Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '16

 
Kategori
Güncel
 

IŞİD'in ayak sesleri

Duyuyor musunuz?

Duyuyor musunuz IŞİD'in güzel yurdumdaki ayak seslerini? Ben buradayım, bu topraklara ekildim, gelişmeme uygun ortam oluştu ve adım adım filizlenip büyüyorum diyor.

Duymuyorsanız ne mutlu size rahatınıza bakın. Gelince görürsünüz.

Otobüste şort giydiği için bir kadın hakarete uğruyor ve tekmeleniyor.

Olay otobüste şort giyen bir insana yapılmış bir saldırı değildir.

Saldırı kişilerin yaşam tarzına yapılmıştır.

Gazete haberlerine göre saldırgan; "giydiği kıyafet ortama uygun değildi, devlet bunlara ceza vermiyor, ben vücutta açık gördüğüm her yere vururum" demiş. Dedi mi demedi mi bilmiyorum ama bir şey söylemesine gerek yok aslında, fiili zihniyetini açıklıyor zaten.

Yarım ağızla saldırıyı kınar gibi yapıp olayın tartışılmasına engel olarak üstünü örtmek bir hareket tarzıdır. "Münferit olay" sihirli şablonunu bu durumlar için yaratmadık mı? O olmazsa "meczup" kartını oynarız.

Doğru yaklaşım ise sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışarak konuyu enine boyuna tartışmak ve bu tür olayların olmaması için ne yapmamız gerektiğini konuşmaktır.

Polisiye önlemlerden söz etmiyorum. O ayrı bir konu. Bu tür olayların polisiye önlemlerle önlenmesi olası değil. Polis olay olduktan sonra devreye girer, şüpheliyi yakalar, ortada suç varsa adalet de cezasını verir.

Ben bu düşüncedeki insanları yetiştiren ortamımızı konuşmak istiyorum çünkü bu tür düşüncelerin toplumumuzda giderek yaygınlaştığından ciddi olarak endişeliyim. Ortamımız sağlıksız düşünceler taşıyan insanlar üretiyor gibi geliyor bana. Konuşmam spesifik olarak son saldırıyla ilgili değil, genele bakmak istiyorum.

Ben gelişen bu olguya IŞİD'in yaklaşan ayak sesleri diyorum.

Bu ayak seslerinin yaklaşmasına engel olmak her vatandaşın görevidir diye düşünürüm. Karınca kararınca katkıda bulunmak istedim. Vatandaşlık borcu.

Yanlışlık nerede?

Temel yanlışımız, başkalarının tutum ve davranışlarını yargılama hak ve yetkisini kendimizde görmemizdir. Başkalarını kendi doğrularına göre yargılamayı iş edinmiş insanlar var aramızda.

Bu ortaçağ yaklaşımıdır.

Kimse kimseyi kendi doğru bildiklerine göre yargılayıp onun hakkında hüküm veremez.

Neye göre yargılıyoruz? Kendi kültürümüze ve inancımıza göre. Böyle bir dünyada huzur içinde yaşanamaz.

Bu yaklaşım IŞİD'in yaklaşımıyla bire bir örtüşüyor. Nedir IŞİD yaklaşımı? Tek doğru yol benim yolumdur. Ya bu yoldan yürürsün ya da seni yok ederim.

Başkalarının yaşam tarzını değerlendirerek ahkam kesen insanların temel bir sorunu vardır. Ona sımsıkı sarılsalar da onlar aslında kendi yaşam tarzlarının doğruluğundan endişelidirler. Kendi yaşam tarzlarıyla mutlu değildirler ama bunu itiraf edemezler. Bu endişe ve mutsuzluğun dürtüsüyle herkesi kendilerine benzetmek isterler. Düşünürler ki ne kadar çok insan kendileri gibi davranırsa kendi yollarının doğruluğu kanıtlanmış olacak ve onlar da huzur bulacaklar.

