Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

İskambilden kuleler

İskambilden kuleler
 

Elindeki üstünkörü yazılmış aşk romanlarından birinin ilk sayfasını çeviren genç kız sıradışı bir heyecana kaptırmıştı kendini çoktan. Ablasının kasabadan gizlice aldığı bu kitabı okuyup da ona veren arkadaşı, sıkı sıkı tambihlemeyi de ihmal etmemişti kimselere göstermemesi için. Öte yandan da, ballandıra ballandıra kitabın konusundan bahsediyor, “Ah!” diyordu, Yüreğim kıpır kıpır oldu valla!” Onun, romandaki en acıklı  sevda sahnelerini en detayına inerek anlatması, genç kızın hevesini iyice kamçılamaktaydı.
 
Pek merak ediyordu şu aşk denen şeyi genç kız. Köydeki yaşıtı kızlarla arada bir toplanıp seyrettikleri, köy odasındaki siyah beyaz televizyonda gördüğü filmlerde kadınla erkek elele tutuşuyor, hatta öpüşüp koklaşıyorlardı bile. O sahneler çıkınca, kızların hepsi birden kıkırdamaya başlarlardı. Bir defasında, muhtarın yaşlı karısı odaya girip de, onları bu halde görünce, kovmuştu hepsini. Bir de üstüne üstlük, analarına söylemekle tehdit etmişti. Günlerce korkuyla yaşamıştı kızların hepsi ya, kadın kimselere tek kelime çıtlatmamıştı, unutuvermişti besbelli.
 
Yüreğini böylesine çarptıran bu kitabı, salim kafayla, ağır ağır okuyacak, aşkı öğrenecekti. O hevesle, sözcüklerin insanı bir anda büyüleyiveren dünyasına adım attı Okuduğu bu sıradan roman, genç kızın gözünde, dünyanın en güzel romanı haline gelivermişti bir anda. Her satırda gözyaşlarına boğuluyor, on dört yaşının verdiği o başedilemez duygusallık kalbini parçalıyordu. Öylesine hazırdı ki romantizmin kollarına atılmaya, en sıradan bir cümle bile, onun için en güzel aşk mısralarıyla eşdeğerdi. Böyle bir ruh haliyle çarçabuk okuyup bitirdiği romanı elinden bir türlü bırakamıyor, tekrar tekrar, her bir sayfasını, her bir satırını yeni baştan okuyordu. Belki de şu dünyada hiç bir kitap bu kadar çok okunmuş değildi. En basit edebiyat diliyle yazılmış bütün cümleler, aşkı bekleyen o kalpte, en mucizevi tesirleri yaratıtor, bir kelebeğin çiçeklere uçmak üzere duyduğu delice tutkunun daha da fazlasını, genç kızın damarlarına zerkediyordu adeta. Kara sevdaya tutulmak, aşk acısıyla kavrulmak, sevda ateşiyle yanıp tutuşmak nasıl bir histi. Romanda anlatılan bütün o muhteşem duyguları yaşamak, tanımak, tatmak istiyordu doya doya. Tıpkı kahramanların yaptığı gibi, aşka kapılıp gidecekti.  Bir aşk romanının aşkla yoğrulmuş  kahramanı olmayı düşlüyordu. İncitici gerçeklerden kaçmanın en kolay, bir o kadar da keyifli yoluydu hayallere sarılmak.  O hayatta, o köyde, o çevrede bulunabilecek en güzel sığınaktı bu. Kimseye zararı dokunmayan ve genç kızın kendi aleminde, kendine özgü bir mutlulukla yaşayabilmesini sağlayan tılsımlı bir güç.
 
