Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '12

 
Kategori
Kitap
 

Işık Süvarileri

Yazarı: Harun Tokak

1955 yılında Uşak'a bağlı Merkez-Kırka köyünde dünyaya geldi. İlköğrenimini orada tamamladı. Orta ve lise eğitimini Uşak'ta, üniversite eğitimini ise İzmir İlahiyat Fakültesi'nde 1979'da tamamladı. Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın değişik kademelerinde görev yaptı. MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nde Eğitim Uzmanlığı ve Başbakanlık' ta bazı bakanlara müşavirlik yaptı.

Ey Sonsuzluğun Sahibi Sana Ulaşmak istiyorum

Bu bölümde yazar merhum Muhsin Yazıcıoğlu’ndan bahsetmektedir. Yazıcıoğulu’nun çektiği sıkıntıları, işkenceleri dile getiriyor.  Onun arkasından nice insanlar gözyaşı döktü. O öldü ama geride gözü yaşlı kimseleri bıraktı. Evlatlarını öksüz, karısını dul bıraktı. O milleti için yaşıyordu. Anadolu onun tek sevgilisiydi. Memleketi için canını bile verirdi. Nitekim hapishanelerde akıl almaz işkenceler gördü. Bir arkadaşı yağmurlu bir günde ölmek en büyük hayalim demişti. Bir gün gökte şarıl şarıl yağmur yağarken idam edildi. Anası geliyor gözlerinin önüne, yaşlı gözlerle feryat ediyor. Muhsin’im, yavrum yiğidim diye feryat ediyor. Sen üşüyorsun oğul, senin üşüdüğünü bilen Anadolu üşüyor.

Mamak Mapusanesinde “Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum” diye yalvarıyor. Oradaki yıllarında geçmişine özlem duyuyor. Anasına, okuluna özlem duyuyor. Hatıraları canlanıyor yüreğinde.  Ve ölmeden, Rabbine kavuşmadan, anasını son bir kez yüzünü görme hayaliyle yaşıyor. Bir gün bir kazada, üşüyorum, diyerek Rabbine, sonsuzluğun sahibine kavuşuyor.

Onlar Sabahı bekleyemediler

Yazarın bir sonraki durağı baharla birlikte kıyısında ağaçların çiçek açtığı Ural nehridir. Bir gün Ergün Bey ve Alime Hanım’ın evlerine bir kadın gelir. Bu kadın pencereden Ural nehrine bakar. Alime Hanıma bu nehrin adını sorar. Ural’dır bu nehir. Evladını yutan nehirdir. Evladı Yasin başarılı bir öğrencidir. Ortaokulu başarıyla bitirmiştir. Aynı şekilde lisede de başarılı olmuştur. Üniversite okumak için hayalini kurduğu Orta Asya’ya gitmeye karar verir. Köyünden yaşlı gözlerle ayrılır. Ana babası son kez bakmışlardır oğullarına. Çünkü artık dönmeyecektir o. Yasin ata yurduna geldiğinde henüz 18 yaşındadır. Öyle güzel öyle sevimlidir ki, öğrencileri kısa zamanda sevmişlerdir onu.

Bu genç delikanlı bir yaz öğrencileriyle pikniğe gitmiştir. Öğrencilerinden biri kaçan topu yakalamak için Ural’a atlar. Yasin de, bunlar bana emanet, annelerine ne derim, diye arkasından çocuğu kurtarmak için nehre atlar. Çocuğu kurtarır fakat kendi orada can verir. Öğrencisi için hayatını feda etmiştir bu kahraman öğretmen.

Baba Okuluna Hoş Geldin

Yazarın bir sonraki durağı Hürrem Sultan’ın ülkesi Kiev’dir. Soğuk ve kar onları zor durumda bırakıyor. Kapıda onları karşılayan bir Kırgız gencinin Türkçe, hoş geldiniz, deyişi içini ısıtıyor. Onları bir duvarda Cengiz Aytmatov’un resmi olan bir eve gidiyorlar.  Bir anma gecesinde bir bozkır genci Türkçe konuşarak onlara Issık Göl’deki bir okulda öğrenci olduğunu söylüyor. Memnun musun okulundan, sorusuna, nasıl memnun olmam, deyip okulun onun hayatındaki değişimlerinden bahsediyor. Ölümden korkarken, Türk öğretmenleri sayesinde artık ölümden korkmadığını, diğer arkadaşlarında bu korkuyu, öldükten sonra tekrar dirilmenin olacağını duyduktan sonra bu korkuyu yendiğini, söylüyor. Okullara çok şey borçlu olduklarını, bu okullar sayesinde hayatlarının değiştiğini, bu öğretmenlerine çok şey borçlu olduğunu dile getiriyor.