Onların hedefi istisnasız herkesin kendileri gibi olmasıdır.

Bu IŞİD'in ayak sesidir. Henüz çok yakında değildir ama duyulmaktadır.

Ne kadar kolaydır oysa kendi seçimlerinle mutlu olmak. Şort giyen şortuyla, tesettüre giren tesettürüyle mutlu olsa, "o niye açık" veya "o niye kapalı" diye başkasının yaşam şekline bakıp kendisini mutsuz etmese. 

Bir hoşgörü lafı dolaşıyor ortalıkta. Efendim herkes diğerini "hoş görmeliymiş". Herkes kendine baksa başkasına hiç bakmasa olmaz mı? Hoş görmede hafif de olsa bir üstünlük iddiası vardır. "Seni hoş görüyorum" dediğimizde "dikkat et icabında hoş görmeyebilirim de" demiş oluruz.

Ne başkalarını hoş görme ne de hoş görmeme hakkımız vardır.

Kimse yaşam tarzım ve düşüncelerimden dolayı beni hoş-moş göremez. Kimsenin bana bakma ve beni değerlendirme hakkı yoktur. 

En iyisi Hoca Nasreddin'in "bana ne-sana ne" yaklaşımıdır.

Hoca köyde kahvede otururken komşusu yanına gelmiş.

-Hoca demiş. Bir tepsi baklava gidiyor ki sorma. Enfesss...

-Bana ne demiş hoca.

-İyi ama sizin eve gidiyor demiş komşu.

-Be adam, o zaman sana ne, demiş.

Ortaçağdan kalan yaklaşımların nedeni kişilerin birey olamamasıdır. Birey olamayan kişinin kendine güveni yoktur. Eşit şartlarda serbest rekabete girmekten korkar çünkü kendisinin yetersiz ve güçsüz olduğunu düşünür. Güçsüzlüğünü bir "anonimite" içinde gizlemek ister. İster ki bir kumaşın ipilikleri gibi herkes birbirinden ayırd edilemez olsun da kendi güçsüzlüğü ortaya çıkmasın.

Bu yaklaşıma sahip insanın en büyük korkusu özgürlüktür. Erebildiği her türlü özgürlüğe amansızca saldırır.

Buna en genel tanımıyla "teba" anlayışı denir. Teba anlayışlı bir kişi, değil toplumun ortak yaşamı, kendi kişisel yaşamı hakkında hiç bir karar alma sorumluluğu taşımaksızın bir ömür boyu yaşama lüksüne sahiptir. Oysa karar almak sorumluluk almak demektir. Öyle ya doğru kararlar da alabilirim yanlış kararlar da. Niye riske gireyim ki, birisi söylesin ben yapayım. Yanlış olursa sorumlusu ben değilim. Hele ne yapacağımı söyleyen bir de dini otorite olarak algılanıyorsa, içim daha da rahat, gel keyfim gel.

Öteki dünya da garantide....

İşte size ipliği pazara çıkmış FETÖ. IŞİD felsefesinin farklı bir versiyonu. Sinemaya gidip gitmeyeceğimden başlayıp kız arkadaş edinip edinmeyeceğime kadar herşey öğretide varmış. İtirafçıları anlattı. Yalansa günahı onların boynuna. Bir de katalogdan bakıp evlendik mi yaşadık. Ne demekmiş evlilikte duygusal beraberlik, uyum filan. Evlilik dediğin "koç katımı" gibi bir olaydır. 

İyi de biz insanız.

İşin sadece FETÖ'nden ibaret olduğunu sanmayın. Konu öyle derin dert öyle büyük ki, türküdeki gibi "derdim çoktur hangisine yanayım" diyesi geliyor insanın. Dilimizin döndüğü kadar eşelemeye devam edelim.