En çok geceleri sevmeye başlamıştı. Sanki geceler, insanlar hayal kurabilsinler diye vardı. Sanki ayışığı ve yıldızlar dünyadaki milyonlarca insanın aynı anda kurduğu hayallerin süsleriydiler. Milyonlarca çift göz onlara bakıp, farklı düşlere dalıyorlardı her gece. Tüm bunlar geldiğinde aklına, karmakarışık hisler beynine hücum ediyorlardı. Köy hayatının, her günü birbirinin aynı koşuşturmalarından sonra, gecenin dinginliği çöktüğünde, genç kız kendini her şeyden arınmış hissederdi. Tüm yorgunlukların, bıkkınlıkların, tekdüzeliğin ardından gelen sessiz karanlıklar, onun dimağını aydınlatan gizli ışıklarla  doluydu. Herkes uykuya çekildikten sonra, küçük kardeşleriyle paylaştığı yer yatağında gözleri açık yatarken, gecenin matemine has, kimsenin duyamadığı seslerin tınısıyla kendinden geçerdi. Özgür hissederdi kendini gecelerde, güçlü, korkusuz, gözükara. Her şeyi gerçekleştirebilirmiş gibi gelirdi. Sonra gün ağarmaya, her zamanki sabahlardan biri uzaktaki yamaçlarda belirmeye başladığında, o cesarete veda etmek zorunda kalır, eski, başı önünde haline bürünerek kalkardı yatağından. Gücünü kaybetmiş bir kralın ezikliği çöreklenirdi bedenine. Çaresizliğin bellerini büktüğü insanlar, acı yılların yorgunluğunun gözlerine yansıdığı yaşlılar gibi, iki büklüm olurdu ruhu. Gündüzün karamsarlığıyla yüzyüze geldiğinde, yaşından çok daha uzaklarda hissederdi kendini.
 
Bu köyde, çocuk olmak da, gençliği tatmak da imkansızdı. Vaktinden evvel yaşlanmak bir kural gibiydi. Genç görünümlü yaşlılar, yaşlı yüzlü çocuklarla doluydu her bir ev. Gülmek arsızlık, eğlenmek yakışıksızlıktı. Çocuklar yetişkin, yetişkinler kocamış  gibiydiler. Her şey tersine dönmüş de, kimse bunun farkında  değilmiş, ya da, umursamazmışcasına bir hal sezilirdi her köşede. Ne, mutluluktan coşup taşmak uğramıştı oralara, ne, aşk acısıyla yanmak. Hiç bir aşırı duygunun yeri yoktu kerpiç damlı evlerin arasındaki daracık yollarda. Yaşamıyordu bu köy, nefes alsa da, yaşamıyordu. Nefes almak değildi ki yaşamak! Hatta, nefessiz kalmaktı bazan, arasıra nefesi kesilmekti, heyecandan nefes almayı unutmaktı.
 
Hayalet bir köy gibiydi burası, renkler yoktu. Kışın aylarca karla kaplanan köy yolu, grimsi bir beyaza boyanırdı. Kısa süren yazların kavurucu sıcağı, sevimli yeşillikleri, pek çabucak kirli bir sarıya dönüştürürdü. Tek tük açan çiçekler, henüz, “Ben buradayım, bakın güzelliğime!” diyemeden, solar giderlerdi. Kışın  soğuktan, yazın sıcaktan evlerde geçerdi zamanın çoğu, ya da, tarlalarda çalışmakla. Sokaklarda pek hareket olmazdı. Erkeklerin çoğu kahvede tavla oynar, arada bir homurdanmaları, ya da attıkları zarın sesi duyulurdu. Kadınlar ekin başında uğraşırlarken, sadece şikayet dolu dedikodular yaparlardı az duyulan sesleriyle. Köy, kaderine gelmişti çoktandır. İçinde yaşayanlar da köyün kaderciliğine ayak uydurmuşlardı. Geleneklerin, törelerin ardında, hayattan bir zevk alamadan yaşamak gayet olağandı onlar için. Üstelik, herkesin de böyle yaşadığını sanırlardı.
 
Okumaktan sayfalarını iyice yıprattığı aşk romanı, genç kız için, kül rengi hayatının tam ortasında beyaz bir bahardı. O baharın lezzetine kapılmak, alıp başını  yaşamak istediğince, kıyıda köşede kalmış her duygunun lezzetini almak vardı şimdi.  Acıyı da, mutluluğu da avuçlarına alıp, koklasaydı, güneşin sıcaklığını hissetseydi kirpiklerinde. Tüm bunları ona sadece kitabı bahşediyordu. Sayfalarına göz gezdirdiği her saniye, başkalarının farkedemediği bir kapı açılıyordu önünde alabildiğince. O kapının eşiğine kadar yürüyor fakat bir türlü içeriye giremiyordu. Ardında ne olduğunu bilmiyor, delicesine merak etse de buna cesaret edemiyordu. Her cesaretsizliğinin sonunda, o sihirli kapı usul usul kapanırken, genç kızın bedeni içten içe bir titremeye tutuluyordu. Orada mıydı aşk! O yüzden mi o kadar büyüleyici görünüyordu gözüne! Aşk da böylesine büyüleyici miydi! Ne zaman o kapıdan girebileceğini kestiremiyordu. En sonunda, kendince bir karara vardı. Kalpten arzuladığında ve zamanı geldiğinde yapacaktı bunu.
 