Hürrem Sultan’ın ülkesindeki adsız oğlanlar, Aytmatov için hüzün verici kimselerdir onlar.  Ve onlar için bir belgesel hazırlanır. Issık Göl’de kaybettiği yavrusunu, adsız oğlanını bulur babası. Baba okuluna hoş geldin, diyerek elini öper.

Bizim İller Sensiz

Tanrı Dağları’na ulaştıklarında onları ağır kış şartları karşılamıştı. Köylülerin yardımı olmasaydı bu dağlarda donmaları içten bile değildi. Onları bir eve götürdüler ki bu evde kimler kalmadı. Bu evde yemekler yenilir, çaylar içilirdi. Ev yazar için çok farklı duygular uyandırmıştı. Her yerde sessizlik ve hüzün vardı. Onlar ipek yolunun kum fırtınalarına göğüs germişler, canları pahası okul açmak için yollara düşmüş yiğitler.

Yazar Kırgızistan’ı geçip Tanrı Dağlarının ortasında bir köye geldiklerinde tek bir binada ışık yandığını fark eder. O bina önden giden atlıların açtığı Türk okullarıdır.  Bu okullardan ayrıca Afganistan, Kamboçya ve Japonya gibi en ulaşılmaz yerlerde açılıp Türkçenin öğretilmesi için bu önden giden atlıların kahramanlıklarını düşünmemek elde değil. Ve bunların hiç birinin derdi para değil, çölün ortasına okul açmışlar. Sürgün yeri dediğimiz yerlere onlar severek gidip okul açmışlar. Onlar gittiler ve geri dönmediler dönmeyi düşünmediler. Güz yağmurlarıyla göçüp gittiler. Öğrencileri için hayatlarını feda etmekten kaçınmadılar.

Musibet Meteorlarını Parçalayan Kadın

Hz. Hatice, sevgili peygamberimizin ilk eşidir. O varlıklı, zengin biriyken malını canını Allah yolunda vermiş bir kadındır. Vahyi ilk öğrenen kadın, ilk Müslüman olan kadın, Kureyş’te yoksulların boğazından ekmek geçmezken, onun sayesinde karnı doyan nice yoksulun, yetimin annesi. Ama o müşriklerin boykotunda bütün malını Allah için harcamış hiç düşünmeden. Güllerin efendisinin mübarek eşi son zamanlarında sıkıntılar içinde kalmış, ancak hiç şikayet etmemiş. En büyük mutluluğu, güllerin efendisinin eşi olmaktır. O Allah yoluna efendimiz için malını canını ortaya koymuş, yiğit bir kadındır. Allah ondan razı olsun.

Sevgiden Bir Yuva

Gülşen Hanım ağrılardan ve gurbetten çok çekmişti. Oğlu evlenecekti ve uzaklara gidecekti. Her sabah birlikte kahvaltı yaparlardı, artık yapamayacaklardı. Her gece yattığı yatağı boş kalacaktı. Aslında oğlunun uzaklara gitmesini istemiyordu ama bir an düşündü, kendi de gurbetteydi. Biliyordu. Çünkü eşiyle çok gurbetler görmüştü. Aynı şeklide kızın ailesi de korkuyordu. Kızlarını uzağa göndermek istemiyorlardı. Ama kızlarının mutluluğu için katlanmak zorundaydılar. Düğün günü evet sesleriyle kavuşmuşlardı ve artık onlar kim bilir nerde, hangi ülkede, sevgiden bir yuva kuracaklardı. Öğrencileri olacaktı ve onlar belki de geri hiç dönmeyeceklerdi.

