Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ekim '07

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

İskandinavya' dan bir laz geçti

Vikinglerle ırkdaş olduğumuz şeklinde bir teori yaratıp hemşerilerimizi görmek üzere ağustos ayında ailece İskandinavya seyahatine kalkışıyoruz...

Kuraklık
Uçağımız Helsinki için alçalmaya başladığında dokuz yaşındaki kızım Buse, uçakta arkadaş olduğu ön koltuktaki yaşıtı yarı Türk yarı Finli kıza, memlekette etkisinde kaldığı bir soru sordu:

“Finlandiya’da kuraklık var mı?”

Kızcağız kelimeyi muhtemelen ilk defa duyuyordu, annesini işaret ederek Buse’yi ona yönlendirdi.

“Tabii, ” dedi kadın, “Eczanelerde bulabilirsin.”

Buse düşündü, düşündü; kuraklığın eczaneyle ilişkisini bir türlü kuramadı. Merakını da gideremediğinden soruyu bir kez daha yöneltti.

“Ah, ” dedi kadın, “Sen kuraklık diyorsun, ben kulaklık anlıyorum.”

Belki aynı soruyu farklı şekilde “Memleketinizde kulaklık var mı?” diye bize sorsalar, “Her taraf dolu, ” diye cevap verip, turistleri dağda taşta kulaklık aratacağız.

Taksiler

Helsinki havalimanında iki tür taksi var: Resmi taksiler ve özgür taksiler. İlkinin fiyatı fiks, şehre 20 Euro; diğeri taksimetre ne yazarsa. Resmi taksi varsa da, yok. Bizde olsa neyse, ama medeni bir ülkede insanın zoruna gidiyor.

Taksi bulmak için dışarı çıktığımızda titremeye başladık. Ağustosun 17’si, fakat kasım soğuğu var. Giysilerimizi İstanbul sıcağına göre seçme gafletinde bulunmuşuz bir kere. Taksiye bindik, ısınacağımızı umuyoruz, ama nerde! İçerisi morg gibi. O soğukta klimayı açmışlar...

Gözüm hep taksimetrede. Kafamda bir defa 20 Euro fiyat kalmış ya, en fazla 30 olur diye geçiriyorum içimden. İbre otuzu gösterdiğinde henüz şehre benzer bir yere gelmiş değiliz. Hani kırk yazdığında durdurup inmeyi de düşünmedim, diyemem.

Otele vardığımda taksimetre büyük puntolarla 54 Euro yazıyordu. Çoluk çocuk yanımda olmasa, taksiciye “Bekle şurada iki dakika, ” deyip otelin arka kapısından kaçacağım. İskandinavya’nın en güzel tarafı tüm taksilerde kredi kartı geçmesi. O kadar naktimiz olmasa da, kredimiz vardı şükürler olsun.

Helsinki’de yedi tepe yok!

Helsinki avuç içi kadar desem, yanlış olmaz, hatta kızımın avucu kadar. Sokaklarda gençlerden daha fazla yaşlılar var. En çok da tekerlekli arabalardaki sakatlar dikkatimi çekti. Kent onların kendi başlarına işlerini görebilecekleri şekilde düzenlenmiş.

Hoşuma giden bir başka tarafı ise, Türkiye dışında hiçbir ülkede görmediğim taharetlenme suyu. Hemen tüm halka açık tuvaletlere, bizdekinden farklı, musluğa bağlı hortumla temizlenme imkânı sağlamışlar.

Kent dümdüz. Hani biraz tepe tırmanayım da nefesim açılsın diye düşünecek olsanız, apartman merdivenlerini kullanmaktan başka çareniz yok. Tüm İskandinavya gibi her taraf ada ve göl dolu. Hatta Tanrı ada ve göl işini biraz abartmış: Ada, içinde göl, onun içinde ada, adanın içinde göl. Matruşka bebek gibi. Rehberimiz, sadece Finlandiya’da 50.000 göl olduğu bilinse de, gerçek rakamın 250.000’den fazla olduğunu hatırlattı.

Kentlerin düz olması ulaşımı da etkilemiş. Hemen tüm İskandinavya kentlerinde insan sayısından fazla bisiklet var. Öyle ki, her taraf bisiklet parklarıyla dolu. Bazen katlı bisiklet parklarına bile rastlanabiliyor.

Bir daha Titanic benzeri film seyredersem!...