Zaman, ilerlemekle ilerlememek arasındaydı hep. Tavandan sarkan bir rüzgar gülü gibi asılmıştı gökyüzüne. Meltemlerin tatlı dokunuşlarıyla heyecanlanıp hareketlenen rüzgar gülleriyle beraber zaman da, sakladığı hatıraların yorgunluğuna yenilmekteydi. Sınırların içindeydi genç kızın hayatı. Görülen ya da görülemeyen duvarlar vardı o hayatın kenarlarında. Aşk ulaşmak istese de ona, nasıl bulacaktı ki yolu! Nasıl gelecekti o ücra, pek kimselerin uğramadığı o köye!  Issızlığın ortasında, aşksız kalakalmak çok korkutucuydu.
 
Artık her satırını ezberlediği romanını evdeki herkesten köşe bucak saklıyordu. Canı sıkıldıkça, bunaldıkça bir şeylerden, kitabını eline alıp, sevdiği bölümleri okumaya başlardı. Bir iki satır okuduktan sonra, her şey mucizevi bir şekilde değişiverirdi zihninin odalarında. Ona çok güzel gelen o cümlelerin tesiriyle, başının üzerinde melek hareleri varmış hissine kapılıverirdi bir anda. Sıkıldığı her neyse derhal unutur, her şey gözüne daha bir anlamlı görünürdü. Aşkın nasıl yüce bir duygu olduğunu o kitapta okumuş ve inanmıştı buna. Dünyevi bir his değilmiş gibi gelirdi aşk genç kıza. Şimdiye kadar aşık birini hiç görmemişti ama öyle hissediyordu ki, aşk gözlerden taşardı en çok. Zaten, romanda da öyle yazmıyor muydu!
 
  Etrafındaki herkesin bakışlarını yakalamaya çalışıyordu mütemadiyen. Ama aşka rastlayamıyordu bir türlü. Annesinin gözlerine dikkat etmişti en önce, hep merak ederdi   babasına aşık olup olmadığını. Cevabı tahmin etse bile, bakmıştı yine de o gözlere. Bakmıiştı da, aşkın yansımasını dahi görememişti. Aşk yoktu oralarda, saklanmıştı, hiç bir yerdeydi. Romanlarda aşık olur, evlenirlerdi insanlar, mutlu yaşarlardı sonsuza dek. Sonsuzdu aşk. Annesiyle babası konuşmazlardı doğru dürüst. Sadece, gerekli bir iki çift söz, hepsi bu. Onun dışında, birbirlerinin yüzüne bakmaya bile gerek duymazlardı. Evlerinde bir kez güle oynaya bir yemek yenmemiş, neşeli bir sohbet, kahkahalar yaşanmamıştı hiç. Asık suratlar, tartışmalar arasında büyümüştü.  Bu yüzden, daha bu yaşında yorgun hissediyordu kendini. O da evlenecekti yakınlarda bir gün. Annesiyle babasınınki gibi bir evliliği mi olacaktı kendisinin de! İşte bu ihtimal onu ürpertirdi her aklından geçtiğinde. Aşık olduğu biriyle evlenseydi. Karşısındaki gözlerle her karşılaştığında, içi titreseydi. Bu konudaki umudunu yitirmemeye uğraşıyordu. Gerçi, köyde kimsenin aşk evliliği yaptığına tanıklık etmemişti şimdiye dek. Fakat onun ilk olmaması için bir sebep de yoktu. Her şeyin yok mudu bir ilki! İlklerin özelliği bambaşkaydı üstelik. Genç kız büyük bir aşkla evlenirse bir gün, yüzyıllar sonra bir efsane haline gelirdi köyde.  Ne güzeldi bu hayal! Keşke, gerçekleşen hayallerin arasına katılabilseydi.
 
