalı ve hakkını arayıp, çalışma saatini 8 saate indirmeliydi.

Bu başkaldırı bütün dünya işçi sınıfınca derhal sahiplenildi. 1866 yılında Amerikalı işçiler günlük 8 saati yasalaştırmak için derhal girişimlerde bulundular. Ancak, bütün girişimleri reddedildi. Yine de işçi sınıfı bu isteğinden vazgeçmeyerek, kanlı da olsa büyük bedeller ödeyerek direndi.

1844 yılında Amerikan İşçi Federasyonu, 8 saatlik çalışma hakkını zorla kabul ettirmek için eylemlere ve girimşelere başladı. 1846 yılında ise aynı Federasyon bütün ülkede genel greve karar verdi. Amerikalı burjuvalar ve kapitalistler deliye dönmüştü. Yalnız Amerika'da değil, bütün dünyanın kapitalist ve burjuvaları korku ve kaygı içindeydiler. Kanını emdikleri işçi sınıfı ayaklanmıştı. Eğer Amerikalı kapitalistler bir ödün verirlerse, bu bütün dünyaya yayılabilirdi.

1 Mayıs 1846 yılında iki yüz bin işçi işi bıraktı. Amerika şaşkına dönmüştü. Sokaklar işçilerin yürüyüşüyle dolmuştu. Hep bir ağızdan 8 saat çalışma hakkını istiyorlardı. Bunun üzerine 3 Mayıs tarihinde işçileri yıldırmak için üzerlerine ateş edildi. Bir işçi ölmüştü. (İşin günümüzdeki acıklı yanı, Türkiye'deki kendini "milliyetçi" sunan kişiler, 3 mayısı kendilerine alternatif işçi bayramı seçmişlerdir. Hâlâ kutlarlar.) 4 Mayıs'ta bu kez işçiler daha büyük miting düzenlediler. Polis yine ateş etti ve bu kez dört işçi öldü. Sekiz işçi örgütü lideri tutuklandı ve bir buçuk yıl sonra bunlardan dördü idam edildi.

1889 yılının 14-21 Temmuz günü II. Enternasyonal toplantısı yapıldı. İşte bu toplantıda bundan sonra her 1 Mayıs'ın dünya işçilerinin dayanışma günü olarak kutlanacağı duyuruldu.

İşçi sınıfı nasıl pes etmiyorsa, kapityalist-burjuva sınıfı da pes etmiyor ve korkusu gittikçe artıyor, korkusu arttıkça da işçilerin üzerlerine ateş ettiriyor, onlarca işçinin ölümüne neden oluyordu.

Tüm bunlar değişik kıtalarda olurken, Osmanlı işçi sınıfı da bu olaylardan payını aldı. İlk işçi gösterisi 1909 yılında Üsküp'te yağıldı. Daha kitlesel olanı 1911 yılında Selânik'te yapıldı. 1912 yılının 1 Mayıs'ın da ise ilk kez başkent İstanbul'da işçi sınıfının bayramı gösterilerle kutlandı. Ve bu gösteriden sonra işçi sınıfının gösterileri son buldu. Çünkü Balkan Savaşları ve ardından 1. Dünya Savaşı patlak vermişti. 1921 yılına kadar eylemler durdu. Ama, 1921 yılında bu kez değişik amaçlarla işçi sınıfının eylemlerine tanık oluruz. İşçi sınıfı şimdi emperyalizme karşı direnmekte ve grev yapmaktaydı. İşçi sınıfının gücü balyoz gibi emperyalistlerin ensesine inerken, Mustafa Kemal de vatan topraklarını kurtarmak için çareler aramaya başlamıştı. Mustafa Kemal, işçi sınıfının emperyalist kuvvetlere karşı direnip, grev yaparak, onların ulaşım ve haberleşme ağlarını kesmesinden oldukça mutluydu. Bu Mustafa Kemal'in işini kolaylaştırıyordu. Ulaşım ve haberleşme ağı kesildiği için İstanbul hükümeti, emperyalistlere "Mustafa Kemal'le haberleşme sağlayamıyoruz" diyerek, onları oyalıyordu.

Bugünler de geçti. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ancak, ne yazık ki, büyük destek gördüğü işçi sınıfına Mustafa Kemal unutulmayacak bir acıyı tattıracaktı. 4 Mart 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi'nde kabul edilen 8 saatlik çalışma süresi ve 1 Mayısların işçi bayramı olarak kutlanma isteği, 27 Mayıs 1925 tarihinde çıkarılan bir yasayla ortadan kaldırılır ve 1 Mayıs işçi bayramı çıkarılan yasayla "Bahar Bayramı"na dönüştürülür. 1923 ile 1925 yılları arasındaki 1 Mayıs işçi bayramları ise, değişik baskılarla kutlatılmaz.

Her şeye rağmen 1927 yılında işçiler yine sokaklara dökülür. Ağızlarda Nazım Hikmet'in "İş Türküsü" vardır. Ama, bu bardağı taşıran son damla olur ve Amele Teali Cemiyeti yasadışı duyurlup, kapatılır.

