Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '21

 
Kategori
İnançlar
 

İSLAM DİNİ VE BİLİM

Bilim ile din arasındaki bağ nedir?
     
       Ortaçağ İslam dünyasının bilim ile bağını anlamak için Mısır, Suriye, İran, Irak ve Kuzey Afrika'ya bakmalıyız. Mısır'ın başkenti Kahire'nin arka sokaklarından  başlayarak modern bilimin dilinin Arapça köklerinden hala birçok referanslara sahip olduğunu görebiliriz.
Cebir, algoritma alkali gibi bilimsel terimleri ele alalım mesela. 
    Bu kelimeleri Arapçada görebilirsiniz. Üstelik bunlar bilimsel faaliyetlerin tam merkezinde yer almaktadır. Cebir olmadan ne modern matematik ne de fizik olurdu. Alkaliler olmaksızın kimya, algoritma olmasa bilgisayar olamazdı. Şaşırtıcı bir biçimde bugünkü batıda insanların hatta bilim insanlarının bile çok azı bu ortaçağ İslam mirasının farkındadır. Fakat geçmişte Bu hep böyle miydi? 
       12 yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar Avrupalı bilginler düzenli olarak kendilerinden evvelki İslami metinlere başvurdular. Büyük İtalyan matematikçi Leonardo Pisano namı diğer Fibonacci'nin, ‘Liber Abacci’ kitabından bazı sayfaların kopyalarında  ilginç bir detay vardır. Sayfa 406 da "Modum algebre et almuzhabale" adındaki daha eski bir metne referans vermesidir. Ve kenar boşluğundaki ismin Maumeht oluşudur.
       Ki bu Arapça Muhammed olan ismin Latince versiyonudur. Burada atıfta bulunduğu kişi Muhammed bin Musa El-Harizmi’dir. 
    Aslına bakılırsa Arapça isimler birçok ortaçağ Avrupa metninde yer almaktadır. Harita yapımı optik ve tıpta olduğu gibi çok çeşitli konularda ortaya çıkar. Şimdilik Harizmi ile başlamak istiyorum. Çünkü çalışmaları bugünkü hayatlarımızın çok önemli bir yönünü etkiliyor. 
       Temelde hala Roma rakamlarına dayalı aritmetik yapan Avrupa dünyası bu tarzlarının verimde ümitsiz vaka ve düpedüz hantal olduğunu Harizmi sayesinde fark etmiştir.
 
      Örneğin 123 ile 11'in çarpımı ne  sorsam belki bunu zihinden bile yapabilirsiniz. Cevabı 1353 tür. Ama bu işlemi Romen rakamları ile yapmaya çalışın CXXIII ile CI'in çarpmanız gerekirdi. Bu yapılabilir ama emin olun ki hiç eğlenceli olmazdı.
      Harizmi avrupalılara aritmetik yapmanın daha iyi bir yolu olduğunu gösterdi. Hindu hesaplama sanatı adlı kitabında devrimci bir fikir açıkladı. İstediğiniz bütün sayıları sadece 10 basit sembolle ifade edebilirsiniz. Sadece 10 sembol kullanma fikri 1’den 9'a rakamları artı birden sonsuz sayıları temsil etmesi için sıfıra karşılık bir sembol, ilk kez Hintli matematikçilerce 6.yy da geliştirildi. Ki bunun önemini anlamak için ne söylesek azdır. İşte Hint rakamları ne bakalım;
 
Vahit, isnan, selase, erba’a hamse,sitte, seb’a,  semaniye tis’a , aşara….
 