Henüz güneş yeni başlarken kendini göstermeye, annesi ve kardeşleriyle birlikte tarlaya gitmek üzere yola düşerlerdi her sabah erkenden. Çalışmaya ancak, öğle yemeği için ara verir, sonra akşama dek tarlada geçirirlerdi vakti. Kız severdi aslında toprakla uğraşmayı. Bütün kötü düşünceler silinir aklından, kendini daha iyi hisseder, hiç yorgunluk duymazdı. Daha küçücükken, elleriyle diktiği fidanların meyva ağaçlarına dönüşmesi, şimdi onların meyvalarını topluyor, o ağaçların  altında dinleniyordu yorulduğunda. Bazan o zamanlarda kurduğu hayaller gelirdi aklına, ne çocukca şeyler kurduğunu düşününce, gülerdi kendi kendine. Aşkın yeri yoktu düşlerinde o zamanlar. Oysa şimdi, bu üç harfli sözcük yaşamının odağı haline gelmişti. Sadece bir parça hissedebilmek uğruna bile bu duyguyu neler vermezdi ki.
 
Her günkü işlerine devam ettikleri o sabah da, köyün hemen hemen bütün kadınları tarlalarda sıcağın altında çalışıyorlar, arada bir testilerinden su içmek için işlerine ara veriyorlardı ancak. Kızcağız, annesinin istediği suyu vermek için testinin durduğu ağacın altına doğru eğilmişti ki, kulaklarına o güne dek duyduğu en güzel erkek sesi çalınınca, olduğu yerde kalakaldı. Köy kadınlarının çatallaşmış seslerinin arasına karışan o muhteşem tını, yumuşak, sakin bir konuşma tarzıyla bir şeyler söylüyor ama genç kız ne söylendiğini anlayamıyordu.
 
Bunu farkedemeyecek derecede heyecan içindeydi çünkü. Belliydi civardan biri olmadığı, daha önce hiç görmemişti, tanımıyordu. Zaten, köyde hiç bir erkek böylesi kibar konuşamazdı ki. Adam gülüyordu şimdi, kadınlar da onunla beraber gülümsemeye başlamışlardı. Biraz öncesine kadar ortalığı kaplayan suskunluk, şimdi yerini kahkahalara bırakmıştı. Bu yabancı, durgun bir göle benzeyen tarlalara, narin nilüferlerin neşesini getirmişti. O sesin sahibinin kim olduğunu, her şeyden daha fazla merak etmesine rağmen, başını kaldırıp da, bakamıyordu bile. İşine devam ediyor, gözlerini topladığı meyvalara dikmiş, adeta otomatikleşmişcesine, yaptığı şeye odaklanmış görünüyordu. Çok yağmurlu bir havada hiç beklenilmeyen bir güneşe benzetti onu kız birden, gülüverdi hiç sebepsiz. Adam hep konuşsun, o ses hep kulaklarında kalsın istiyordu. Kimdi, nereden çıkıp gelmişti bu yabancı? Cevabını bilmediği sorular, kurcalayıp dururken zihnini, kendine doğru yürüyen adımları farkettiğinde, yüreği bedeninden ayrılmış, sanki ayrı bir yerde çarpmaya başlamıştı.
 
Adımlar ağırlaştılar önce, sonra ona yaklaşıp durdular. Genç kızın bakışları, bir çift yaeni ayakkabıya takılıp kalmıştı. Hayatında ilk kez böyle güzel ayakkabılar görüyordu çünkü. O anda çevredeki her şey sessizliğe gömülmüş de, sadece kendi nefes alışları duyuluyormuş gibi geliyordu kıza. Ayakkabıların parlaklığı gözlerini alıyordu. Güneşe çevirdi gözlerini, ardından gökyüzüğünün maviliğiyle tezat o kapkara bakışlara. İçten gelen bir gülümseme, “Kolay gelsin!” dedikten sonra devam etti yürüyüşüne. Yeryüzünde ne kadar güzel şey varsa, bulutlar, çiçekler, ağaçlar, hepsi toplanıp gelmiş, genç kızın kalbine çöreklenmişlerdi, yabancının arkasından bakarken. Derin derin nefesler aldı, kendini hiç böylesine hafiflemiş hissetmemişti o ana dek. Binlerce benzersiz duygu gelip,bedeninin her santimetrekaresini sarıp sarmaladığında, hissetti, aşktı bu. O romanda okuduğundan beri beklediği, kurtarıcısı olacak aşk!
 
