Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '16

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

ispanya ( Malaga ) gezi notları

ispanya ( Malaga ) gezi notları
 

malaga / alkazaba


26.10.2014   (  KURTUBA  -  MALAGA  )

San Fernando sakinleri dün gece çılgınca eğlendiler. Sabaha kadar yükselen kahkahalar, portakal kokuları ile birlikte girdi açık penceremizden içeri. Cumartesi akşamları daha da bir başka dağıtıyor İspanyollar.

Bir de saatleri kış tarifesine ayarlama faslı var.26 Ekim saat 04.00’da saatler bir saat geri alınacak. İnternetten bakıyorum, İspanya da bu uygulamaya dahil.  Yoksa, yarın sabahtan itibaren, ulaşımlarda sorun yaşayabiliriz. Yarın sabah 10.00’da Kurtuba’ya veda ederek, bir başka Endülüs kentine Malaga’ya geçeceğiz. Bir ara uyandığımda I-pad’a bakıyorum, otomatik olarak geri almış saati. Artık, sabah erken otobüslerinde karanlıkta yollara düşme bitiyor.

Sabaha küçük bir kaosla başlıyoruz. Renfe tren istasyonu önünden kalkıp, hostelin bulunduğu San Fernando caddesinden geçen 3 hat nolu otobüsü güzergahını çözmeye çalışıyorum. San Fernando caddesi çok dar olduğu için, trafik tek yönlü akıyor. İnternetten hattın rtasını çıkarıyorum, yeterli olmuyor. Resepsiyondaki kıza soruyorum, caddenin sonunda soldaki El Ribera durağından binmemizi söylüyor.

Kurtuba, akşamın çılgınlığından yorgun düşmüş, sokaklarda kimseler yok bu Pazar sabahında. Kafelerin, barların önünde kırık kadehlere basmamaya çalışarak ilerliyoruz El Ribera’ya doğru. Durakta asılı listede belirtilen dakikasında durağın önünde duruyor bizi Renfe tren istasyonunun karşısındaki otogar’a götürecek otobüs ( 1.26 € ).

Renfe durağında iniyoruz. Hava soğuk bu saatlerde, Endülüs’e yakışmayan 12 derece sıcakta ürperiyoruz. Kara ikliminin cilvesi bu, az sonra ısı yine 36 derecelere yükselecek. Çaresiz içeride bekleme salonunun buz gibi demir koltuklarına oturuyoruz. Yolculuk yaklaşık üç saat sürecek, bilet bedeli 14.90 €. Terminal içindeki kitap standını açıyor genç adam miskin hareketlerle. Kalkıp bakıyorum, Sofokles, Kafka ve Lorca’nın kjitapları çarpıyor gözüme. Vay be diyorum, Esenler otogarında kitap standı görebilecekmiyiz, hem de, düşünürlerin, şairlerin kitaplarını satan kitap standları. İspanya’da 200-300 sayfalık kalın sayılabilecek bir kitap 5 € civarında satılıyor ki, genelde ülkemize göre daha ucuz bence.

Tam saatinde kalkıyor otobüs. Çok geçmeden İbn-i Fırnaz Köprüsünden geçiyoruz. Fırnaz’dan söz etmeden geçmek olmaz, 810-888 yıllarında Kurtuba’da yaşamış gökbilimci ve şair. Uçağın mucidi sayılan Wright Kardeşlerden 1023 yıl önce, kuş kanatlarından yaptığı uçağı çalıştırarak uzun süre havada kalmayı başarıp, kazasız belasız indirmeyi başarmış bir dahi. Gözlüğü de ilk keşfeden ve görme kusurlarını camla düzelten bir bilim adamı.

Malaga’ya 170 kilometre yolumuz var. Biçilmiş tarlalar uzanıyor iki yanımızda kilometrelerce, bir an ne hikmetse Anadolu topraklarında gibi hissediyorum kendimi. Giderek zeytinlikler başlıyor. Öyle çoğalıyorlar ki, çok geçmeden dağ taş zeytin ağacı oluyor. Bizde son günlerde zeytin ekimine yasak getirileceği konuşuluyor.

İlk uğradığımız yerleşim Montillo. Vagon gibi yanyana dizilmiş sevimli evlerin önünden geçiyoruz kente girerken. Tipik bir Endülüs yerleşimi, görünürde bahçeler yok, muhtemelen binaların merkezinde birer serinlik vahası gibi patio’lar bulunuyor.