1960 yılına kadar sessiz kalan işçi sınıfına yeni bir bayram günü verilir: 24 Temmuz! Türk-iş'in bir oyunu ile Türkiye işçi sınıfı, dünya işçi sınıfından koparılmak istenmiştir. Ancak, bu oyun tutmamıştır. Çok değişik tarihlerde 1 Mayıs fazla ilgi uyandırmadan, sessiz ve sade törenlerle kutlanmıştır. Tâ ki 1976 yılına kadar. Bu tarihte bütün ilerici ve devrimci kuruluşlar işçi sınıfının bayramına katıldı. Türkiye kapitalistleri şaşırmıştı. Aynı türdeki bir toplantının bir daha yapılmaması için iç ve dış sermaye güçleri anlaştı. Nitekim, 1977 yılının 1 Mayıs'ı 1976'dan da daha görkemli kutlanırken, provokatorler iş başına geçti. İşçilerin ve diğer onlara destek veren tüm devrimcilerin üzerlerine ateş edilmeye başlandı. Daha önceden planlandığı anlaşıldığı üzere, polis panzerleri olanca süratleriyle kalabalığın içine daldı ve 36 insan öldürüldü. Bu olay bir sonraki yılda aynı Taksim Meydanı'na çok daha fazla işçiyi ve devrimciyi topladı. Bu kez provokatörler yoktu. Ve sonunda 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe "Bahar Bayramı"nı da ortadan kaldırdı, o günü tatil olmaktan da çıkardı. Böylece iç ve dış sermaye kazanmış oldu.

Yalnız, 1970 ile 1980 arasındaki dönemde işçi sınıfının savaşımına bazı sanatçılar destek vererek katılıyorlardı. Bir kısmı bu sayede sahne bulurken, bir kısmı da şöhretleniyordu. Sonradan anladık ki, bunlardan bir kısmı sendikalardan yüklüce paralar da alıyorlarmış. Ruhi Su, Timur Selçuk, Edip Akbayram'ı bir kenara ayıralım; Zülfü Livaneli'yi, Cem Karaca'yı, Selda Bağcan'ı başka bir kenara koyalım.

Ruhi Su, Timur Selçuk ve Edip Akbayram hiçbir zaman duruşlarından ödün vermediler. Ruhi Su, bu tutumundan dolayı pasaport alıp yurtdışına tedaviye gönderilmedi. Ve aramızdan ayrıldı. Timur Selçuk, yapısı itibariyle verdiği görüntü bir "burjuvaya" benzetilmesine rağmen, hep işçi sınıfının yanında yer aldı. Edip Akbayram yıllardır değişmeyen "mütevazı" davranışı ile hep işçi sınıfını destekledi.

Zülfü Livaneli, ne yazık ki, bağlamasıyla işçi sınıfının toplantılarında şöhret olmaya, para kazanmaya niyetliymiş. Nitekim, para ve şöhrete kavuştuktan sonra, içinden çıktığı işçi sınıfına sırtını döndü. Meclis'e girdi, milletvekili oldu, sesi soluğu duyulmaz oldu. Kendi partisi ile kavga etti, ama, iktidarın yaptıklarını görmezlikten geldi. Şimdi sırça villasında, dostlarıyla kadeh tokuşturup, nasıl zengin olduğunu, şöhrete kavuştuğunu anlatıyordur. Tabi unutmadıysa.

Cem Karaca, işçi sınıfının hemen her toplantısında bot gösterirdi. Bu konserlerden bol para kazandığı söylenirdi. Nitekim sahneye bir çıkardı "Panzerleri ve tankları ve iktidarları, hepsi halka karşıdır. Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini" diye bir şarkıya başlardı, salon titrerdi. Finalde 1 Mayıs Marşı'nı söylerdi ki coşku sel olur dışarıya taşardı. Fakat, 12 Eylül'de yurtdışına kaçan Cem Karaca, Turgut Özal'ın himayesinde yeniden Türkiye'ye getirildi ve kendisine dokunulmadı. Ne var ki, Cem Karaca'yı bu tarihten sonra çok değişmiş gördük. Fettullah Gülen'in televizyonunda sık sık görülmeye başladı. Ve cenazemi dualarla kaldırın, alkışlamayın diye vasiyet ettiği söylendi. Nitekim son yolculuğuna öyle uğurlandı

Selda Bağcan da işçi sınıfından yana tavır koyan sanatçılarımızdandı. Ancak, o da 12 Eylül'den sonra belki de
geçirmiş olduğu ölümcül bir kazadan sonra Fettullah Gülen televizyonlarında ilahiler okumaya başladı.

Daha önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi, artık işçi sınıfı da değişti. Sendikasız bir çalışma dönemi başladı. Ama, bu dönemde de işçi sınıfının emeği sömürü altındadır. Koca koskoca sanayi devleri artık süpermarket adı altında bakkallık yapmakta ve buradaki genç insanları 12 saat çalıştırıp askari ücret ödemektedirler. Geleceği olmayan bu genç insanlar işsiz kalmaktansa, bu tür işleri kabul edip, sanayi devlerinin kasalarının doldurulmasına yardımcı olmaktadırlar. Ne yazık ki bu genç insanların yalnız süpermarketlerde değil, müşteri temsilcilikleri denilen iş kollarında da asgari ücretlerle sömürülmesine devlet seyirci kalmakta ve hattâ asgari ücreti düşük tutarak kapitalistlere destek vermektedir.

Dünya işçi hareketleri paralelinde Türkiye işçi sınfını da bazı kazanımlar elde etmişti. Ancak, 27 Mayıs 1960 Devrimi işçi sınıfına ve Türkiye soluna büyük açılımlar kazandırırken, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bütün kazanımları geri almış ve 1911'n de gerisine itmiştir.

Şimdi hazır Türkiye kalkınma rekorları kırarken işçi sınıfının da bu kalkınmadan payına düşeni alması gerekmez mi?

Yoksa, Türkiye işçi sınıfı dünya işçi sınıfının 1856 yılında başladığı noktadan mı başlasın?

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..