Tebanın yaşamındaki tüm kararlar başkaları tarafından alınır ve nasıl davranacağı ona söylenir. Zihni hapistedir. Kapalı bir dünyada yaşar. Küçüklükten kendisine öğretilen bir düşünce tarzı onun için tartışmasız tek doğrudur. Onu kendi kişiliğiyle özdeşleştirir. Bu nedenle kendi düşünce şekline uymayan davranışları kişiliğine yönelik bir tehdit olarak algılar ve şidetle tepki gösterir. Ezber öylesine güçlü ve hakimdir ki aynı şeyi farklı şekilde ifade ettiğinizde bile kabul etmez. Tepki gösterir.

Şort giyen kadın örneğinde olduğu gibi kendisi gibi davranmayana saldıran kişi aslında tek doğru bildiği ve kişiliğiyle özdeşleştirdiği kendi dünyasını korumaya çalışmaktadır. Okumadığı için düşünce üretecek gücü olmadığından elindeki tek düşünce kalesinin yıkılmasından korkar. Onu da kendisi oluşturmamıştır zaten, çocukluğunda hazır olarak kalıp şeklinde verilmiştir kendisine.

Dinsel veya kültürel baskılarla, "günah" "ayıp" denilerek bu kalıbın dışına çıkmaması sağlanmıştır.

Bu temel öğreti gereği kendi içine kapandıkça kapanır.  Dışarıya hiç bakmaz. Bakarsa dışarıdaki doğruları, diğer bir deyişle içerideki kendi yanlışlarını göreceğinden korkar..

Teba anlayışının panzehiri demokratik birey anlayışıdır. Demokratik birey, okuyan, sorgulayan, araştıran bireydir. Demokratik vatandaş demokrasinin yapı taşıdır. Demokratik birey konusu için bu konudaki blog yazıma bakılabilir. 

Konu dışı bir soru size. E siz yönetici olsanız halkınızın teba özellikli olmasını mı, yoksa demokratik vatandaşlar olmasını mı istersiniz? Zor soru değil mi? 

Teba anlayışındaki kişi kolaylıkla şiddete başvurabilir. Farklı düşünce ve yaklaşımları kişiliğine hakaret saydığı için onlardan nefret etmesi öğretilmiştir. Şiddetin mayası nefrettir. İnsana kendisi gibi olanların dışında herkesten nefret etmesini öğretirseniz, şiddet ortamını hazırlamış olursunuz. Şiddet onun için sıradan bir olaya dönüşür çünkü o kendince "tek ve vazgeçilmez olan düşünce kalesini" savunmaktadır. 

Oysa şiddet insanlık suçudur.

Mırıldanalım mı?

Bugün sayın Başbakanımız konuyla ilgili görüş açıkladı. Çok üzüldüm. "Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın" demiş kendileri. Ben de tam aksini söylüyordum. Mırıldanamayız birbirimize. Mırıldanmanın devamı dırıldanma arkası da kavgadır. 

Bir Avrupa ülkesinde gidin birisine "mırıldanın" bakalım. 

Bence mırıldanmaktansa açık açık söylemek daha mertçe böyle bir hakkımız olmasa da.

Gelin hoşumuza gitmeyen bir şey varsa önümüze bakalım. Görmeyelim kimseyi. Yargılamayalım kimseyi.

Neden kadın hedefte?

Kadını hedef yapan on binlerce yıl geçmişi olan ataerkil yaşam düzenidir.

Erkeğin kadını sahiplenmesi ve erkek olduğu için otomatikman onun üzerinde hakkı olduğuna inanmasıdır.

Erkeğin, kadını kontrol ederek, namus ve töre gibi akla ve vicdana aykırı, sadece kendi çıkarına hizmet eden ilkellikleri korumanın kendi görevi olduğunu düşünmesidir. Aslında erkek bu kavramları alet ederek kendi bencil çıkarını korumaktadır. 