Devam ediyoruz Malaga’ya doğru. Zeytin ağaçları bitip tükenmeden uzanıyor, asfalta kadar da sokuluyorlar. Kurtuba’da daha çok portakal ağaçları baskındı, geçtiğimiz yerleşimlerin sokaklarında bile zeytin ağaçları dolu.

Lucero’dan geçiyoruz, daha büyük bir yerleşim. Sonra, Ercinas Reales geliyor, yine yan yana dizilmiş sempatik evleriyle. Evlerin cephelerindeki çini bezemeler çok şirin görünüyor. Uzaklarda bir hayvan çiftliğini çarpıyor gözüme. Portekiz’de etin kilosunun 3.5 € , İspanya’da 5 € olduğunu, İspanyolların “ jabon “ dedikleri iri domuz butlarını 6 €’ya sattıklarını yazmalıyım. Jabonlar, bizim pastırma gibi ince kıyılıp, şarapla tüketiliyor ve şarküteri vitrinlerinin demirbaşı.

Burnumuzun dibindeki Gürcistan ve Ermenistan’da da et fiyatları bu mertebelerdeydi. Biz de, 15- 20 € arasında değişiyor. Bereketli  Anadolu topraklarının düştüğü trajedi.

Yavaş yavaş Malaga’ya yaklaşıyoruz. Otobüs çingene vapuru her yerleşime girip çıkıyor. Belediye otobüsü gibi sokaktan yolcu alıyor. Sağda dağlar yükselmeye, arazi sarplaşmaya başladı. Antequera’nın üzerinde heybetli bir dağ yükseliyor. 40 kilometre sonra Malaga’da olacağız. Bize eşlik eden zeytinler bitiyor, yerini çam ağaçları alıyor. Saat 14.00’de Alsa firmasının otobüs terminaline giriyoruz. Dünden beri, buradan, kalacağımız Hotel Trebol’e nasıl gidileceğini araştırıyorum. Ancak, her seferinde başka bir otobüs rotası veriyor Google Map. Aslında mesafe fazla değil, bu gezide sırt çantası değil, tekerlekli valiz aldığımız için, yürümek yormuyor bizleri. Ama, otelin bulunduğu bölgede hemen hiç sokak ismi yazılmamış Google Map’ta, biraz uğraşacağım anlaşılan oteli bulana kadar.

Alsa terminalinin yanındaki  büyük bina Maria Zambra da başka bir terminal ve AVM. Bunun yanından devam eden Calle ( cadde ) Cuarteles boyunca Guadal medina nehrini görene kadar yürüyoruz, 600 metre kadar. Guadalmedina’nın geniş yatak içinde utanırcasına ipincecik aktığını görerek, köprüden karşıya geçiyor ve nehir boyunca kuzeye yürüyoruz.

Hava adamakıllı ısındı. Küçük bir parkta eşimi ve çantaları bırakarak civarı keşfe çıkıyorum. Daracık ara sokaklar, tahminimin ötesinde insan kaynıyor, mağazalar, kafeler dolu. Ne var ki; gideceğimiz Hotel Trebol’un bulunduğu Moreno Carbenero sokağını kimseler bilmiyor, pek çok kişi de beni yanlış yerlere yönlendiriyor. Yorulunca, biraz dinlenir, aramaya devam ederim diyerek eşimin oturduğu parka gelip yanına oturuyorum.  Tam karşıda yüksek binanın üzerindeki  levhayı  farkediyorum. Aradığımız otel meğer 50 metre yanımızdaymış. 3 gece için 142 € ödediğim otel gerçekten temiz ve disiplinli.

Çantaları odamıza bırakıp Malaga eski kent sokaklarına dalıyoruz. Otelden aldığım harita yardımıyla, kentin ana arterlerinden Alameda Principal’e çıkıp, bir Fas’lının işlettiği kebapçıda gecikmiş öğle yemeğimizi yiyoruz ( 11 € ).

Yemekten sonra tekrar kalabalık caddelerdeyiz. Malaga’da turist yoğunluğu şaşırtıyor beni. Karşımıza ilk Malaga Katedrali çıkıyor. Öyle iri, yüksek ve geniş ki, ne yaptıysam ekrana sığdıramıyorum.