 Allah’ın Aslanı

Uhud çetindi, uhud sarp bir kayaydı. Eller kollar her şey budanıyordu. Bir mızrak belirdi ilerde hedefte Hamza vardı. Mızrak Hamza’nın sinesine saplanmıştı. Yer ağlıyordu Hamza’ ya, gök ağlıyordu Hamza’ya. O Mekke’de mazlumların yardımına koşardı. Peygamberin her zaman koruması olmuştu. Yeğenini her türlü kötülükten korumuştu. Uhud’da kılıçların peygambere değmemesi için peygamberle kılıçlar arasında siper olmuştu. Ama ayağı sendelediği bir ara vahşi pusuda ide ve mızrağını salladı. Allah’ın Aslanı yere serilmişti. Hint kalbini çıkarmıştı. Kardeşi o yiğit kahramanın başında ağladı. Peygamberimiz de göz yaşlarına hakim olamadı. Allah’ın Aslanı Hamza cennetten onları izliyordu. Şehitlerin seyidi Hamza, Allah’ın Aslanı Hamza.

Sabah Yakın

On bir yıl sonra yazar tekrar Moskova’da. Müdür Kuznetsov’un sözleri yüreklerini ısıtıyor. O şöyle diyor. “Buraya birkaç Türk genci geldi ve okul açmak istediklerini söyledi. Ben de milli eğitim komitesindeydim. Kabul etmeyince tekliflerini beni Türkiye’ye götürdüler. Döndüğümde fikrim değişti.” Türkiye’de gördükleri onu çok etkilemişti. Ve nitekim okul izni çıktı ve burada Türkçe öğretilecekti. Buradaki öğretmenler bir rehber bir otorite idiler. Öğrencileri onları çok seviyorlar. Onlar bu eğitimin yapılmasında lokomotif görevi gördüler. Onlar olmadan Rusya da dini dersler verilemiyordu. Onlar her şeyiyle oraları değiştirdi. Müdür Kuznetsov’un içleri ısıtan bu açıklamaları sabahın yakın olduğunu gösteriyordu. Karanlık geceleri bu kahraman yürekler aydınlatıyordu.

Sana Bir Emanetim Var Oğul

Her taraf zifiri karanlık göz gözü görmüyor. Sonra bir bomba sesi çığlıklar feryatlar ardı ardına geliyor. Ambulans sesleri bomba seslerine karışıyor her yerde yaralılar, hastaneler yaralı dolu, küçük kızların kucaklarında kardeşleri, anneleri ya ölü ya da yaralı. İşte Kudüs böyle bir yerdi. İlhan Bardakçı bu şehre geldiğinde Kudüs kapılarında bir yaşlı baba ile karşılaşıyorlar. Elinde silahı nöbet tutuyor. Komutanı öyle emretmiş kaç yıl önce o hala orda nöbetinin başında. Bir emanet veriyor İlhan Beye. Tokat Sancağındaki Musa Efendi’nin ellerinden öpmesini istiyor. Komutanı, burayı ona emanet etmiş ve hala orda nöbetinin başındadır, demesini istiyor. Tam 57 yıl orada nöbette beklemiş ama vatanına hiç küsmemiş. Verilen göreve bağlılığı bizleri utandırıyor. Kudüs’te bombalar, silahlar patlıyor. Bu çığlıklar Iğdırlı Hasan Onbaşıları unuttuğumuzda başladı ve devam ediyor. Onlar ki vatanı için canlarını biran bile düşünmeden ortaya koymuşlar, ancak sonunda unutulmuşlar. İşte yaşanan bu acıların nedeni bu olsa gerek.

Son Akşam Yemeği

Hepsi 12 kişiydi. İsa ve havarileri. Onlar her zaman Hz. İsa’nın yanında olmuşlardı. Sadece onlar inanmıştı. O ölmüştü, havarileri bu yolda yalnız yürüyeceklerdi. Annesi iffetli biriydi ama bu çocuğun babası yoktu, iftiralara maruz kaldı, ezildi, işkencelere maruz kaldı, yavrusu kucağında başına taşlar atılırken, o Kudüs yollarından geçiyordu. Bugün de Kudüs’te durum aynı değil mi? Aynı şeyler yine yaşanmıyor mu?

İşte Hz. İsa böyle bir ortama peygamber olarak gelmişti. Ama sadece 12 kişi ona inanmıştı. Ama o Allah’ı anlatmaktan vazgeçmedi. Canı pahasına bu yolda devam etti. Son akşam yemeğinde havarileriyleydi. Onların Hz. İsa’yı son görüşleri olacaktı. İsa çarmığa gerilecekti. Bu onların son akşamıydı.