Dinin öğretisinin yanlış yorumlanmasıdır. Dinimiz insanlara kadın -erkek olduklarına göre değil "takvasına" göre değer biçeceğini açıkça söylemektedir.

Neyin sevap neyin günah olduğunu ölçmek biz ölümlülerin işi değildir. O yetki sadece ve sadece YARADANDADIR. YARADANIN yetkisini kendi değer yargılarına göre kullanmaya kalkışmak Allah'a ortak koşmaktır.

Kimse dinin bekçisi, koruyucusu değildir. Cennetin anahtarlarını da dağıtın bari de rahatlayalım.

Günü geldiğinde hepimiz sevabımızı da günahımızı da öğreneceğiz. Bekleyelim. Sürprizlere de hazır olalım. Şekli müslümanlıkla YARADANIN kandırılabileceğini düşünmüyorsunuz değil mi? İki şeyi kandıramayız. Bir YARADANI. O bize şah damarımızdan daha yakındır ve içimizi görür. Aklımızı okur. Gönlümüzden geçeni bilir.

Bizim köyde "ALLAHIN bildiğini kuldan ne saklıyayım" diye bir söz vardır. İnancı ve dürüstlüğü tanımlar.

İkincisi kendimizi kandıramayız. Aynaya bakarsak ne olduğumuzu görürüz.

Bazı dinlerde, örneğin Hristiyanlıkta, Hz. Meryem'in bakire olduğu halde Hz. İsa'yı doğurduğu inancı nedeniyle ruhban sınıfı, görünüşte, cinsellikten uzak durur. Böylelikle dinlerinin temel anlayışına  duydukları saygıyı sergilemek isterler. Bu nedenle rahibeler Hz. Meryem'i simgeleyen özel kıyafetler giyerler.

Akıl ve mantık dışı olsa da inanç onların bize saygı duymak düşer. İnanç zaten sorgulanmadan inanılan değerlerin toplamıdır. O nedenle inançlar sorgulanamaz.

Benim söylemek istediğim, müslümanlıkta cinsellikle dinsellik arasında ilişki kuran bir öğreti olmadığıdır. Varsa da ben bilmiyorum. Bizim Peygamberimiz normal bir insan olarak doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Kendisinin ALLAH'ın "Resulü" dışında hiç bir dini sıfatla nitelenmesine izin vermemiştir. Sünnetinde kadınları ikinci sınıf veya erkeğin malı gibi gösteren yaklaşımlar aramak O büyük insana yapılacak en büyük kötülüktür.

Bakılması gereken o çağın koşulları ve İSLAM'ın kadını nereden alıp nereye getirdiğidir. Dinimiz kendisinden önceki dönemde deveden bile değersiz görülen kadını getirebileceği en iyi yere getirmiştir. Bize düşen dinimizin temel anlayışıyla uyumlu çağdaş düzende yaşamaktır.

Yeni gelen bir din indiği toplumun örf ve adetlerini değiştirirken, var olan örf ve adetler de o toplumun dini yorumlama şeklini etkiler. Bu karşılıklı bir kültür alışverişidir ve kaçınılmazdır. Doğaldır. Hiç bir toplum yeni bir din aracılığıyla bile geçmişinden tamamen soyutlanamaz. 

Diğer toplumlar ise bir dini o toplumdan alırken dinle birlikte o dinin indiği toplumda yaşayan insanların örf ve adetlerini de bir ölçüde alırlar ve hem dini hem de onunla birlikte aldıkları örf ve adetleri kendilerininkiyle harman ederler. Bu nedenle bütün dinlerde yöresel farkılılıklar oluşur. Dinin özüne dokunmadığı sürece bu farklılıkları zenginlik olarak algılamak gerekir. Bu nedenle rahmetli Halil İnalcık, Türkler müslüman olduktan sonra serhat boylarında Türk'ün öz benliğiyle uyumlu bir islam anlayışının geliştiğini yazar.