Yani; 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10
       
       Ve bu rakamlarda güçlü olan şey bundan oluşan sayısal sistemin, aritmetik hesaplamalarını nasıl kolaylaştırdığıdır. Ama Harezmi ve meslektaşları Hint sisteminin Arapçaya tercümesinden daha fazlasını yaptılar. Harizmi den sadece bir yüzyıl sonra yazılmış olan bu metin sadece "Ukludisi" olarak bildiğimiz bir adamındır.  Yani tam sayılar arasında yatan sonsuz olasılıklar tanımlamak için. Ukludisi’nin ilk defa ondalık noktanın nasıl kullanıldığını gösterdiği bir el yazması bulunmaktadır. Ondalığı bir kesir olarak kullanıyor. Ondalık nokta Fikri bizlere o kadar çok tanıdık ki, insanların onsuz nasıl idare ettiklerini anlamak bir hayli zor.  
        Tüm bu ilimler ancak keşfedildikten sonra bu kadar anlaşılır oluyor. Sayıların ve ondalık noktasının hikayesi 1000 yıl önce bile bilimin çok daha fazla küreselleşiyor olmasının ipuçlarını veriyor. Hindistan Yunanistan hatta Çin'de ortaya çıkan fikirler yayılıyor adeta çapraz dölleniyor. 1000 yıl önce insanların yaşadığı yerleri gösteren bir haritaya bakmak bilimin gelişiminde ortaçağ İslam’ının oynayacağı rolün bu kadar önemli oluşunun nedeni hakkında bize bir iç görü verecektir.
   
       Şimdi bakalım bilinen dünyanın merkezinde hangi kenti yer alıyor? En geniş yelpazede halkların ve fikirlerin çatışmak için zorunlu olduğu yer neresi? 
   
    Bağdat, İslam imparatorluğu'nun başkentiydi. 60'lı yıllara kadar Bağdat şimdiki bizim bildiğimiz bomba harabesi bir şehir gibi görünmüyordu. Kesinlikle dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi. Bağdat halife Mansur tarafından milattan sonra 762 yılında kuruldu. Onun amacı zamanın yükselen dini olan İslam ile birleşen imparatorluğun damgası olarak görkemli yeni bir başkent yapmaktı. 
     
              Abbasi halifeleri 100 yıl önce yeni dini kurmuş peygamber Muhammed ile doğrudan aynı Soydan olduklarını ilan ederek yönetme hakkını ele geçirmişlerdi. İslam orduları geniş toprakları fethetmişti. Medine etrafında küçük bir bölgeden başlayarak Arap Yarımadası’nda hızla ilerlediler ve birkaç on yıl içinde Akdeniz'in Doğu sahili Kuzey Afrika İspanya ve İran'ın kontrolünü ele aldılar. İnsanların Allah'a inandığı bir çağ olarak Arapların Arabistan'dan dışarı taşma başarılarıyla çarpıcı sonuçları oldu. O kadar ki pek çok insan dikkatle gözlemleyerek "Onlar tanrıyı kendi yanlarına almış olmalılar.” Dediği unutulmamalıdır. Bunlar doğrudur diye düşünerek döndüler aynı nedenle Arap- Müslüman siyasi kontrolüne teslim oldular. 8 yüzyılın başlarına kadar İslam halifeleri geniş topraklarda hükümrandı. Ve Sezar’dan Napolyon’a, en başarılı imparatorlar gibi siyasi, güçlü, bilimsel ve teknik bilginin el ele gittiğini anladılar. 
         
             Tıbbi bilgi hayat kurtarabilirdi. Silah teknolojisi savaş kazanabilir ve matematik devlet maliyesinin artan karmaşıklığına çözüm olabilirdi. Bir din olarak, İslam ayrıca kilit bir rol oynadı. Müminlerin Çin kadar uzağa gitmek zorunda olsalar bile bilgiyi bulabildikleri her yerde aramalarını peygamberin bizzat kendisi söylemişti. Ve eminim ki birçok Müslüman Allah'ın yarattıklarını etüt etmeyi ve daha iyi anlamayı başlı başına dini bir görev olarak hissetmiştir. Ama biraz da destansı başka motifler vardı. 
       