Kefenini Çantasında Taşıyan Adam

Bir çantası vardı, bir davası bir de anası… Anası ki oğlu demir parmaklıkların arkasına düştüğünde, sevgili oğlum Bekir oraya namaz kılmaktan dolayı düşmüşsün, bu beni çok mutlu etti, der. Öğütlediği yolda giden bir oğlu olduğu için gurur duyan bir ana. O bir avukattı ama temiz yürekli doğru sözlü biriydi. Duruşmalara abdestiz girmezdi. Çantasında savunma dosyaları ve kefeni vardı. Halit adında bir genci duruşma salonundan berat ile çıkarır ve anasına kavuşturur. O buluşma anı, vicdansızı merhamete getirecek şekildedir. İşte Bekir böyle bir insandı. Davası için her şeyi göze almıştı. Anası, geri dönecek misin oğul, dediği zaman, ahrette buluşacağız, diyen bir yiğitti o. Nitekim bir toplantıda, Egeseller ona kin ve nefretle bakmış ve neyine güveniyorsun bu kadar, diye sormuştur. O da çantasından çıkardığı beyaz bir örtüyü masanın üzerine fırlatmış ve işte buna güveniyorum, demiştir.

Kabe’nin Yalnız Yılları

Hz. İbrahim’in imtihanı çetin olmuştu. Önce eşi ve oğlunu çölde bir başına bırakmak zorunda kalmıştı. Kalbi yana yana onları orada bırakmıştı. Eşi, bunu Allah mı istedi, deyince o, evet, demişti. O zaman Allah bize yeter demişti. Oğluna su bulmak için oradan oraya koşmuştu ve İsmail’in bulunduğu yerde zemzem ortaya çıkmıştı.

İbrahim’in o gün kalbi yanmıştı. Daha sonra Nemrut onu ateşe atmıştı. O hep yandı. Gün gelecek oğlu İsmail’i kurban etmesi gerekecekti. Nitekim günler geçti. İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa ettiler. Artık Kabe Allah’ın evi olmuştu. Her Müslüman Kabe’ye hac için gelecekti. Ama İslam’ın ilk yıllarında Kabe çok yalnızdı. Üç kişi ibadet ediyordu Kabe’de. Peygamberimiz, eşi Hz. Hatice ve Hz. Ali.

Güneş Doğuyordu Akdeniz’den

Yazarın bir sonraki durağı Akdeniz’in gözde şehirlerinden olan Antalya olur. Yazar burayı öyle güzel tasvir ediyor ki sanki Antalya gözlerinizin önüne geliyor. Doğal güzellikleri mehtabı, denizi havası her şeyiyle yazarı mest ediyor. Anıları canlanıyor gözünün önünde bir zamanlar öğrencileriyle olan anıları. Öğrenci cıvıltılarının deniz seslerine karıştığı günler.  Daha sonra bir kamp yerine gidiyor ve oradaki gördükleri onu çok şaşırtıyor ve mutlu da ediyor. 25 yıl öncesinin öğrencileri şimdi mühendis, doktor, öğretmen olmuşlar. Hepsi dünyanın dört bir yanına dağılmışlar. Birlikte büyüttükleri sevgileri, artık bu yerlerde, Asya’da, Afrika’da sevgi tohumları oldular. Ve onlar gittikleri yerde ışık olmaya devam ettiler. Evleri ışık, binekleri ışık, kamçıları ışık, yolları ışık süvariler.

Edirne Düşer Hangi Yana

Yazar Balkanlar’da yaşanan sıkıntılara vurgu yapıyor kitabının bu bölümünde. İnsanların Edirne’ye kaçışlarını, maruz kaldıkları sıkıntıdan kurtulmak için büyüğü küçüğü herkes Edirne’ye göç ediyordu bir zamanlar. Eskiden günlük güneşlik olan bu topraklarda artık acı hakimdir. Yükünü alan düşer yollara, ağla anam ağla, Edirne düşer hangi yana, diye diye. İşte yazar Gazze’nin bugünkü durumunu görünce bu hatıraları canlanır zihninde. Gazze’de de bugün aynı sıkıntılar yaşanmaktadır. Silah sesleri top sesleri hakimdir buralarda. Gazze yanıyor, Gazze ağlıyor, Gazze zorda…