Helsinki’den Stockholm’e gemiyle geçeceğiz. Bindiğimiz gemi oldukça heybetli. Fakat, ismini aldığım büyük amcamı denizde kaybettiğimizden olsa gerek, oldum olası sevmem denizi. Seyahat boyunca Titanic’in akıbetine uğrayacakmışız korkusu bir an olsun çıkmıyor içimden.

Gemide sabah erken uyandım. Saat altıyı gösteriyordu. Kamara camından bakıp nasıl yol aldığımızı izleyeyim, dedim. Allah Allah! Kıyıya yirmi-otuz metre mesafede seyrediyoruz. Kaptan delirdi mi ne? Çok mu hızlı yol aldı? Stockholm’e daha dört saat yolumuz olmalı. Yoksa deniz dalgalı diye mi kıyıdan gidiyor?

Neler olup bittiğini anlamak için güverteye çıkmaya niyetlendim. Değişiklik olsun diye geminin diğer tarafını kullandım. Tövbe tövbe! O taraf da karaya 30-40 metre. Sonradan öğrendim, Baltık Denizi’nin İsveç tarafında binlerce ada var. Evet binlerce... 14.000 adet. Gemi haliyle irili ufaklı adalar arasında, İdris’in takası süratinde seyrediyor.

Adalarda birer ikişer İsveç tipi evler yapılmış. Kimi denizin hemen üstünde, kimi birkaç adım ötesinde. Manzara doyumsuz. Adalar... Kanallar... Göller... Bungolov evler... Ama bir şey eksik! Bir türlü ne olduğuna karar veremiyorum önce. Sonra İstanbul’u getiriyorum gözlerimin önüne. Çok daha alımlı, insana çok daha fazla keyif veriyor. Bir tarafta tek bir boğaz, ötede yüzlercesi. Sonra anlıyorum ki, bir kenti güzel yapan sadece dümdüz doğa değil; tepeler, binalar, insanlar, daha da önemlisi ruh olmazsa, bir şeyler yavan kalıyor. Boğaz Çanakkale’de de var, ama asla İstanbul olamıyor.

İsveç’in o muhteşem doğası bana monoton ve sıkıcı geliyor...

Dakika bir, gol üç!...

Stockholm’de, limandan otele en uygun ulaşım aracı taksi. Taksi şoförüyle sohbete başlıyoruz. Keşke hiç açmaz olaydım ağzımı. Başlıyor Türkiye’yi eleştirmeye: Yok Kürt sorunuymuş, türbanmış, terörmüş, yobazlıkmış... Ne kadar da bilgiç, ukala! Zoruma gidiyor doğrusu. Aynı şeyleri ben de eleştirdiğim halde, refleksle ülkemi savunmak zorunda hissediyorum kendimi. Kendi çocuğunu döven bir babanın, başkası dövdüğünde gösterdiği tepki gibi bir şey benimkisi...

Ön cama şoförün resmini koymuşlar. İsveç orijinliymiş ama öyle bir resmi var ki, 1980’lerde İstanbul Emniyet Müdürlüğünde çekilen mahkûm fotoğraflarından beter. Memleketim hakkında o kadar laf edene karşılık vermeden duramazdım.

“O resmi cezaevinde mi çektirdin?”

“Yes!” diyor acı acı gülerek.

Az önce attığı gollere tek golle karşılık vererek galip gelmenin keyfiyle iniyorum arabadan...

Helâ kullanma konusunda bilimsel ipuçları
Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra bir Amerikan hamburger restoranında karnımızı doyuruyoruz. Haliyle tuvalete gitmezsek, olmaz. Fakat kapı kilitli! 5 Kron atınca ancak açılıyor. Bütün restoranlarda, alışveriş merkezlerinde sistem aynı.

Fazla geçmeden sistemi nasıl deleceğimizi buluyoruz. Birimiz 5 Kron atıp helâya giriyoruz, çıkışta kapıyı kapatmadan diğerimiz dalıyor içeriye. Böylece helâ otomatikman 1, 66 Krona düşmüş oluyor.

Türkler, Tanrı tarafından dünyadaki haksızlıkları bertaraf etsinler diye yaratılmıştır, besbelli. Keşke daha kalabalık gitseymişiz. İsveç ekonomisi bir anda felç!