         İslam imparatorluğu yönetici elitinden, pek çoğu için bilginin kendisi şahsi hizmet amaçlıydı. Çünkü ona sahip olmak, yeni imparatorluğun dünyanın geri kalanı üzerindeki hakimiyetin kanıtı olarak görülüyordu. Ama askeri ve siyasi başarı ile İslam halifeleri kaçınılmaz bir sorunla karşı karşıya kaldılar. 
 
Muazzam çeşitlilikteki bir nüfusu akılcı şekilde nasıl yönetirsin?
Bir kısmı İslam dinine dönmüşse de bunlar hala büyük mesafelerle birbirinden ayrıydı ve çok farklı gelenek ve dillere sahiptiler. Birbirlerine çok kırılgan bağlarla tutturulmuş bir kalabalık! 
     
      Milattan sonra 8. yüzyılda imparatorluğun lideri, Halife Abdül-Malik bu dil karmaşasına yönetmek için bir yol bulmak zorundaydı. İslam İmparatorluğu’nun tüm büyük figürleri gibi El-Malik de portre olmayan bir kültürde yaşadı. Eldeki verilerin hepsi hakkındaki genel izlenim ile çözüm belliydi. Tek hamlede köklü reformdu. Böylece bilimsel bir Rönesans'ın temellerini de atmış oldu. 
   Bu bürokratik kaosun durdurulmak zorunda olduğunu söyleyen Abdül-Melik Bin Mervan,  “Değişik dillere ve geleneklere sahip geniş topraklardaki insanları yönetmemiz, Babil kulesi ile sürdürmemiz ve yönetmemiz bu şekilde mümkün değildir” dedi. 
 
    Ve topraklarını tek, ortak bir dil ile yönetmeyi istedi. Bu dil de anlamak istediği bir dil olacağına göre Arapça olacaktı. Fakat imparatorluğun ortak dili olarak Arapçanın seçimi idari kolaylık sağlamasının ötesine geçti. Bu kararın ekstra gücü ve inandırıcılığı vardı çünkü İslam'ın Kutsal Kitabı Kur'an-ı Kerim'de Arapçaydı. Bu nedenle Müslümanlar Arapçayı Allah'ın dili olarak kabul ediyordu. Kur'an-ı Kerim'in sözleri o kadar kutsaldır ki bütün metni 1400 yıl boyunca değişmemiştir. Kur'an'ın kopyalarını yapmak her daim uzmanlık gerektiren saygın bir iş olmuştur. Cami ve medreselerin içinde geçmişten günümüze hat sanatı icra edilir. İslam'ın hızla yayılması nedeniyle Arapçada hat karmaşıklığının yaşanmasının ardından, belirli işaretlerle ünlü harfler ünsüz harfler ayrılarak doğru bir şekilde telaffuz edilmesi sağlanmıştır. 
 