Benim Bir Hayalim Var

Yazar burada Amerika’daki ırk ayrımcılığına dikkat çekiyor. Rosa Parks siyahi bir kadındır. Bir gün otobüse biner. Eğer bir otobüste beyazlar çok ise siyahlar alınmaz. Siyahlar otobüslerin ikinci katında otururlar. Eğer otobüs dolarsa beyazlar üst katta onların yerlerine otururlar. İşte yine böyle bir durumda Rosa Parks yerinden kalkmamış ve direnmiş, neticesinde polisler tarafından karakola götürülmüştür. Rosa’nın başlatmış olduğu bu karşı koyuş daha sonraları siyahilerin de söz sahibi olmalarında ilk adım olmuştur. Eğer, Rosa o gün, kalk, denildiğinde yerinden kalkmış olsaydı, bugün Amerika’nın Başbakanı Obama olabilir miydi? Rosa’nın başlatmış olduğu bu özgürlük hareketini daha sonraları Martin Luther desteklemiş ve “bir hayalim var benim” diyerek özgürlüğe olan özlemini dile getirmiştir.

Yiğidin Derdi De Büyük Olur

Kararsız bir sonbahar gününde, Kemal beyin babasının cenazesine yetişmek için büyük çaba harcıyorlardı. Kemal Bey yurt dışında öğretmendi, görevleri vardı. Bu yüzden babasıyla pek görüşemiyordu. İşi gereği Türkiye’ye geldiği dahi zamanlar bile uğramaya fırsatı olmuyordu. Yanında getirdiği insanlara Türkiye’yi gezdirmekti onun görevi ve sevdirmekti. Onların yalnız kalmaması gerekiyordu. Ama babası Türkiye’ye geldiğini ve uğramadan gittiğini duyarsa çok üzülecekti, bunu biliyordu. Bu yüzden o geldiğini hiçbir akrabasına söylemiyor, görmesinler diye otelde kalıyordu.

Kemal Beyin babasının cenazesi, dedesinin mezarına defnediliyordu. Baba oğul şimdi aynı mezarda idiler. Kemal Bey babasının acısını yüreğinde hissediyordu. O yiğit ki yurt dışında nice bekleyenleri var diye babasının yanında olamamıştı. Öğrencileri daha önde geliyordu. Kemal Bey tüm bunlara rağmen kendisini bekleyenleri bekletmemişti. Onların yardımına koşmuştu. Ama şimdi babasının cansız bedeni önünde yüreğinde büyük bir acı ile baş başa kalmıştı. Derdi çok büyüktü.

Bayram Gelmiş Neyime

Doğuda karlar üzerinde unutulmuş bir köy. Ahmet Beyin bu köye ilk gelişidir. Köyde tek hayat emaresi olan küçük bir kızın yanına sürerler arabalarını.

Ahmet Bey İstanbullu bir iş adamıdır. Doğuda fakir insanlara yardım etmek için yardımlar dağıtmaktadır. Yaşlı bir ninenin evinin kapısını çalarlar gördükleri içler acısıdır. Küçücük bir oda, mutfağı yatak odası, her şeyi aynı yerdir. Ahmet Bey bu yaşlı nineye İstanbul’daki annesi aklına gelmiş ve “bu bayram ona sarılamadım ama yıllardır evlatlarına sarılmamış bir anaya sarılıyorum” diyerek sarılır. Bu kadın evlatlarını teröre kurban vermiştir. Onun için bayram hiç bir şey ifade etmemektedir. Bayram gelmiş neyime, der. Daha sonra bir kız ilişir gözüne. Soğuktan perperişan olmuş bir kız, anası, babası ölmüş, bir başına kalmış. Ahmet Bey bu kızın durumuna çok üzülür ve bu kızı evladı olarak alır. Ona babalık yapar ve onun her türlü eğitim ihtiyaçlarını giderir.

Süleyman Öğretmen

Süleyman Öğretmen, Türkiye’den okul yapmak için Çin sınırındaki Narin şehrine giden bir Türk öğretmendir. O bir okul açabilmek için nice sıkıntılara göğüs germiş bir kahramandır. İlk başlarda okul açmak istediğini, oradaki devlet yetkililerine söylendiğinde pek hoş karşılanmamış, hatta odadan kovulduğu bile olmuş. Ancak o her türlü sıkıntıya rağmen eski bir binayı satın alıp burayı okul haline getirebilmek için çalışmış. Okulun açılma günü gelmiş fakat masa sıra bulamamış, bir okul öğretmeninden, borç olarak masa ve sıra almış. Tüm bu sıkıntılarla okulu açar ve o yıl okula 52 öğrenci kayıt yaptırır. Bir gün rüyasında Efendimizi görür ve ona projeleri olduğunu ne yapması gerektiğini sormuş. Peygamberimizden de, yap, cevabını almıştır. Neticesinde ertesi gün her şey değişmiş, bu okula yardımlar yapılmış ve okul eğitime devam etmiştir. İşte Süleyman öğretmenlerin gayretleriyle, fedakarlıkları ile bu gün çok sayıda okul yurt dışında açılmıştır.