Tuvaletlerden birinde ilginç bir şey dikkatini çekiyor. Yalak şeklinde yapılmış pisuarlara, naftalin yerine buz konmuş. Bildiğiniz buz! Oradan alıp bloody merry mi yapıyorlar bilemem, ama İsveçli birinin o buzun üzerine yaptığı çiş buzu eritmiyor. Adamların çişi bile buz gibi!

Su bol ama...

Birçok yere yürüyerek gittiğimizden oldukça fazla su tüketiyoruz. Bir büfeye yanaşıp iki su ve bir soda alıyorum.

“95 Kron!” diyor satıcı.

Bir bilgisayardan hızlı çalışan kafam anında YTL karşılığını hesaplıyor: 20 YTL, 11, 111 YKR. Yani tek şişe su yedi lira!

“Hassiktiring!” şeklinde İsveççe bir nida çıkıyor ağzımdan.

Anlamıyor adam. İsveççesi kıt.

“No... No...” diyor, “Kron... Kron...”

Trafik! Neredesin İstanbul?

Trafik’te İstanbul’u mumla aradım desem abartmış olmam. Dönüşlerde, hem araçlara hem de yayalara geçiş verildiğinden, sürücüler hiç çekinmeden yayaların üzerine sürüyorlar arabalarını. Orta Avrupa’daki trafik medeniyeti buraya henüz gelmemiş. Tıpkı İstanbul’daki gibi, yayalara yeşil yandığında, geçme gafletinde bulunmamak, bütün arabaların durduğundan emin olmak gerekiyor. Hatta İsveç’te yolun epey gerisine, sağına, soluna bakmakta sayısız faydalar var. Nitekim, bir kafeteryada kahvemizi içerken, sola dönüş yapan bir kamyon, bisikletli bir çocuğu altına alıverdi. Bizde bu kadar beteri yok. İyi tarafları ise, herkes kazazedenin başına üşüşmüyor ve ambulans kazanın üzerinden 5-6 dakika geçmeden olay yerine ulaşıyor.

Devletin bir eli cebinizde, diğeri...

İskandinavya gezimizin en heyecanlı kısmı hiç şüphesiz kırk yıllık dostumla, sınıf arkadaşım İzzet’le yirmi yıl sonra yeniden bir araya gelmekti...

İsveç’ten Oslo’ya kiraladığımız araçla geçtik. Yol boyunca Türkiye’de yaşamakla aslında oldukça şanslı olduğuma karar verdim. Stockholm-Oslo arası sözde otoban, ama yer yer tek şeride inen, önünüzde bir tır varsa tıngır mıngır gitmek zorunda olduğunuz İpsala-Keşan yolundan iki gömlek iptidai bir yol...

Tam ortadaki Karlstad diye bir kentte kalacaktık. Gezdiklerim içinde İsveç’in en güzel kenti. Önceden rezervasyon yapmadığımız için hiçbir otelde yer bulamadığımızdan mecburen gecenin bir vakti, güneş henüz batmamışken, saat 22.00 gibi üç saatlik mesafedeki Oslo’ya doğru yola çıktık.

Oslo’ya yaklaştığımızda saat 01.00 olmuştu. Otoban çıkışındaki gişelerden 20 Kronluk bir haraç ödedikten 15-20 km sonra yeniden gişeler çıktı önümüze. Gövdesinin yarısı kabinin dışında kalmış insan azmanı bir hanım ablaya, az önce aldığımız bileti gösterdim ve beni başka ödemelerden muaf tutmasını rica ettim. Hanım abla ters ters baktı.

“O para otoban içindi. Bu ise Oslo’ya ayakbastı parası...”

Yaban ellerde kimseyle münakaşaya girmemeye aylar öncesinden karar vermiştim, çıkardım kredi kartımı, kaç para istediyse ödedim ve gecenin o vakti Oslo’ya ayakbastım.

Central oklarını takip ederken birden etrafımdaki binalar azalmaya başlayınca, anladım ki, takip işini fazla abartıp şehir dışına çıkmışız. İlk sapaktan geri döndük mecburen. Bir de ne göreyim, önümde yeniden gişeler. “Ya ben az önce ödedim... Yanlışlıkla dışarı çıktım, ” dediysem de dinleyen kim, bir 20 Kron da o gişeye.

İskandinavya gişeler ülkesi anlayacağınız. Devletin eli cebinizden bir an olsun çıkmıyor...