        Bu değişimin bilime süratle katkısı olmuştur. İnsanların ve daha önceden iletişim için hiçbir yolları olmayan farklı topraklardaki âlimlerin artık ortak bir dilleri vardı. Ve kesin net olması için özel olarak geliştirilen bir dildi. Bu da aynı zamanda onu, bilimsel ve teknik terimler için ideal yapıyordu. Dünyanın çok farklı yerlerinden bilim adamlarının diyaloğa karşılaştırmaya genellikle şiddetli bir tartışmaya girebilecekleri yerde bulunan geniş bir entelektüel topluluğa katılmaya çağrı anlamına geliyordu. İspanya'nın güneyindeki Kurtuba’nın âlimleri ile Bağdat ve Semerkant’ta mukim âlimler arasında edebi ve bilimsel bir tartışma yapmak mümkündü. Ama âlimlerin motivasyonlarının sadece ilim aşkı olmadığını söyleyebiliriz. Zihni yoğunlaştırmak için bir çuval para gibisi yoktur. 
   800’ lere kadar İslam imparatorluğu yönetici eliti, gerçekten iddialı küresel ölçülü ve bilim üzerinde derin etkiye sahip bir projeye para dökebilirdi. Bu herhangi bir dilde Yunanca Süryanice Farsça ve Sanskritçe bilimsel ve felsefi metinler için dünyanın kütüphanelerini köşe bucak aramak imparatorluk için onları getirmek ve Arapçaya çevirmekti. 
    Bu olay gelecekte, "Çeviri hareketi" olarak bilinecektir. Kadim metinleri bulmak için âlimlerin girdikleri çaba hayret vericiydi ve bunun diğer nedeni halifeye kütüphanesine ekleyebileceği iyi bir kitabı getirmenin aşırı kazançlı olabilmesiydi. Hikaye çeviri hareketi içinde halife Memun o kadar saplantılı dır ki, Bağdat’tan uzak uçsuz bucaksız topraklara sadece henüz elde edilemediği kitapları elde etmek için elçiler gönderir şeklinde devam eder ve her kim ona sahip olmadığı bir kitap getirirse, onlara getirdiğinin ağırlığınca altınla ödeme yapardı. 
  750 ve 950 yılları arasında faaliyetlerin ne ölçüde geniş olduğu hakkında biraz fikir vermek gerekirse Al Nadim adlı birisi Abbasi dönemindeki aydınların bir listesini yazdı 70 çevirmen listeledi ki, bu çeviri yapan insanlardan oluşan küçük bir ordudur. Ve tabiatı ile listesinde sadece meşhur çevirmenler vardı. Ayda 500 altın Dinar’a kadar alabilirlerdi. Bu muhtemelen yaklaşık 24 bin dolar yapar. Ki yaptıkları şeye kıyasla çok büyük bir para. Bu o zamanlarda çok saygın iyi ücretli ve himaye edilen bir faaliyetti. Ve küresel bilgi edinmenin bu motivasyonu bugün aklımızdan nadiren geçen pratik bir endişeye yönlendiriyordu. 
      Yani, Mısır'daki  İskenderiye kütüphanesi, orijinal İskenderiye Kütüphanesi'nin asırlar önce yakılıp yıkılmasının ve binlerce yıllık bilgi birikiminin şok kaybının hikayesi… İmparatorlukta birçoklarının belleğinde halen taze idi. 
     Bilgileri muazzam miktarda depolama imkânı oldu ve de az çok mükemmel bir iletişim çağında yaşadığımızdan dolayı unutmak eğiliminde olduğumuz gerçeklerden biri total küllü kaybın her zaman mevcut bir ihtimal olduğudur. Bu İslam alimleri için çok ama çok önemliydi. Şehirlerin yok olup gidebileceğini savaşlar yapılabileceğini yahut tahrip edilebileceğini son derece iyi biliyorlardı. Bağdat veya Kahire ye ya da Semerkant’ta gördüğümüz şey tam olarak bir araya toplayarak çeviri analiz biriktirme depolama ve sonsuza kadar kaybolabileceğinin çok iyi farkında olunan malzemenin korunmasıydı. 