Din bilginleri islam dininin içindeki islamdan önceki Arap örf ve adetlerinin boyutunu inceleyip onları ayrı bir kategoriye koymayı düşünürler mi bilmiyorum.

Ülkemizde dinsel ve kültürel baskılar kadın ve erkeğin ayrı yaşadığı bir toplum düzeni ortaya çıkarmaktadır. Bu son derecede tehlikelidir ve IŞİD belasına giden yola taş döşemektir.

İhtiyacımız olan en köklü kültürel değişim cinslerin diğerini "önce insan" olarak görmesini sağlamaktır. Bu ancak cinslerin çocukluktan itibaren birlikte yaşamasıyla mümkündür.

Cinsleri çocukluktan itibaren ayırmak onların sağlıklı duygusal gelişimini engeller. İnsanın insani yönünü köreltir. Karşı cinsi sadece bir seks objesi olarak görmesine yol açar. Cinsel sapkınlıklara neden olur. İnsan yaradılışına aykırıdır. Yaradan tüm canlı cinslerini birlikte yaşayacak şekilde yaratmıştır.

Ülkemizde cinsel taciz ve tecavüze uğrayan kız çocuklarının yaşının kaç yaşına kadar indiğinin farkındasınızdır umarım. Lütfen nedenlerini düşünün.

YARADANIN yaratış özelliklerini yok sayan veya onları değiştirebileceğini sanan toplumlar ağır bedeller öderler. Son durakları, hiç şüpheniz olmasın IŞİD durağıdır. Er veya geç.

Cinslerin birlikte yaşaması derken umarım seksi kastetmediğimi anlamışsınızdır. İnsan olarak bir arada yaşamaktan söz ediyorum. Anlatmaya çalıştığım nedenlerle bazı insanların beyni o noktaya kilitli olduğu için açıklık getirmek istedim. Özür.

Gördüğünüz gibi kadına saldırmak için o kadar çok nedenimiz var ki. Bu listeyi uzatmak da mümkün. Burada keselim biraz da siyasetten söz edelim. Ne ilgisi var demeyin, çok ilgisi var. Siyasetin yaşam tarzı mücadelesi şeklinde sürdürülmesi de dönüp dolaşıp gene kadını vuruyor.

Yaşam tarzı mücadelesi olarak yürütülen siyaset.

En genel tanımıyla siyaset, halktan vergi olarak toplanan kaynakların kullanım öncelikleri konusunda halka öneri sunmak ve seçimler vasıtasıyla yetki alarak, bu yetkiyi halkın onay verdiği yönde kullanmaktır.

Kişilerin yaşam tarzı ve bu tarza esas olan dinsel ve kültürel anlayışları asla siyasetin konusu olamaz. Böyle yapılırsa toplum ayrışır, zıtlaşır, dağılır ve un-ufak olur.

Siyasete konu olan kurallar sadece ve sadece toplumun zorunlu ortak yaşam alanını kapsamalı ve ortak iradeyle belirlenmelidir. Uygun yöntem, siyasetin konusu olan ortak yaşam alanlarını olabildiğince dar tutmak, böylelikle ferdi yaşam alanını genişleterek kişileri kendi özel yaşam alanlarında özgür bırakmaktır.

Buna "demokrasi" denir.

Kimse kimsenin inancına göre yaşamaya zorlanamaz. Ben çoğunluğum sen de benim gibi yaşayacaksın olmaz.

Olursa IŞİD'in ayak sesleri duyulmaya başlamış demektir. 

Şekli demokrasilerde siyaset; din, ırk, mezhep, boy-pos, vatan-millet gibi siyaset üstü ve dışı olması gereken hamasi konular üzerinden yapılır. Bu yaklaşım nefret üretir. Nefret şiddeti besler. Bu kolaycılıktır. Çok bağıran çok oy alır.