O andan sonra bir daha kendini eskisi gibi hissetmedi hiç. Saç telinden ayak tırnağına kadar tatlı bir değişim içinde olduğunun farkındaydı. Aşkın değişimiydi bu, tıpkı baharların doğaya getirdikleri yenilenme gibi, aşk da kızı yeniliyordu. Genç adam hakkında hiç bir bilgiye sahip olmaması, ona olan aşkın aengel değildi. Hiç tanımadığı biri, avuçlarına hiç bilmediği duygular getirip bırakmıştı. En azından ismini öğrenebilseydi, buna bile razı olacaktı. Annesi mutlaka tanırdı onu, kim olduğunu bilirdi.  Günlerce kıvrandıktan sonra annesinin ağzını aramayı koydu aklına. Bir konuşma esnasında, “Anne, geçen tarlaya gelen adamı hiç görmediydi buralarda, kim ki acaba?” diye sordu.
 
_Komşu köydenmiş. Büyük şehirlerde okuyup gelmiş. Tarlalara bakıp, en iyi sebze meyvayı yetiştirecekmiş güya!
 
Annesinin sözlerinin devamını duymamıştı bile genç kız. Aklında sadece, o kapkara gözler kalmıştı. Demek şehirliydi. Büyük şehirde yaşamıştı ne olsa, belliydi zaten her davranışından. Bu köyde öylesi biriyle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Ama bunları öğrendikten sonra iyice kırılmıştı umutları. Aslında bu genç adama dair bir takım umutlar beslediğinin de tam o anda farkına varmış ve şaşırmıştı kendi kendine. Farkettiği gibi hızla da sönüvermişti zaten umutları. Okumuş, şehirli bir adam ona bakar mıydı hiç! Kimbilir kaç sevdiği vardı oralarda! Benzer düşüncelerle kalbini soğutmaya çalışsa da, sonraki günlerde hep aradı genç adamı gözleri. Tarlaya gitmek için her zamankinin aksine can atıyor, tekrar onu görebilme ihtimali, yanaklarına kırmızımsı bir heyecanın renklerini eklemekteydi her gün.
 
Sabahtan akşama dek güneşin altında çalışırken, kulakları o sesi yeniden duyabilmek içinbekliyordu ama nafile. Köy tekrar o eski sessizliğine gömülmüştü. Genç adamın o tatlı sesinden de, o büyülü bakışlarından da iz yoktu ortalıkta. Akşam her çöktüğünde, genç kızın yanaklarındaki kırmızımsı renk, güneşin dağların ardında soluşu gibi sogunlaşıp kayboluyordu. Fakat yanaklarındaki renk solgunlaşırken, yerini aşkın alevli ateşi almaktaydı. Önceleri içinde sarı turuncu hareler barındıran bu ateş, gitgide kırmızının en harlı haline bürünüyordu.
 
En değerli hazinesi olan eski aşk romanında anlatılan tüm duygular, belki bin misli şiddetlisiyle başının üzerinde dolanıp duruyordu şimdi. Sevdanın şımarık esintisi, saçlarının her bir telini edalı buklelerle dalgalandırırken, uçucu kokusu da, bu esintiye eşlik ediyordu.                                                                            
 
Genç kız nihayet çok beklediği aşka kavuşabildiği için mutluyken, öte yandan da, o zevk veren acıyı iliklerine kadar hissediyordu. Bahtsız buluyordu kendini, sadece bir kez gördüğü bir adama delicesine tutkundu. Bu aşkın sonuçsuz olduğunu bilecek kadar akıllı olmasına karşın yine de, aşkla karşılaştığı için mutluydu. Aşk sevdiği adamın esrarlı bir geceyi andıran o kapkara bakışlarındaydı, başka kimselerde duymadığı sesinin tınısında, içten geldiği çok belli olan gülümseyişinde.
 