Ve kudretli halifeden mütevazi bir tüccara kadar herkesin korumak ve geliştirmek istediği bir bilgi dalı varsa o da hekimlikti. Bunlar her şeyden önce çok az kişinin ihtiyarlığa kadar yaşadığı zamanlardı. O zamandan ulaşan metinler bugüne nispeten küçük bir enfeksiyon olarak telakki edebileceğimiz şeylerin o zaman için ölüm cezası anlamına gelebileceğini hatırlatıyor. 
        Dolayısıyla dini öğretiler sadece teselli kaynağı değildi. Asla vazgeçmemek için sürekli bir hatırlatmaydı. Hz Muhammed'in toplanan sözleri hadislerde şöyle söylüyor;
-Allah çaresini indirmediği hastalığı indirmez. Bu gibi ifadeler Müslümanları bugün bile tüm hastalıkların tedavisinin dışarıda bir yerlerde olduğu onları bulmak için araştırmak zorunda olduğu inancına yönlendirmektedir. Bu iyimserliğin İslam tıbbını aslında nasıl etkilediğini değerlendirmek için İslam tıbbında önde gelen uzmanların fikirlerini bir göz atalım. 
    Suriye'nin başkenti Şam'da İslam Hekimliği uzmanı Dr Peter Porman bir açıklamasında;  “İnsanların farkında olamadığı şey İslam tıp tarihinin gerçekten tüm insanlığın tıp tarihi olmasıdır. Çünkü bizim 19 yüzyıla kadar kullandığınız tıp üniversitesi büyük ölçüde bütün bu Müslüman hekimlerin çalışmalarına dayanmaktadır.” demiştir İslam tıbbı çoğu itibariyle eski Yunanlılar tarafından atılan temeller üzerine kurulmuştur. En değerlisi ise Arapçaya tercüme edilenlerin ilki 3.yuzyılda Yunan hekimi Galen'in tıp el yazmalarıydı. 
         Galen, sağlıklı bir vücudun dengede olan bir vücut olduğuna inanıyordu. Mai olarak adlandırılan 4 tip sıvının dengesi, vücut boyunca devri daim yapar ve herhangi birinin denge dışına çıkışı hastalık ve mizaç değişikliğine neden olur. 4. Mayî sarı safraydı. Fazla miktarda oluşu hastanın huysuz ve kötü tabiatlı olmasına ve midesinin bulanması neden olur. Kaan çok fazla oluşu hastada iyimserliğe ya da Neşe ve kızarmaya neden olur. Kara safra fazla miktarı hastayı uyuşup ya da melankolik yapar. Hatta depresif hale gelmesine neden olur . Balgam fazla miktarı hastayı duygusuz ya da kayıtsız ve duygusal açıdan izole yapar. Galen hastalıklara bulma ailelerden birinin dengesizliğinin neden olduğunu dolayısıyla tedavinin mayîlerden birinin vücut dışına atılmasında yattığını savunuyordu. Kanatma için kesme veya mushiller kullanarak istifra ettirme gibi yöntemleri öneriyordu. 
     Ama İslam doktorları galen ve Yunan tıp bilgisinin tıbbi bilginin kaynaklarından sadece birisi olduğunun farkındaydı. Vücudun nasıl işlediği hakkında anlayışları içine dahil etmek için aynı derecede istekli oldukları diğer tıp gelenekleri de vardı. Ortaçağ Arap metinleri ilaçlar sağlayan halk şifacısı bilge kadınlardan bahseder. Bu gelenek Tunus Hamamatın arka sokakları civarında hala devam etmektedir. Günümüzde alternatif tıp olarak da anılan bu unsur, hala insanımıza şifa verdiğine inanılıyor.
     İslam doktorları ayrıca Çin ve Hindistan'ın diğer tıp geleneklerinin de farkındaydılar. En ilginci de yine başka bir tıp rehberliği geleneği olarak bazıları Kur’an’dan baz alarak Peygamberin sözlerinin koleksiyonu hadislerden, yani İslam'ın kendi içinden gelen fikirler yer alır. İslam dünyasında çok popüler olan bir kitap vardır ismi, “Peygamber Tıbbı” olarak adlanır. Kitabın yazarı 14. yüzyılda yaşamıştır. Kitapta veba ile ilgili ilginç bir parça bulunmaktadır. 