Çakıl taşı müzesi
İzzet’le çarşamba günü buluşacaktık. Birçok şeyin hesabını Türkiye koşullarına göre yaptığımız için, gün boyu oyalanıp, 18.00-19.00 gibi iş çıkışında buluşmanın daha uygun olacağına karar verip, sekiz saatlik bir Oslo turu aldık. Oslo’da iş bitiş saatinin 15.00-15.30, İzzet’in çıkış saatinin ise bundan en az bir saat önce olabileceği o anda aklımıza gelmedi doğrusu. Her ne kadar İzzet öğleden sonra çalışmayacağını söylediyse de, kibarlığından böyle yaptığını sandık.

Ömür boyu yaptığım toplam müze gezilerinin en az iki katını Oslo’da yaptım. Adamlar çakıl taşı için bile müze yapmışlar. Viking gemisi müzesine girerken, Altar’ın oğlu Tarkan’ın Viking maceraları aklıma geldi. Fakat koskoca müzede Temel’in takası büyüklüğünde bir kayıktan başkası yok.

Tura dünyanın parasını verdiğimiz için her santimetre kareyi değerlendirmek zorunda hissettim kendimi. Hatta kayak merkezinin zirvesine bile yürüyerek çıktım. Tur liderinin “170 basamak var. Ben bile tırmandım. Asansörler ne yazık ki sadece iniş için kullanılıyor, ” diyerek gaza getirdikten sonra her adımımı saydım. Tam 321 basamak. Son basamak asansörün önünde bitiyor. Tırmanmayı tamamladığımda, bir de ne göreyim, bir sürü insan asansörden dışarı çıkmasın mı.

Sevmek önemli
İzzet’e, birkaç günde yaşadıklarımdan, her şeyin anormal pahalı olmasından, Ağustos’ta bile havanın İstanbul kasımı gibi soğuk olmasından dem vurarak, İskandinavya’da yaşam zorluğu çekip çekmediğini sordum.

Hiç tereddüt etmeden, geleceği düşünme kaygısı olmadığını, gelirini biriktirmeye asla ihtiyaç hissetmediği söyledi.

Daha ne olsun! İklim koşullarını da ismini unuttuğum bir ünlünün deyişiyle izah etti:

“Kötü hava yoktur, kötü giyim vardır...”

Önemli olan sevmek. Sevdikten sonra elbette çekilir. Hele bu imkânlarla.

En temiz iş otoparkçılık!
Sokakta çalınmasın diye önceki gün kapalı garaja bıraktığım arabamı almaya gidiyorum. Etrafta Allah için tek görevli yok, her şeyi makinelerle halletmek zorundasınız.

Otopark fişimi makineye sokuyorum, makine birkaç saniye düşünüyor, sonra borcunuzu söylüyor:
“350 Kron!”

“Höst!” diye bağırıyorum, “Aylık abonman değil, gecelik, gecelik!”

Makine benim dilimden anlamıyor. Niye insan koymadıkları anlaşılıyor. Bir gecelik park 90 YTL. Bu koşullarda yapılacak en temiz iş görevliyi dövmek, ama öyle biri yok. Makineyi tekmelemekle yetiniyorum.

İskandinavya’da iş miş yapmaya gerek yok. Aç bir otopark, yedi sülalen doysun.

Kuzeylilerin Goethe merakı!
Bir sonraki durağımız Göteburg oldu. Oslo ile arası yaklaşık dört saat. Daha kente gelmeden kızım sordu:

“Baba, Götingen’e ne zaman gelicez?”

Bu kuzeylilerin bu kelimeye merakı nereden gelir, anlayamadım. Goethe, Goetz, Göteburg, Götingen...

Herkes mi kıl, bana mı kıl oldular?
Her toplumda iyiler de olur, kötüler de; kibarlar da, kabalar da. Genelleme yapmayı hiç sevmem. Tek yaptığım genelleme: Karadenizliler akıllı, zeki, çevik ve ahlaklı olurlar; hayatlarındaki en hakiki müşrik ilimdir cümlesinden ibarettir. Ancak İsveç’te sıklıkla küstah insanlara rastladım.