Genç adamı bir kez daha görebilmek için ettiği dualar belli ki kabul edilmiyordu ki, o günden sonra bir daha hiç karşılaşmadılar. Ama düşlerinde, hep sevdiğiyle beraberdi zaten. Hiç utanıp sıkılmadan bakabiliyordu o gözlere, o genç adamla birlikte kahkahalar atıyor, en derin sohbetlere girişiyor, hatta, genç adamın ellerini tutup, sıcaklığını doyasıya yüreğine kadar soluyabiliyordu. O yüzden seviyordu hayaller kurmayı.
 
Sonbaharın hüzünlü gelinliğinin  yamaçlarını örttüğü köy, her zamankinden daha da ıssız görünmekteydi genç kızın gözüne. Sanki o hüzünlü gelinlik sadece köyü değil, kızın ruhunu da kaplamıştı boydan boya. Zaman geçtikçe yüreğindeki aşk külleneceğine, dah da büyüyordu. Bir daha ne genç adamı görebilmiş, ne de ondan bahsedildiğini duymuştu. Etrafındaki her konuşmaya dikkat kesilmişti de, yine de hiç bir şey çalınmamıştı kulağına. Her gölgeyi o sanmış, her fısıltıya onun sesi diye kulak kabartmış, her gülüşe o diyerek koşmuştu da, yanılmıştı her seferinde. O koyu gözlere bir kez daha dalıp gitmek istemiş, lakin bulamamıştı hiç bir yerde gölgeli bakışlarını.
 
Çoğu geceler sevdiğiyle evli olduklarını düşünerek uykuya kendini bırakıyor, o mutluluğu gerçekmişcesine hissediyordu. Evlilik fikri aklına geldiğinde, sadece genç adam beliriyordu zihninde. Mutluluk ve o adam birbirlerine aittiler. Biri, öteki olmadan nefes alamazdı. Bu hayalinin bile bir gün ondan hoyratça alınacağını düşünmek, korkuyla irkilmesine yol açıyordu. Ne yazık ki, korkuların su yüzüne çıktığı günler de vardı. O günler önce gri mavilere, sonra da kurşini koyuluklu siyahlara dönüşmek üzereydiler. Annesi çok sıradan bir şeyden bahsediyormuşcasına, “Baban verdi seni!” dediğinde, tüm dünya kenetlenmiş de onun acısını almışcasına, hiç bir şey hissetmedi. Bu bir şakaydı sanki, ertesi gün her şey ulaşacaktı aydınlığa. Fakat olanların gerçekliğini idrak etmesi uzun sürmedi. Babasına bir şey söylemeye korkar,  zaten adam da çocuklarıyla hemen hemen hiç muhatap olmazdı. Annesi de çekinirdi kocasından. Yıllardır yediği dayaklardan usanmış, kendi çaresizliğinin içinde kıvranıp duran kadıncağız, kızı evlenmek istemediğini dile getirince hiddetlenmişti.
 
_Ne diyorsun kız sen! Babam verdi dedim a! Evlenmeyip de ne edicen! Halimizi görmüyon mu! Hem, ne edecekmişsin oturp da, yaşın geçiyo! Ben senin kadarken iki bebem vardı.
 
Ne sözlerin anlamı vardı artık, ne gözyaşlarının faydası. O da diğerleri gibi kaderinin yolunda istemese de, birilerinin itip kalkmasıyla yürüyüp gidecekti. Hiç tanımadığı, bilmediği biriyle evleniyordu. Bir kez bile görmediği kocasının ismini bile sormuş değildi. Hiç bir hak tanınmayan bu kızcağız, hayatının en önemli kararında da başkalarına uymak zorundaydı. Herkes sanki o evde yaşamıyormuş gibi davranıyorlardı. Kendini bir eşya gibi hissetmesi kimsenin umurunda değildi. Bir eşya gibi satılmıştı, kalbi, ruhu, hayalleri yokmuşcasına! İşte en çok da buna içerliyordu. Ne kadar ettiğinden bile haberi yoktu. Acaba onu alan adam kaç parayı layık görmüştü yeni karısına! Bunu düşünmek, tüm bedenine yayılan bir sızıya dönüştüğünde, gözyaşlarına mani olamıyor, olmak istemiyordu.
 