-“Veba gelmiş bir bölgeden geçerseniz o bölgeye girmeyin diyor veba oraya gelir de siz de orada olursanız kurtulurum düşüncesi ile evlerinizi terk etmeyin!” 
 Bu anlamda epey çok şeyler ifade ediyor. 
    Fakat kitabın başka bir tarafında galen ve Yunanlıların epilepsi ve beyin ile ilgili fikirlerinde yanıldıklarını söylüyor epilepsinin aslında vücudun kötü ruhlar tarafından işgal edildiğini fark edemediklerini epilepsinin tedavisi olarak da şeytan çıkarmaktan bahsediyor bu gerçekten çok gülünçtür. 
Bilimsellik mi bir hayli zor!
     İslam'ın en büyük somut katkıları özel ilaç formüllerinde az, ama onun kapsayıcı felsefesinde daha çoktur. Çeviri hareketinin en önemli faydası İslam doktorları, Hindistan ve içindeki gelişimlerden haberdar oluyordu. Bu gelişim eczacılığın da oluşmasına neden oldu. O dönemlerde göz tıbbı üzerine İslam doktorları oldukça başarılıydı. Bir yenilik ve katarakt tedavisi için düşürme olarak adlandıran eski bir tekniği yüzde 60'ın üzerinde bir başarı oranı ile sonuçlanacak şekilde geliştirmişlerdi. Yaşayan bir hastanın korneası temizleniyordu. Sonra arkasındaki katarak duran göz bebeğini açıkça görmek mümkün oluyordu. O zamanlarda uygulanan düşürme tekniğini günümüzdeki  bir göz hekimine sorduğumuzda, dünyanın bazı ülkelerinde hala kullanılan bir yöntem olduğunu söylemiştir. 
     Daha o zamanlarda katarakt ameliyatı yapan İslam hekimleri gözün anatomisini çözmüştür. Orta Çağ’ın İslam tıbbına, modern bilimsel bir gözle bakmak sinir bozucu dur.  Saçmalık olduğunu bildiğimiz pek çok şeyi sanki gerçekmiş gibi değerlendirseler de, diğer yandan bu geniş konu ile mantıksal ve sistematik olarak uğraşmak için  tutkuları takdire şayandır. Ve hakikaten de geçmişte aralarında kırılma noktası oluşturur. 
    Bir İslam alimi din inanç ve aklın sentezine diğerlerinden çok daha fazla temsil ediyor. İsmi, İbn-i Sina veya batıda bilinen adıyla Avicenna. Entellektüel ve soylu çevrede yetişmiş her konuda bilgili bir kimseydi. 1025 yılında bitirdiği Eser şudur; El Kanun  Fi't-Tıb veya Tıbbın ilkeleri. Bu eserde kendinden çok önce Yunanistan’dan Hindistan’a kadar gelmiş geçmiş tüm tıbbı fikirleri harmanlamış genişletmiş ve tek bir çalışmaya dönüştürmüştür. 
İbni sina'nın yazmış olduğu bu eser tıp tarihi için çok önemlidir. Bu tarzda bir kitap çok az vardır. Çünkü bu ansiklopedinin yaptığı her şeyi silip atmak gibidir ve yeni Bir doktorin kitabı olur. Başka birçok metinin tahtını sallayıp yerine oturmuştur. O kadar kaliteli o kadar sıkı örgülü o kadar kolay erişebilir ki, eserinde; “İnsanlar Yunan kaynaklarına ve Arapça çevirileri okumayı unutuyorlar.” diyerek insanlardan şikâyet eder. 
    Bu iki kitap bizim genel prensipler dediğimiz şeyleri içeriyor Bu nedenle tamamı insan vücudunun ve hastalıkların genel olarak nasıl işlediği ile ilgilidir. İkinci kitabı ise baştan aşağı hastalıkları içerir baş hastalıkları ile başlar ve sonra gözler kulaklar burun ağız şeklinde aşağı doğru iner. En sonunda cinsel organlarla sonlandırır. 