Helsinki-Stockholm arası bindiğimiz vapur güvertesinde dışarıyı seyrediyordum. Eşim, free shoptan alışverişe gittiği için sandalyesine göz kulak olmamı istedi. Ben de birisi dalgınlığımdan istifade edip araklamasın diye sandalyeyi koltuğumun altına aldım. Üç dakika dolmamıştı ki, birisinin arkadan sandalyeyi çekmesiyle sendeledim. Döndüm baktım, adamın biri sandalyeyi almaya çalışıyor. İzin istemesinden vazgeçtim, adam düpedüz zorluyor. Ayağa kalkıp bir kafa atamayacak kadar yorgun olduğumdan, “Eşim gelecek birazdan, ” dedim kibarca, adam söylene söylene uzaklaştı.

Kiralayacağım araba için yaptığım rezervasyon 4.900 Kron tutmuştu. Masanın başına gittiğimde şeytan dürttü, fiyat listesine baktım. Listeye göre 3.500 Kron ödemem lazım, İndirimlerimi de hesaplarsak 3.000.

Adama durumu anlattım, ikna olmadı. Belki de inisiyatif kullanamadığından, birilerinin telefonun çevirdi, uzun uzun konuştu. Sonra bana döndü, fiyatın yüksek olmasını, aracı Danimarka’da bırakacak olmama bağladı. Bana bir kıyakçılık yapacaktı yine de. Danimarka’dan gelen bir aracı vereceğini, böylece tek yön bedeli ödemekten kurtulacağımı ve bedeli 3.000 Krona yuvarlayacağını söyledi.

İnsan buldukça bunalır ya, benim ki de o hesap. Madem tek yol bedelini düşecekti, indirimlerimi de hesapladığımızda 3000’in epey altında olmalıydı ücret.

Bozuldu adam, yine bir yerleri aradı, ama kısa konuştu. Telefonu yerine koyar koymaz, ödeyeceğiniz bedel 4.900 dedi. Şoke oldum. Az önce 3.000 diyen adam, bu defa 4.900’e çıkmıştı. “Kafayı mı yedin ulan!” anlamına gelen kibar sözcüklerle itiraz ettim. Yok! Nuh diyor, peygamber demiyor. Sen misin indirim isteyen, al sana indirim! İster al, ister alma! O derece saldırgan.

O saatte başka araba bulmam mümkün değil, “Bak, ” dedim adama, “Şu anda 10.000 desen kabul etmek zorundayım. Ama bunu yanına bırakmam.”

Tehdit işe yaradı, biraz yumuşar gibi oldu, yeniden şefini aradı ve 3.000’e tamam dedi.

Yolda sürerken gözünüz sadece tabelalarda değil, aynı zamanda zeminde olacak, zira sağa-sola dönüş için takip edeceğiniz şerit yere işaretlenmiş. Ben her zamanki gibi sola sapacaktım, ama yerdeki işarete ya dikkat etmemişim ya da geçerken belki de martıları saymakla meşgul olduğumdan gözden kaçırmışım. Aklınızda olsun, orada martı saymak bedava.

Sağ şeritte ilerlerken birden sol şeride girmem gerektiğini anladım. Sinyalimi verdim, hatta garantili olsun diye sol kolumu camdan çıkardım, dışarıya doğru salladım; “Rica ediyorum, bir hıyarlık ettim, yanlış şeritteyim, hatamı az önce anladım, lütfen bir yol verin, ” manasında. Yok, yol veren yok. Aynısını İstanbul trafiğinde yapacak olsam, sürücüler yolda selam durmazlarsa ne olayım!

Arabanın burnunu o şeride sokuyorum, gene yol veren yok. Hatta acı acı kornalar, anama küfürler gırla gidiyor (öyle tahmin ettim). O anda hem yapılan protestolara, dışarıya sarkıttığım elimin orta parmağı isyan etti ve kırmızı kartlık bir pozisyon aldı.

Meğerse bu dilden konuşmak gerekiyormuş, arabalar derhal yol verdiler.

Deli Dumrul kesinlikle İskandivanyalı!
İsveç’ten Danimarka’ya geçiş, Malmö ile Kopenhag arasındaki köprü-tünelden yapılıyor. Önce beş kilometrelik bir köprüden geçiyorsunuz, sonra da denizin altındaki dört kilometrelik tünele giriyorsunuz. Kapalı mekân korkunuz varsa, yüzerek de geçebilirsiniz.

Tünel bitip gişeleri görünce rahatlıyorum. Cebimdeki tüm bozukları önceden elime almışım. Bir ülkenin bozuklukları diğerinde geçmiyor. Daha doğrusu yarı değerine kabul edenler çıkıyor. Hepsi uyanık ya!