Milyarlarca lirayla bile ölçülemeyecek bir aşkın saklandığı bu kalbe kim değer biçebilirdi ki!  Hiç görmediği bir adamın koynuna girecek, ona kocam diyecekti. Her saniye bunları düşünmekten, gözüne uyku girmez olmuştu. Ne yapacağını bilemiyor, eli kolu bağlı öylece beklemek her şeyden daha ağır geliyordu genç kıza. Düşünmekle hiç bir şeyi çözümleyemiyordu. Her an yenileri ekleniyordu bu düşünce zincirine hiç durmadan, endişeler, kaygılar birbirine eklendikçe, o zincirin kuvvetli sesi kulaklarında uğuldayıp duruyordu.
 
İnsanlar en çaresizken bile, etraflarında umutlar olsun isterler. Olmasa da, yaratırlar onları, varmış gibi davranırlar. Genç kız da aynen öyle yaptı, kendine küçük çiçekli umutlardan bir dünya kuruverdi bir çırpıda.  Belki de kocasının gözleri tıpkı o genç adamınkilere benziyordu. O kadar derin değilseler de, o kadar koyuydular belki. Bu ilk kıvılcım iyi gelmişti kıza, hatta yüzüne belli belirsiz bir gülümseme bile yayıldı. Artık hiç kimseye öyle delice aşık olamayacağını bilse de, belki severdi kocasını. Belki kocası ona iyi davranırdı. Elbet babası onu kötü birine vermezdi, kızıydı neticede. Bu düşünceler bir parça su serpmişti yüreğine.  Toprağa düşen ilk su damlası gibiydi bu. Öylesine beklenen, ihtiyaç duyulan hayat kaynağıydı. Bir kaç gün sonra elinde epey bir parayla eve dönmüştü babası. Memnundu, iyi bir alışveriş yapmış, iyi fiyata vermişti kızı. Hem yükü üstlerinden kalkmış, hem de iyi para kazanmıştı. Keyfi yerindeydi vesselam! Sigarasının dumanını savurdu gökyüzüne doğru.    
 
Öyle şaşaalı bir düğün kurulmamıştı. Damat bir iki akrabasıyla gelip, alacaktı gelini.  Sabah babasının kestiği tavuğu pişirivermişti anası. Yanına da bulgur pilavıyla ayran yapıp, kurdu siniyi odanın ortasına. Kız heyecanlıydı, yeni bir hayat bekliyordu onu artık, hiç tahmin edemediği bir gelecek.  Odada tek başına otururken, dışardan gelen seslerle ayağa kalkmıştı. Hangisiydi acaba kocasının sesi. O genç adamınki kadar tatlı gelecek miydi sesi kulağına. Onu gördüğü günü hatırladı son kez. Sondu, evli bir kadındı çünkü. Kocasından başka bir erkeği aklından geçirmesi bile günahtı bundan böyle. Hayallerine veda etmek öyle zordu ki!
 
Kapı açıldı, anası girdi içeri. “Hadi!” dedi, “Gidiyorsun artık.”  Kızın bacakları titremeye başlamıştı. Nihayet, kocasını görebilecek, yüzüne bakacaktı. Dışarı çıkınca, karşıda üç erkeğin beklediğini görmüştü. Hala, hangisinin kocası olduğunu bilemeden, bir kaç adım attı. Adamlarda biri öne çıkmıştı o sırada. Baktı kız adama, gözlerine baktı. Ne derinlerdi öyle, ne kopkoyu. Sadece anlamsızdılar. Gülümsemesine baktı ama yoktu. Pos bıyıkları görebildi, sapsarı dişleri, kırışmış yüzü. Belki babasından bile yaşlı olan adam, ondan beklenmeyecek bir çeviklikle kızı sertçe yakalayıverdi kollarından. O zaman anladı ki kız, yumuşak değildi adamın kalbi, sevgiyi bilmiyordu.  Gözlerinde donuk bir bakışla çekiştiriyordu onu. Her şeyin bittiğini anladı tam o anda. Yeni bir hayatın başlangıcı değil, bitişiydi bu. Umutları iskambil kulelerindeyapılan kuleler gibi sükunetle devrildiler birbirlerinin üzerine. Hayalleri ise,  zaten çoktan uzaklaşmışlardı yanından.                                         
 
 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..