              Bu  3 ciltlik emek daha ilk bakışta etkileyicidir. Hemen hemen sık karşılaşılan rahatsızlıklardan nadir bulunan hastalıklara kadar ayrıntılı kılınmış bölümleri bu kitaplarda yer alan temel fikirler 19. Yüzyılın başlarına kadar değişmemiştir. 
     Belirli seviyelerde değişme gelişme vardı ama esas hep aynıydı. Sonrasında bakteri ve virüslerin keşfi ile büyük bir kırılma yaşandı. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tıpta toptan bir devrim yaşandı. İbni Sina’nın, El Kanun’u tıpta bir dönüm noktasıdır. O bilgilerin korkunç yanlışları olsa da artık biliyoruz ki asıl değeri O zamanki dünyanın en iyi bilgilerini tek bir erişebilir ve iyi düzenlenmiş metinde biriktirmesinde yatıyor. 
        El-kanun gelecek nesillere yeniden yazılacak bir şeyler verecekti. 
    Dünyanın geçmişten günümüze kadar ki tıp bilgisini incelememizde,  açık ve belirgin faydalar vardır. 
Ama İslam İmparatorluğu’nun eskilerin bilgisini ortaya çıkarma takıntısı ilaç gibi pratik konuların çok ötesine geçti. Halife El-Memun  gibi pek çokları antik insanların karanlık hatta sihirli güçlere sahibi olduğuna inanırdı. Ve dahası İslam bilim adamlarının onları yeniden keşfetmek için nasıl da sıkı çalıştıklarını gösteren yeni kanıtlar gün ışığına çıkıyor.         
           Bu hikâyeyi ortaya çıkarmak için ise Mısır'daki Sahra çölünün kavrulmuş sarılığına bir bakmak zorundayız. Çeviri Hareketinin Arapları karanlık simya sanatının sırrını sakladığını düşündükleri bir şifreyi kırmak arayışıyla nasıl Mısır'a getirdiği üzerine araştıralım. Mısır'da firavunların mezarlığında 900 dönümlük arazi içinde İsa'dan önce 3. bin yılda inşa edilmiş olan mezar odaları vardır ve merdiven piramitlerin birer koleksiyonu onların dünyanın en eski taş binalar arasında olduğu söylenmektedir. Arkeologlar buradaki sırrın 19. yüzyıla kadar çözülemediğini söyleseler de bulunan Rosetta Taşı'nın üzerindeki yazılar, Yunan alfabesi ile aynı yazıta sahiptir. İngiliz ve Fransız bilim adamlarının kadim Mısır yazısına deşifre için kullandığı önemli ipuçlarını sağladı. Herkesin duyduğu her zamanki hikaye budur ancak bazı arkeologlar olayın seyrini dramatik bir sekilde değiştiren bir keşif yaptı. Yakın zamanlarda İslam alimi İbn Vahsiyah'ın bir dizi eseri ortaya çıktı. Yapılan şey Arap harfleri ile hiyeroglifler arasında bir benzeşme fark etmesiydi. Eserde, Mısır hiyeroglifi işaretlerini veriyor altında da karşılığındaki Arap harflerini. Eski Arap âlimlerinin en büyük yetenekleri eski Mısır hiyeroglifleri ile bağlantı kurma yetenekleridir. Bu yöntemle Mısır hiyeroglifinin yarısından fazlası çözülmüştür. Yani 10. Yüzyıl insanları için olağanüstü bir başarıdır bu. Buradan anlaşılıyor ki, Mısır gizemi'nin 19. Yüzyılda çözülmeye başlandığı yanlıştır.
10. yy da islam alimleri yarısını çözmeyi başarmışlardır.
 
Şimdilik İslam’ın bilime katkıları hakkındaki araştırmalarımdaki edinimlerim bu kadardır. 
 
Cümleten Selamlar…
 
MERYEM KADIOĞLU
 
 
 
Toplam blog
: 42
: 672
Kayıt tarihi
: 07.02.17
 
 

İstanbul'da doğdu. İstanbul'da yaşıyor. Evli, ev hanımı ve çocuklarının annesi. Aklına estikçe yaza..