Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Haziran '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İşçi ve çiftçi bir memleketin omurgasıdır!

Aylar öncesinde başlayan ısı yalıtımı kâbusu geçen haftalarda bitmişti. Doğalgaz dönüşümü, olukların değişimi, balkon kapısının pimapene terfi edişi falan derken evin içi de dışı gibi inşaat alanı olmuştu. “Dikkat inşaata baretsiz girilmez!” uyarısı asacaktım neredeyse daire kapımıza. Haber verilmeden başlayan tadilat gene habersiz ve ani usta baskınlarıyla sürdü gitti. Kimisi binanın dışına kurulan iskeleden mutfağa girdi, kimisi elinde doğalgaz borularıyla kapıya dayandı. Dört bir koldan işçi saldırısı karşısında savunmasız, şaşkın, ne olduğunu anlayamadan harç, boya, toz toprak içinde boğuştuk. İnsanların saygısızlığını, ev mahremiyeti tacizine bu kadar vurdumduymaz olduğunu, bir kez daha yaşam komedi filmi şeklindeki gösterisiyle gözlerimin önünde icra etti. İnsanlar gerçekten başkalarının yaşamına davetsiz, izinsiz girme hakkını kendilerinde buldukları gibi özel mülkiyette diledikleri gibi de özgürce davranmaktan çekinmiyorlar. Her işçi taarruzunun ardından bıraktıkları rezaleti temizlerken sürekli yuha çektiğimi saklamayacağım. Beni en çok deli eden doğalgaz borusunu döşemeye gelen işçilerdi. Adamlar adeta benim mutfağa kamp kurmuşlardı. Ha neden sen diye sorabilirsiniz, çok yerinde bir sorudur bu… Sabahın kör saatinde ellerinde matkap, boru, alet çantası ile işçiler geldiğinde hiçbir şeyden habersiz kahvemi yudumluyordum. Kapı çalınca hazırlıksız yakalandım. Mutfağı toparlamak üzere zaman kazanmak için gelenlere kahve yapıp ikram ettim. Onlar kahvelerini içerken ben kazandığım kahve zaman aralığında mutfağı alelacele toparlayabilirim diye düşünmüştüm. Çok akıllıyım ya! Adamlar sanki sabah kahvesine gelmişler; sana ne değil mi? Alma içeri: ”Mutfağı toparlamam gerek, yarım saat sonra gelin” de: De yani bir şeyler, demeliymişim. Her önüne geleni buyur edip kahve, çay, pasta, börek ikram etmek üzere mi yaratılmışım nedir? Yok olmaz! İşçi ve çiftçi, bu vatanın temel direğidir düsturundan hareketle azami derecede saygı göstermek boynumun borcu ya! Babamın kafamıza vura vura kazıdığı “işçi ve çiftçi bir memleketin omurgasıdır” fikri bende iflas etti bu son deneyimimden sonra. Babamın zamanındaki işçilerle şimdikiler arasında mukayese edilemez boyutta bir kendini aşmışlık var ne yazık ki. Eskiden işçi dediğimiz sınıf, mektep medrese görmemiş, çaresiz insanların ekmek parası için mücadele ettiği garibanlar kesimiydi. Alın teri ile yaşam mücadelesi karşısında saygıyla eğilmemek ne mümkündü? O insanlar, yaşam koşullarının altında ezildikleri halde saygıyı ellerinden bırakmazlardı. Çalışacakları ortama zarar vermekten çekinirler, işveren kişilerin memnuniyetini ön planda tutarlardı ki, bir daha ki sefere gene onlara iş versinlerdi. Ekmek parasını helalinden kazanmaya ant içmişler gibi itina ile çalışırlardı. Tabi onlara saygıda kusur edilmezdi, edilemezdi. Çalıştırılan işçiye hizmette sınır yoktu; yemek, çay, kahve, meşrubat, Allah ne verdiyse seve seve sunulurdu. Çünkü hak ediyorlardı. Bir