MALAGA KATEDRALİ;  1500’lü yıllarda, Mağrip duvarları arasında kalmış bir caminin yerine yapılmış. Kuzeydeki kule 84 metre yüksekliğinde ve Sevilla’daki Giralda’dan sonra dünyada 2. En tyüksek katedral  ünvanına sahip. Tipik Rönesans çizgileri ve ruhu içeriyor.

İçeri girince, yapının ne denli yüksek ve büyük olduğunu daha iyi kavrıyoruz. Katedsral çevresi ve ara sokaklar hediyelik eşya mağazaları ile dolu. Dediğim gibi, Malaga benim düşüncemde bir liman kenti idi, böylesi turizm potansiyeline sahip olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Adımlarımız, harita eşliğinde bizi Picasso Müzesi’nin önüne getiriyor. 16 yüzyıl yapımı bir binanın, bilinçli elden geçirilmesi ile pek çok sponsorun katkısı ile kurulan müze, Malaga’nın en popüler ziyaret yerlerinden. Picasso’nun doğum yeri olan Malaga’daki müzede ressamın 200’den fazla eseri bulunuyor. Giriş 8 €.

Caddeler boyu akan insan seline uyarak yürüyor ve Plaza de Merced’e geliyoruz. Cadde boyu el sanatları yapan ve satan tezgahlar uzanıyor ve hepsi de yoğun ilgi görüyor. Meydanın arkasındaki albenili binada, zeminden yukarı katlardaki tüm balkon ve pencerelerine kadar renkli kağıtlarla ilgi çeken hoş bir kompozisyon oluşturulmuş. Yaklaşıp, bina üzerindeki plaketi okuyunca buranın Picasso’nun doğduğu ev olduğunu anlıyorum. Daha doğrusu, doğduğu dairenin bulunduğu apartman. Picasso Vakfı, sponsorlar kanalıyla bu binayı her daim canlı ve ziyarete açık tutuyor. Giriş 3 €.

Ben en çok, Merced Meydanında, bir çam ağacının altındaki bankta oturup, elindeki kitapla etrafı seyreden Picasso’yu seviyorum. Çok geçmeden haşır neşir oluyorum dahi ressamın heykeli ile ve sürtünerek bana da bir parça sanatsal sezgiler vermesini diliyorum.

Picasso’nun evinden az yürüme mesafesinde küçük bir meydanda Cervantes Tiyatrosu var. 150 yaşında olan tiyatronun kapısına dayandığımda kapalı olduğunu görüyorum. Fotoğraflarından hatırladığım kadarıyla tavan resimleri ve dekoru ile görülmesi gereken bir yapıydı.

Merced Meydanından, karşı tepede uzanan Alkazaba ve Gibralfaro Kalesi muhteşem görünüyor. Aduana Meydanının solunda bir antik tiyatro ve Roma sütunları dikkatimi çekiyor. Ampitiyatro İ.Ö 1. Yüzyılda inşa edilmiş ve 200 yıl kullanılmış. Emeviler zamanında Alkazaba yapımında dağıtılarak taşları buradaki inşaatta kullanılmış. Hayli geniş bir komplekse sahip olduğu anlaşılan tesise ait olmalı yanı  sıra dizilen sütunlar. Hemen yanındaki patika yukarıya Alkazaba’ya uzanıyor. İlerliyorum, bilet gişesinde görevli yok, anlaşılan halk günü bugün. Nefes nefese çıktığım yokuş, atnalı şeklinde geleneksel Mağribi kapıdan geçince de devam ediyor. Çok geçmeden bçr Endülüs rüyasının içinde buluyorum kendimi. Küçük çiçek fışkıran bahçeler, fıskiyeli havuzlar,  İslam mimarisinin geleneksel hayatlı çeşmeleri ve Müdejar tarz odalar içinde kaybolurken, hazla doluyorum. Ücretsiz ve günlerden Pazar olduğu için çok kalabalık, denk getirip fotoğraf çekmek sabır gerektiriyor.

Hava kararıyor ben çıkarken. Eşim, yukarı uzanan patikayı gözüne kestiremediği için amfitiyatronun yanındaki parkta dinlenmeyi tercih etmişti. Ama, dayanamayıp, Alkazaba’yı o da dolaşmış, ama, kalabalıktan görebilmek ne mümkündü.