Bu arada tüm kibirle yaşayanlara ve yüksek sesle konuşanlara Lokman Suresini ve özellikle 18 ve 19ncu ayetlerini dikkatle okumalarını öneririm.

Plan proje hazırlayıp halkın karşısına çıkmak zahmetli iştir. Bir de seçiilirsen onları uygulamak var. Uygulayamazsan halka nedenlerini anlatmak var. Bir sürü iş.
 
Nasıl olsa prim yapıyor. Hamasete devam. Hele hele dini duyguları okşamak, öyle kolay ve oy getirici ki. Kimse duymasın ama ben bunun çok günah olduğunu düşünüyorum. Sadece düşünüyorum dedim. Kendimle çelişmek istemem. Günah-sevap takdiri ölümlülerin işi değildir demiştim ya biraz önce.
 
Siyaseti yaşam tarzı üzerinden yürütür, yaşam tarzını da dinin kendi anladığınız ve tartışmasız doğru kabul ettiğiniz yorumunu esas alarak belirlersiniz, işte sizin gibi düşünmeyenlere ve özellikle kadınlara saldırmak için esaslı bir bahane.
 
Din ,özüne uygun olarak, iyi huy ve ahlak üzerinden değil kadın üzerinden algılandığı sürece bu çarpıklık düzelmez.
 
Bu IŞİD felsefesidir.
 
Bütün dinler tarih boyunca iktidar mücadelelerine alet edilerek istismar edilmişlerdir.
 
Dini doğru yorumlayan insanlara düşen bu istismara son verimesine çalışmaktır.
 
En keskin ayrışma da kadının yaşamdaki rolü üzerinden yürüdüğü için, siyaset anlayışı değişmediği sürece, korkarım ki kadınlar hep öncelikli hedef olmaya devam edecektir.
 
Laik-dindar tartışması
 
Cumhuriyeti kuran büyük insanlar, içinden geçtikleri ateş çemberinden aldıkları dersle toplumun ortak yaşam alanını, diğer bir deyişle devlet düzenini, şeriat yerine ortak akla dayandırmak istemişlerdir.
 
Bunun adına da "laiklik" demişlerdir.
 
Bu aslında bir öze dönüş hamlesidir. Pek çok tarihçi Osmanlının 1600'lı yıllardan başlayarak devlet yönetimini Türk'ün bozkırdan getirdiği akla dayanan esnek örf ve adetlerini tamamen dışlayıp sadece şeriatın durağan esaslarına göre düzenlemeye başladıktan sonra gerilemeye başladığında hem fikirdir.
 
Hiç bir din devletin yönetim esaslarını belirlemek belirlemek amacıyla indirilmemiştir.
 
Laikliğin amacı ayrışmaları önlemek, huzuru sağlamak, kişiyi kendi inanç dünyasında özgür bırakmaktır.
 
Laiklik iyidir, kötüdür diye tartışılabilir. Ama bu bağlamda değil. Böyle söylendiğinde toplumda iki farklı kesim varmış gibi algılanıyor. Birisi dindar, diğeri laik. Buradan laiklerin dindar olmadığı yargısına varılıyor.
 
Hoşgeldin IŞİD. O da sadece kendisini müslüman kabul ediyor.
 
Dindarlığı kim kaybetmiş de kim bulmuş. Kimse kimsenin dindarlığını sorgulayamaz. Hoşgeldin Ortaçağ. Daha önce de söyledim bu karar YARADANA aittir ve günü gelince verilir. Size ne oluyor? Sizin elinizde Ortaçağda olduğu gibi "dindarlık sertifikaları mı" var? Varsa nereden aldınız? Kendinize gelin ve muhteşem dinimizi hristiyanlaştırmayın. Onu okuyun, anlayın ve kıymetini bilin.
 
Dindar olmak için kimsenin aracılığına ihtiyacımız yoktur. Gözünüzü kapatın ve duanızı edin. Dinimizin en son ve mükemmel din olmasının nedeni kul ile ALLAHIN arasına kimsenin girememesidir.
 