de bu son zamanlardaki işçi, usta dediğimiz kesime bakacak olursak aradaki fersah fersah farkı aleni görürüz. Şimdi artık ustalar, çıraklık eğitimi almak zorundalar ya da mesleki eğitimden geçmek mecburiyetindeler. Yani mektep medrese görüyorlar. Okumuşlar(!) kolay değil, yaptıkları işin usta belgesini almışlar. Daha saygılı ve bilinçli olmaları gerekmez mi? Tam aksine! Okuma oranı arttıkça saygı ve iş kalitesinin düştüğünü kesinlikle belirtebilirim. Çat kapı gelen ustalar kahvelerini masada içerken, ben de mutfağı aceleyle toplamaya çalışıyordum. “Onu bırak abla, bir şey olmaz!-Bunu kaldırmana gerek yok yenge üstünü ört yeterli, biz şurada çalışacağız. Orası batmaz!” vesaire vesaire sözleriyle toplanmama da müdahale ederlerken usul usul ve zararsız çalışacaklarının imasında bulunuyorlardı: “Sen hiç merak etme abla!” deniliyorsa şayet kesinlikle meraklanmalısınız, tecrübeyle sabittir! Bu arada her birinin meslek lisesi mezunu olduklarını da öğrendim. Bir ikisi stajyermiş, diğerleri usta! “Aman ne güzel” dedim içimden “eğitimli ve işlerinin ehli, okumuş çocuklar” dedim ama onlar ilk matkap darbesinden itibaren sınıfta kalmaya başladılar gözümde. Matkaplı olanı, kumaş kaplı iskemlenin üzerine ayakkabıları ile çıkmış görünce: “ayaklarının altına bir gazete koysaydın bari hayvan” sözlerimi yutkunarak: “Aaa çocuğum, ne yapıyorsun öyle? İskemle mahvolmuş! Lütfen rica ederim biraz dikkatli olun! Hem sizin merdiveniniz yok mu? Aaa olmaz ama bak duvarın bütün tozu iskemleye inmiş…” diye söylene söylene tuğla kırmızına boyanmadan önce beyaz olan iskemlelerimi dar attım salona. O andan itibaren tüm güvenimi yitirmiş, peşlerinde dolanır olmuştum. Ben ne kadar peşlerinde dolandıysam aksine her türlü pisliği yapmakla mükelleftiler sanki. Doğalgaz borusunu giriş kapısının yanındaki tuvaletten soktular tüm itirazlarıma rağmen; proje öyleymiş! Tuvaletle mutfak arasında ayakkabılarıyla gezindiler. Hadi neyse çalışırlarken ayakkabı çıkar terlik giy eziyetini yapmayayım dedim. “insanlık bende kalsın gene de” dedim demesine lakin kısa süre sonra hata ettiğimi anladım: O tuvalete girdikleri ayakkabılarla mutfak tezgâhının üzerinde ikisini gören gözlerim yuvalarından dışarı fırladı: “Oha!” diyemedim. Ohamı yutkundum gene ayıp olmasın: “Yahu çocuklar, siz evlerinizde tuvalete girdiğiniz ayakkabılarınızla mutfak tezgâhına basıyor musunuz?” diye sordum anlasınlar diye güldüler arsız ve alaylı bir şekilde. “Ya, ben kimlere kibarlık yapıyorum, nasıl insanlara saygı gösteriyorum?” diyerek içimden kendi kendime hayıflandım: “Problem çıkartırsam işi daha da uzatacaklar. Sakin olmalıyım; bir an evvel bitirsinler de gitsinler. Artık ne olduysa oldu zaten. Nasılsa arkalarından şartlanacaksın kızım, en iyisi sus!” İki saatte biteceğini söyledikleri iş öğleden sonraya sarktı. Öğlen yemeğine gittiler. Ee, gidecekler tabi, aç ayı oynar mı diye atasözü boşuna denmemiştir muhakkak. Yemekten geldiler, kahve içtiler; oh, afiyet olsun, helal, bal şeker olsun… Kahveden sonra bir türlü kalkmak bilmediler oturdukları mutfak masasından; sigaralar duman dumana… Dayanamadım gene:

“Ya, çocuklar bu işin iki saatte biteceğini söylemiştiniz, akşam oluyor hala bitmedi?”

“Malzeme yok abla, malzeme bekliyoruz…”

“Ne malzemesi kardeşim? Siz buraya gelirken malzemelerinizi alıp da gelmediniz mi? İlk önce bu daireyi döşemiyorsunuz ya?”

“Yok, bu blokta sadece üç daire kaldı, diğerlerini bitirdik.”

“Ee, daha iyi dediniz ya, ne kadar malzeme kullanıldığını biliyorsunuz demektir bu, neden eksik malzemeyle geldiniz? Şaka mı ediyorsunuz?”

“Yok abla estağfurullah ne şakası? Malzemeyi getirmeye gitti arkadaşlar..”

“Ya sabıırr! Bugün, bu iş bitecek mi? Siz bana onu söyleyin!” Bilmem der gibi hemen hepsi omuzlarını yukarı kaldırıp kollarını iki yanlarına açtılar, boyunları omuzlarının arasında kaybolur gibi olurken dudaklarını büktüler. Mutfakta kalırsam sinirlerime daha fazla hâkim olamayacağımdan salona geçip oturdum çaresiz. Buram buram sigara dumanı salona doğru baskın yapmaya niyetlenmişti, tilki çıkartıyorlardı sanki mutfaktan. Bir süre sonra biri salon kapısında belirdi:

“Biz gidiyoruz yenge, yarın sabah devam ederiz artık”

“Burası böyle mi kalacak? Yarın bitecek mi?” sorularımı peşi sıra öfkeyle sıralamaya başlamıştım artık…

“Yapacak bir şey yok, malzemeyi bulamamışlar. Yarın sabahtan bitiririz…” “Yarın sabahtan bitirirlermiş! Hadi canım, sözde iki saatlik işti sabahtan akşama kadar ortalık darma duman oldu, bitmedi de yarın nasıl bitecekmiş?” diye söylene söylene çamaşır suyu elimde hırsla bir güzel temizlik yaptım o akşam arkalarından. Ertesi sabah bunlar gene aynı kadro beş altı kişi yine sökün ettiler. Kimi tuvalette, kimi mutfakta, koridorda, tezgâh üstünde karınca ordusu gibi gezindiler, ortalığı matkap gürültüsüyle toza dumana boğdular. Daire kapısı ardına kadar açık, giren çıkan belli değil. Ahıra dönen bir evin vahameti karşısında içimden küfürler ediyorum. Öğlene doğru:

 “Biz cumaya gidiyoruz!”

“Hee..! Cumaya? Doğru siz bi cumaya gidin bence de iyi olur. Belki insafa gelirsiniz? Sonra da yemeğe gideceksinizdir muhtemelen değil mi?”

“Evet, yemek yer de geliriz tabii…”

“Saat kaçta gelirsiniz? Bilinmez elbette… Ama bugün, bu iş bitmeli! Anlıyor musunuz beni? Aaa, yeter be iki saat dediniz, iki gündür evin içinden çıkamadınız! Tüm işlerinizi hallettiniz, doğru Allah’ın huzuruna gönül rahatlığı ile gidersiniz artık. İnşaat mı burası? Kendinize gelin! Ahır mı yoksa? Bu ne ya? Yeter! Bakın ilk ve son kez söylüyorum, nereye gidiyorsanız gidin ama bugün bu iş bitmeli, bitecek o kadar! Kendinizi ona göre ayarlayın! Malzeme eksiği diye bir bahane daha istemiyorum haberiniz ola!” diye bas bas bağrınmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Artık bende film kopmuştu ne yazık ki. Ben yüksek sesle söylenirken onlar sıvışıp kaçtılar. Neyse ki o gün işi bitirdiler ama bende de asap, sinir namına bir şey kalmamıştı. Bağrınıp söylenmeseydim o iş belki de günlerce bitmeyecekti. Arkalarından aklınıza ne gelirse yerlerden onları temizledim. Mutfak dolaplarının üstleri kül tablası gibiydi. Her yer sigara izmariti, inşaat tozu, çamuru, tuğla kırmızısı…

Günlerce, haftalarca süren işçi, usta muhabbetimiz geçen haftalarda sona ermişti. Ardından gelen yağmurlar ve hava muhalefetinden ön balkonu temizleyememiştim. Bugün, baktım hava pek bir güzel. Şu balkonu temizleyeyim, çiçeklerimi dizeyim, masamı ve iskemlelerimi çıkartayım artık balkon mevsimi, Konya ovasına karşı bir kahve ne güzel de içilir dedim. Demez olaydım! Balkon temizlenemez haldeymiş meğerse. Çerini çöpünü süpüreyim önce diye asıldım süpürgeye mümkün değil, o çer çöpün altı öbek öbek harç ve yapışkan madde ile köstebek yuvasına dönmüş asfalt gibi. Çıkma kapının tahtalarını, kırık camlarını bir köşeye devir daim ettim. Arkasından çıkan pis su giderinin üzeri harçla örtülmüş. Kazıdım, temizledim; suyla akıtayım balkonun tozunu dedim. O da ne? Temizlediğim mazgalı su borusuna bağlamamışlar, süs gibi oraya koymuşlar üzerine de betonu dökmüşler, gitmişler. “Bu balkon iflah olmaz, mümkün değil, lanet olsun bunların yapacağı işe!” diye söylene söylene içeri girdim. O öfke nöbetiyle bir kahve yaptım kendime, bir de sigara yaktım mutfak masasında…

Aldım kalemi elime: “Vah benim canım yurdum vah! Omurgası fıtık olmuş garibim vah! İskeleti çökmüş zavallı memleketim vah!”

Zeynep Ülker Sülün  

 
Toplam blog
: 19
: 268
Kayıt tarihi
: 31.03.14
 
 

1961 İstanbul Doğumlu. Üç çocuk annesi. Yazar. Yayınlanmış kitapları: POSTACI, Herdem Kitap A..