Kafamda bir hesap yapıyorum. Boğaz köprüsü 3 YTL olduğuna göre, burası biraz daha uzun, biraz da pahalı bir memleket, 5 katı olur herhalde. Yani olsa olsa 50-60 Kron. Bozukluklarım da o kadar zaten.

Görevliden önce gişedeki ekran borcunuzu söylüyor: 320 Kron. Bunlar kafayı hep üç yüzle bozmuş. Yahu, köprü senedi almıyorum, geçiş ücreti ödeyeceğim. Görevli hanıma,

“Taksit yapıyor musunuz, ” diye takılıyorum.

Ne taksitten haberleri var, ne çekten ne de senetten...

Ve Kopenhag
Kopenhag çok karmaşık geldi bana önce. Elimdeki haritayla karınca yuvasının bile yolunu bulabilirken, Kopehag’da yol tayininde bir hayli zorlanıyorum. Biraz da Oslo’da bir gecelik park için 350 Kron ödemiş olmanın acısıyla, kiraladığım aracı, daha iki gün hakkım olmasına rağmen iade ettim.

Yeniden sokaklara attık kendimizi. Kopenhag’ın merkezi acayip büyük bir meydan. Taksim Meydanı’nın üç katı desem, herhalde yanlış olmaz.

Meydanda acayip bir kalabalık. Acayip, fazlalık anlamında değil, tuhaflık manasında. Garip kılıklı insanlar, yeri göğü inleten bir müzikle sallanıp duruyorlar. Dudak dudağa öpüşen genç kızlar; birbirinin poposunu okşayan gözleri sürmeli erkekler, tavus kuşu giysili, erkek mi kadın mı olduğu anlaşılmayan yaratıklar...

Dayanamayıp birine soruyorum, bu kalabalık nedir? diye. Gaylerin gösterisiymiş meğer. Yahu bir memlekette bu kadar gay olur mu hiç? Nereden baksanız meydanın üçte biri dolmuş ve en az yüz bin kişi var.

Sokaklara bal dök, ama yalama!
Başka ülkelerle kıyasladığımızda onlara gıpta eder, bazen kendi ülkemizi küçümseriz ya, Kopenhag’ı gördükten sonra İstanbul’un çok temiz bir kent olduğuna karar verdim. Sokaklar pislikten geçilmiyor. Sadece çöp olsa, neyse; her taraf kusmuk, çiş, hatta insan dışkısı...

Dejenerasyon
Tuvaletler müşterek. Dejenerasyon o kadar üst boyutlarda ki, sadece erkeklerin kullanabileceği yalak usulü pisuarlara, külotunu sıyırıp çişini yapan bir genç kız görünce, yanlış yere geldiğimi sandım önce. İçeride başka erkekler olmasaydı, çıkacaktım da. Utancımdan, gözlerimi kapatıp parmaklarım arasından kızın ne yaptığını anlamaya çalışıyorum.

Rahatlık güzel ama bu kadarı da fazla...

İskandinavyanın en güzel tarafı: İstanbul’a dönüş
Dönüş için havaalanına taksiyle gidiyoruz. Şoför Pakistanlı bir din kardeşimiz. İngilizce biliyor, sohbete başlıyoruz. Epey Pakistanlı varmış Kopenhag’da, ama Türkler daha fazla.

“İnanır mısın, ” diyor, “hepsi Konyalı...”

Sonra ekliyor:

“Biz artık buralı olduk. Son otuz senede bir kez gittim Pakistan’a. O da babamın cenazesini götürmeye. Hâlbuki Türklerin niyeti, emekli olup mutlaka geri dönmek. Bu yüzden çoğunluğu malulen emeklilik için olmadık dalavereler peşindeler...”

Ve ayrılış...

Helsinki dünyanın en yaşanılası kenti seçilmiş!!! Oslo, Stockholm ve Kopenhag da ilk onda. Biz ağustosta gittik, kıçımız dondu. Ekim’den sonra neredeyse 24 saat gece oluyormuş. Düşündüm, bu kentleri en yaşanılacak yerler seçenlerin gözlerinden mi sorunları var, beyinlerinde mi?

Ayrılırken, yine her zamanki gibi Evliya Çelebi’nin o ünlü nakaratı takılıyor dilime:

İskandinavya bir liman, ben de bir gemi,

Gidersem bir daha, sevsinler beni.

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..