Bu kez, Alameda Principal caddesinin devamı olan Passeo del Parque boyunca yürüyerek Marina Meydanı’na geliyoruz. Güneş, bulutlardan kızıl desenler yaratıyor batarken, palmiyelerin silüetleri yelken direkleri ile yarışıyor.

Çok güzel barlar, kafeler dizilmiş Marina boyunca. Akşam kızıllığında sahile yığınmış kalabalık, geniş alan içinde dağılınca yoğunluk hissedilmiyor. Uçtaki deniz fenerine kadar gidiyoruz. Karşımızdaki tepede Gibralfaro ve Malaga Katedralinin ışıkları içinde Malaga kenti. Çok hoş, romantik bir Akdeniz akşamı yaşıyoruz. Malaga temiz, bakımlı bir kent. Tek şikayet edeceğim, insana zamk gibi yapışan sinekleri olabilir.

Günün yorgunluğu çöküyor üzerimize, kızıllıklar içinde batan güneş gibi. Geldiğimiz Alameda Principal’den  otele dönerken, çatal bıçak seslerinin Malaga göklerine yükseldiği, kahkahaların

Katedralin kadim duvarlarında çınladığı dar sokaklardan geçerek yorgun vücutlarımızı yarına hazırlaması için odamıza sığınıyoruz.

27.10.2014  (  MALAGA  )

Eşime yarım gün, yenilenme molası verince, sağlam bir kahvaltı sonrası dışarı çıkıyorum. Kaldığımız Trebol Hotel’in yakınlarında Atazanaras Pazarı var. Dekoratif demir kontrüksiyonlu bu kapalı Pazar alanının ön fasadında büyük ve alımlı bir vitray var. İçeri giriyorum, esnaf vitrinlerini düzenliyor, gelen malları buzdolaplarına yerleştiriyor. Balıkçılar, kutulartdan, donmuş bacalhao, karides ve ahtapotları çıkarıyorlar, kuruyemişçiler, kasaplar telaşlı bir faaliyet içerisinde açılışa hazırlanıyorlar. Anlaşılan, bu coğrafyada da, taze balık yemek tarih olacak yakın gelecekte.

Türkiye’ye başta kalamar olmak üzere pek çok deniz ürününün Hindistan’dan geldiğini duymuştum yakın zamanda.

Atarazamas Pazar yerinden çıkıyor ve Alameda Principal boyunca yürüyerek tekrar Marina Meydanı’na geliyorum. Sonra, arkadan kilometrelerce devam eden kumsallarda ilerlemeye başlıyorum.

Dün, Marina yanına yanaşmış İspanyol Savaş Gemisinin içi tank doluydu. Halk büyük bir ilgiyle ziyaret ediyordu kuyruklar boyunca. Yanına yanaşmış simsiyah denizaltının üzerindeki yazıyı son anda fark ediyorum. “ Sakarya “ yazıyor. Rüzgar olmadığı için bayrak katlanmış, görememişim. Birkaç er telaşlı koşuyorlar denizaltının üzerinde.

Deniz, civarda demirli bunca gemiye, tekneye rağmen tertemiz. Üzerinde bir tel çöp yüzmüyor. 30-40 cm.lik kefallerin birbirleri ile yarış ettiğini görüyorum sahil boyunca.

Plajlar başlıyor yürüdükçe, kumu çok mükemmel değilse de, taşlı değil. Makineler, plajlar boyunca gezerek kumsalda kumlar içindeki çöp ve taşları ayıklıyorlar. Arkalarında ütülenmiş gibi bir kum bandı bırakarak.

Kafeler, önlerine koydukları şezlong ve şemsiyeler ile güneşlenen konuklarını ağırlamaya başlamışlar bile. Bir ara elimi deniz suyuna daldırıyorum. Rahatlıkla denize girilebilir gibi geliyor bana. La Malagueta plajı boyunca yürüyorum. Isı sürekli yükseliyor. Kumda yürümek kan ter içinde bıraktı yoruldum.

