Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '11

 
Kategori
Kitap
 

İskender

İskender
 

"RESİM:ALINTI"“Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.”


İskender’i okudum. 

Kitabı okumadan önce gazetelerdeki röportajlarını okuyup televizyondaki söyleşisini dinlemiştim Elif Şafak’ı. 

Kürt bir ailenin Londra’ya göçmesi, orada karşılaştığı sorunlar, ikiz kardeşlerin dünyaları, töreler, erkeklerin canlarının istediği davranabileceği ama kadınların bunu yapamayacağı yapsa da cezalarının kesileceği, aile ilişkileri, sevgileri, sevgisizlikleri ve daha pek çok şey anlatılıyor kitapta. 

Fazla bir şey söylemek istemiyorum aslında henüz okumayanları düşünerek. Beni derinden etkileyen iki şeye değinmek istiyorum sadece. Birincisi Âdem’in evini terk edip başka bir kadınla yaşamaya başlaması. Bir insan evliyken başka birini sevebilir mi, âşık olabilir mi? Olabilir elbet. Olmuş da kitap da. Aşk, geliyorum demez elbet. Gelir hiç ummadığın bir anda. Âdem de aşkının peşinden gitti, gözü ne karısını ne de çocuklarını gördü. Eh erkektir elinin kiridir, hesap sorulmaz. 

Ama ya Pembe. Adem’in karısı. Yurdundan uzak başka bir diyarda kocasız, yapayalnız, çocuklarına kol kanat germek zorunda bırakılıyor. Onun da sevgiye, ilgiye, şefkate, paylaşmaya, dertlerini anlatacak, yaralarını saracak birine ihtiyacı olduğu nedense göz ardı ediliyor. 

Her şey Tarık’ın (yani Âdem’in abisinin) Elias ile Pembe’yi sinemada görmesi ile başlıyor. Kardeşinin yaptıklarını görmezden gelen Tarık yeğeni İskender ile annesinin yaptıkları hakkında konuşuyor. Ve yeğenine istediğini yaptırıp “ben sana öyle mi dedim.” diyerek kenara çekiliyor. 

Her neyse… Söylemek istediğim bu değil aslında. Söylemek istediğim şu. Pembe ve Elias’ın arasında başlayan dostluğun aşka dönüşmesi. Ama öyle saf, öyle masum bir aşk ki bu. Gurbet elde iki yalnız insanın birbirini bulması, birbirini dinlemesi, birbirini anlaması, yarenlik etmesi. Sinema da buluşmalar. Bir kere Elias’ın Pembe’yi evinde ziyareti. Ve sonra Elias’ın evinde buluşmalar. Ortada tensel bir temas yok sadece paylaşım ve koşulsuz sevgi. Demek ki tensel temas olmadan da derin hem de depderin bir aşk yaşamak mümkün. Sevgi bu işte. Eski Yeşilçam filmlerinde konu edilen günümüzde yozlaşan, sevgiye bile pek çok olumsuzluklar karıştıran zihniyetlere meydan okuyan bir durum Pembe ile Elias’ın paylaştıkları. Masum, saf, tertemiz bir sevgi. Arkadaşlığa bile tahammülü yok törelerin. 

Mehmet Rauf’un Eylül’ünü hatırlıyorum sonra. Süreyya ve onun karısı Suat ile akrabaları olan Necip Bey ile aralarında geçen olayları anlatan ilk psikolojik romanız Eylül. Eylül’de de Necip’in evli bir bayan olan Suat ‘a duyduğu derin aşk anlatılır. Orada da tensel temas yoktur. Sadece aşk vardır uzaktan uzağa yaşanan. Bakışlarla, davranışlarla belki biraz da konuşmalara yansıyan. 

Mehmet Oyan’ın Mösyö İmam isimli kitabında anlattığı o derin aşk geliyor sonra aklıma. Kafe de çalışan bir Fransız bayana, Katrin'e karşı hissettiği tertemiz sevgi. Karşılık beklemeyen bir aşk. Her ikisinin de evli olmasına karşılık “aşk ateşinde yanmanın" ne anlama geldiğinin anlaşılması. 

Birkaç gün önce seyrettiğim İncir Reçeli isimli film geliyor gözlerimin önüne. Aytaş Ağırlar imzalı bir film İncir Reçeli. Filmin iki karakteri Metin ve Duygu. Paylaştıkları ölümsüz aşk. Zorunluluktan da olsa tensel temastan uzak fakat sevgi dolu, buram buram aşk kokan, yüreği eriten bir hikâye İncir Reçeli. 

İskender’den bahsederken buralara neden geldim diye sordum kendi kendime. Tüm bu eserlerin ortak noktalarında odaklanmamın nedeni sevginin kirletilmeden, koşulsuzca, tensel temas olmadan, günübirlik ilişkilerden, seviyeli birlikteliklerden uzak ama yürekten kopup gelen duygu yoğunluğu içinde yaşanmasından, iletişim kurulabilinen, anlaşılabilen bir duygu seline kapılmamdan olsa gerek. 

Aşkı bir kenara bırakıp tekrar İskender’e dönelim. 

"En zoru İskender olmaktı. O dönüşüm, yani kadın yazar için erkek karakterin yerine kendini koyabilmek, oradan dünyaya bakmak zor bir şey.” diyor Elif Şafak. 

Kitap da erkek karakter olarak sadece İskender yok ki. Tarık, Yunus, Kaptan, Âdem. Bence tüm erkek karakterleri hakkıyla anlatmış Elif Şafak. 

Kırık dökük hayatlarının üzerlerini örtmeye çabalayıp hayata tutunmaya çalışan karakterlerin genellikle melankolik tabiatlı olmaları dikkat çekici. Aslında kimse yaşadığı hayattan memnun değil. Yaşadığımız hayat biraz da kendi tercihlerimizin toplamı mı acaba? Âdem’in ilk görüşte vurulduğu Cemile ile değil de onun ikizi olan, sırf ona benziyor diye evlendiği Pembe ile yürümeyen evliliği. Ya da Âdem’e âşık olmadığı halde İstanbul’a gitmeyi, o küçük köyden çıkışı evlilikte gören Pembe’nin dramı. Bu bir hikâye fakat gündelik hayatta da öyle değil mi? Tercihlerimiz olmasaydı… Âdem ve Pembe o hayatları yaşamayacaklardı belki de. 

Bir yandan hüzün hâkimken romana Yunus’un çocukça çıkışları gülümsemenize yol açıyor okuma yolculuğunuz boyunca. Aşkın yaşı yok. Bunu Yunus’un kendinden yaşça büyük kıza duyduğu sevgi yoğunluğundan da anlıyoruz. 

Dili akıcı. Kurgusu pek güzel. Okudukça merak uyandıran, içinizde bir an önce diğer bölüme geçme isteği uyandıran bir roman İskender. 

“Nasılsa benim. Her an yanımda. Elimin altında. Ne yaparsam yapayım kabul görür. Katlanır. İncitsem de mühim değil.” alt metnini içinde barındıran kitabın arkasındaki bir cümle ile noktalamak istiyorum sözlerimi. 

“Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.” 

 

08.09.2011 

 

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..