Laiklik devletin düzenlenmesinde neyin esas alınacağıyla ilgilidir. Kişi laik olduğu halde dindar olabilir veya olmayabilir. Kim bilebilir ki. Hem kime ne ki? Herkes kendi hesabını verir günü gelince.
 
Laik olduk da ne oldu diye sorarsınız ben de size Ortadoğu'ya bakın derim. Bugün Suriye, Irak veya başka bir Ortadoğu ülkesi değilsek bunu Cumhuriyete borçluyuz.
 
Güçlüklerimiz olsa da yiyecek ekmeğimiz, azıcık aşımız varsa bunu Cumhuriyete borçluyuz. 
 
"Muasır Medeniyetin" üstüne çıkmak gibi bir hedefimiz varsa bunu Cumhuriyete ve onun kurduğu düzene borçluyuz.
 
Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti anlayışı toplumsal yaşamımızın sigortasıdır. Eskilerin deyimiyle hayat-memat meselemizdir.
 
Ya bu kuralları içimize sindirip onlara sımsıkı sarılacağız ya da istikamet IŞİD. Siz bilirsiniz.
 
Çözüm önerileri
 
Cumhuriyet sağlam bir kayadır, yel kayadan ne alır ki diye düşünmeyin. Gidin sahile dalgaların kayalarla birleştiği yerlere bakın. Yıllar içinde dalgaların kayaları nasıl şekillendirdiğini görün.
 
Yakın tehlike yok diye Cumhuriyeti aşındırmaya çalışan dalgaları görmezden gelemeyiz. Bu bir zaman meselesidir.
 
Dalganın gücü şiddetinde değil devamlılığındadır.
 
Temel önlem, FETÖ ve benzeri organizasyonların küçük yaşlardaki çocuklara nüfuz ederek onları henüz akıllarının ermediği çağda onları kendi çarpık din ve hayat anlayışlarına göre, geri dönüşü olmayan şekilde, şekillendirmelerine engel olmaktır.
 
Mutlu ve huzurlu yaşam, gelişmiş toplum, teba özellikli bireylerle değil demokratik vatandaşlarla mümkündür.
 
Bunun için "eğitim" sadece devlet eliyle verilmelidir. Yurt, okul, dershane gibi eğitim kurumları sadece devlet tarafından açılmalı ve işletilmelidir.
 
Devletin eğitim felsefesi bir partinin, cemaatin, tarikatın anlayışıyla değil insanlığın evrensel değerleriyle uyumlu olmalıdır.
 
Eğitim bireylere okuma alışkanlığı kazandırmalı. Kendilerine güvenmeyi öğretmeli, en azından kişisel kararlarını alma gücü ve alışkanlığı kazandırmalıdır. Toplumsal yaşamın demokratik karar alma süreçlerine katılmaya teşvik etmelidir.
 
Siyaset yaşam tarzı mücadelesi şeklinde yürütülmemelidir. Siyasetin amacı halktan toplanan vergilerin kullanım öncelikleri konusunda halktan yetki almaktır.
 
Toplumsal ortak yaşam alanı mümkün olduğunca daraltılmalı, kişisel yaşam alanı olabildiğince genişletilmelidir.
 
Kişisel yaşam alanı "dokunulmaz" olmalıdır.
 
Toplum yaşamında cinsler, hiç bir nedenle birbirlerinden ayrılmamalıdır. YARADANIN yaratış özelliklerine meydan okumamalı, saygı duymalıyız. 
 
Çok olan dertlerimin bir kısmını söyledim sanırım. Takdir sizin.
 
Derler ki "bir kişiden fazlasını ilgilendirmeyen dert ve iğreti ve yalancıdır."
 
Dilerim dertlerime ortak olmazsınız ve ben de onların gerçek olmadığın anlarım.
 
 
 
 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..