Az daha yürüyüp, kumsaldan çıkıyor, sol tarafta yükselen yamaçlarda dizili evlerin bulunduğu sokaklara dalıyorum. Hepsi bakımlı, zengin evleri, bahçelerinden yaseminler, begonviller fışkırıyor adeta. Ara sıra geçen bir araç sessizliği bozuyor, başkaca insanı rahatsız eden bir şey yok. Son girdiğim ıtır kokulu yol bir okulun önünde bitince, aşağı iniyor ve Passeo de Samaho yoluna iniyorum. Yukarıda devasa Gibralfaro Kalesi yükseliyor. Ana arterlerden Passeo de Reding’e girince araç trafiği beraberinde gürültü ve egzost kirliliğini getiriyor.  Solda daire şeklindeki bina Malaga Arenası olmalı. Kapıda 1.8 € yazıyor. İri kapıdan giriyorum, bilet gişesi veya görevli yok görünürlerde.

Üst kata çıkıyorum, kırmızı boyalı demirlerle çevrili tribünler, nice kanları, kavgaları, boğalara işkenceleri görmüş olmanın utancını yaşıyor mu acaba ? Binden fazla tribünde şiddet ve kandan kendinden geçmiş çığlıklar atan seyircileri tahayyül ediyorum, bir yandan da, böğrüne saplanan mızraklarla şaşkına dönmüş, kan kaybından yıkılmak üzere olan zavallı boğaları. Bu arada, iki-üç kişi beliriyor tribünlerde ve hemen kayboluyorlar. Koca arenada benden başka kimseler yok. Hemen her yerini dolaşıyorum, Seville’de bilet alarak girdiğim arenayı, gestapo gibi peşimde dolaşan görevli kız yüzünden doğru dürüst tanıyamamıştım.

Öyle çok dolaşmışım ki, girdiğim kapıyı bulamıyorum, birbirine benzeyen kapıların üzerinde kocaman demirler çıkıyor karşıma. Neden sonra az önce gördüklerimin kapattığı kapıyı buluyor ve devasa kapıyı güç bela açarak dışarı çıkıyor ve General Torres Meydanının havuzunun yanından geçerek, Roma Caddesinin önünde Endülüs’ü yaşatan havuzların, lükstürlerin, gül ve nilüferlerin zenginleştiği parkta bir banka oturarak, sıcaktan ter basmış alnımı siliyorum.

Malaga’nın tertemiz bir kent olduğunu daha önce de yazmıştım. Oturduğum yerden, yeşil Hırkalı görevlilerin özenle ve sürekli parkları temiz tuttuklarını gözlemliyorum. Bir kenti güzelleştiren en önemli unsurları geniş meydanlar, parkları ve havuzları bence.

Eski kent meydanlarından geçiyorum daha sonra, İspanya’nın her kentinde görmeye alıştığım hafif alüminyum masa ve sandalyelerin dizildiği kafe ve barlardan kızarmış kalamar ve balık kokuları yayılıyor sıcak havaya. Saat 13.00’de Tribol Hotel’e eşimin yanına dönüyorum.

Öğleden sonra, ilk geldiğimiz yoldan, Guadalmedina nehri üzerindeki köprüden geçerek Maria Zambrano istasyonuna geliyoruz. Tren istasyonu bu büyük alışveriş merkezinin zemin katında. Yarın Ronda’ya gideceğiz, otobüslerin buradan kalkacağını zannediyordum. AVM içindeki otobüs terminali işaretleri bizi binadan çıkararak ilerideki Alsa otobüs terminaline getirdi, burası Kurtuba’dan geldiğimizde indiğimiz yer. İlk karşılaştığım görevli  Ronda’ya giden Los Amerillos otobüslerinin biletlerini 19. Nolu gişeden alabileceğimizi söylüyor.

Bu arada Malaga toptan siestaya girmiş bile. Caddeler boş, mağazalar kapalı, bilet gişesi de tabii, cama 13.30-15.30 kapalı olduğunu bildiren bir kağıt asmışlar. Çaresiz Maria Zambrano’ya dönüp üst katta restoranların arasında Cerveceria 100 montadidos’u buluyoruz. Gişe açılış saatine kadar bira ve patates tava ile oyalanıyoruz( 4.5 € ).

Saat 16.00’da gişenin önündeyiz ve yarın için Ronda’ya 10.00 gidiş 16.00 dönüş bileti alıyoruz( 10 € ). Sonra yürüdüğümüz yollara paralel yollardan Marina Meydanına geliyoruz. La Malagueta’da önümüzde uzanan kumsalı ve ardında uzayıp giden Akdeniz’i seviyoruz. Güneşin Akdeniz’e dökülmeye başladığı saatlerde marinadaki teknelerin önündeki banklara yerleşiyor ve an be an güneşin yarattığı ışık serüvenine dahil oluyoruz. Fethiye’de Çalış Plajındaki gün batımı ile ne kadar benzeşiyor içinde yaşadığımız anın ışık oyunları.