Kitaptaki Bazı Eğitim Öğeleri

Öğretmen:

Burada ismi geçen öğretmenler, eğiticiler; Kemal Bey, Süleyman Öğretmen, Hz. Hamza, Hz. Hatice, Hz. İsa ve nice öğretmenler. Onların ortak özellikleri hepsi cefakar, vefakar, geride bıraktıkları annelerinin acısıyla yaşamış ama hiçbir zaman yılmamışlardır. Ülkelerini terk edip nice yerlere gitmişler ve öğrencileri olmuştur. Kimiyse canını, kimiyse malını, hepsini ortaya koymuştur.

Kimiyse gerektiğinde işçi gibi çalışmış, yıkık binaları onarmışlar, eğitim için hazırlamışlardır.

Öğrenci:

Burada belli başlı öğrenci isimleri geçmemekte, biz yukarda bahsettiğimiz eğiticilerin etrafında öğrenciler olduğunu anlamaktayız. Yurt dışına giden öğretmenlerin orada açtıkları Türk okullarına gelen öğrenciler vardır. Hepsi okumaya hasret, okumak isteyen öğrencilerdir. Doğu Anadolu’da nice fakir çocuklar okumak isteyip de maddi sıkıntılardan dolayı okuyamamıştır.

Hz. İsa’nın etrafındaki havarileri, onun öğrencileri olmuştur. Hz. İsa onlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatmış ve 12 kişi ona inanmıştır. Bunlara havari denmiştir.

Okul ve Bina:

Yurt dışına giden öğretmenler ilk olarak oraya gittiklerinde okul açmışlardır. Bu okullar çoğu zaman kırık dökük, duvarları eskimiş, tavanlarından sular akan binalar olmuş. Bazen olmuş masa sıra bulunmamış, yemek masasını müdür masası yapmışlardır. Okullar içler acısı halde olmuştur. Öğretmenler buralarda işçi gibi çalışmışlar ve o binaları ders yapılabilecek hale getirmeye çalışmışlardır.

Eğitim Programları:

Çoğu zaman ülkelerin belli eğitim programına bağlı kalınmış, bunun yanında öğretmenler kendilerince vermek istediklerini, öğrencilerine anlatmışlardır.

Yönetim:

Yurt dışına giden bu öğretmenler, çoğu zaman okullarının müdürü de öğretmeni de kendileri olmuştur. Okulun düzeninden onlar sorumlu olmuştur. Ayrıca gittikleri yerdeki devlet büyüklerinden izin almaları gereken durumlar olmuştur. Bu yöneticileri de yönetimden saymak mümkündür.

Çevre:

Çevre ise yurt dışında gidilen yerlerdeki halk, öğrenci velileri akla gelebilir. Ayrıca İslam toplumundaki diğer insanlar da çoğu zaman çevreyi oluşturmuşlardır.

Değerlendirme:

Bu kitapta genel olarak yurt dışına yapılmış okullardan, yapılan eğitimlerden, öğretmenlerin anasını babasını geride bırakıp, geriye dönmeyi bir an bile düşünmeden uzak yerlere gidişlerinden, yeni nesiller yetiştirmek için çabalarından, gayretlerinden, fedakarlıklarından bahsediliyor. Biraz da tarihte İslam’a faydalı olmuş, mallarını, canlarını seve seve vermiş; Hz. Haticelerden, Hz. Hamzalardan bahsedilmektedir. İşte bu şahıslar, bu öğretmenler peygamber zamanında İslam için canlarını mallarını ortaya koyan kahramanlardan farksızdırlar. Kemal öğretmen, Süleyman öğretmen ve niceleri, eğitim vermek için memleketlerini, analarını bırakıp gitmişlerdir. Onlar gittikleri yerlerde yeni yeni insanları tanımışlar, yeni öğrencileri olmuştur.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..