Otelimizin sokağındaki marketten su ve yarın otobüste atıştırabileceğimiz bir şeyler alarak odamızın huzur ve sükunet vahasına çekiliyoruz daha sonra.

Kaldığımız otel çok temiz ve disiplinli. Genç bir kadın durmaksızın temizlik yapıyor. Tek kusuru, katlarda wireless internet olmaması. Mecburen  resepsiyonun karşısındaki koltukta internete girereki gezi hazırlıklarını yapabiliyorum.

Bir sonra gideceğimiz Granada’da ulaşım biraz karışık gibi geldi, internette onu netleştirmeye çalışıyorum.

28.10.2014  (  MALAGA  -   RONDA  -  MALAGA  )

Hava puslu sabahleyin.  Lobideki termometre 17 dereceyi gösteriyor. Bugün Ronda’ya gideceğiz. Kahvaltının ardından, aşina olduğumuz yollardan, garip garip incecik akan Guadalmedina üzerinden geçerek Maria Zambrano  istasyonunun içinden geçerek Alsa otobüs terminaline geliyoruz. Bu arada Maria Zambrano’nun, İspanya İç Savaşı yıllarında yaşamış bir filozof olduğunu hatırlatayım. Otobüsler, asılı  panolarda belirtilen saatlerden hiç şaşmadan gidip geliyorlar.

Saat 10.00’da hareket ediyoruz. Sabah trafik yoğunluğu henüz gevşememiş, kavşaklarda yığılmalar oluyor. Malaga’nın üç tarafı dağlarla çevrili, bir tarafı da Akdeniz’e açılıyor. Malaga çıkışında endüstri tesisleri uzanıyor, sonrasında portakal ağaşları. İspanya’nın dağlık yerleşimlerinden geçiyoruz, Ronda’ya doğru yükseldikçe. Giderek tenhalaşıyor, sonunda tek şeritlik daracık dağ yollarına giriyoruz. Yükseldikçe başlayan sert rüzgar, otobüs camlarında uğulduyor. Bembeyaz evlerin kümelendiği Ardales yerleşimine geliyoruz. Girişte prehistoria ( tarihöncesi ) müzesi dikkatimi çekiyor, küçük bir dağlık yerleşimde böyle bir müze şaşırtıyor beni. Tepelere uzanan zeytin ormanları arasından geçiyoruz daha sonra. Ağır ağır ilerliyoruz daracık dağ yollarında. Küçük yerleşimlerden, beyaz boyalı, kemerli balkonları ile tipik Akdeniz mimarisinin hüküm sürdüğü şirin beldelerden geçiyor, dağlık İspanya’yı tanıyoruz böylece. Evlerin sütunları, pencerelerin kenarları bantlar halinde çinilerle süslü.

Bir saat 45 dakika sonra Ronda’ya varıyoruz. Turizm Ofisi levhasını takip ederek yürüyoruz, belli ki, turizm ofisi eski şehrin daha doğrusu kentin turistik merkezi Nouveu Ponte ( Yeni Köprü ) yakınlarında olmalı. San Jose caddesi bizi Plaza Merced’e çıkarıyor. Çok geçmeden, kafileler halinde turistleri görüyoruz, ardından da turizm ofisini. Buradan bir Ronda haritası alıyorum. Aslında Ronda çok küçük bir eski şehire sahip, harita kullanacağımı zannetmiyorum.

Saat 12’ye geliyor. Dört saat sonra, dönüş için otobüste olacağız. İlk olarak Nouveo Ponte yani meşhur yeni köprüyü fotoğraflamak için 120 metre aşağı inmek var.

RONDA HAKKINDA BİLGİ;  İspanya’nın en eski kasabalarından birisidir Ronda, aynı zamanda Müslümanların Reconquista güçlerine son teslim ettikleri son kale. İspanya İç Savaşını anlatan kitabını hatırlıyorum Ernest Hemingway’ın. Çanlar Kimin İçin Çalıyor isimli romanını burada yazmıştı.  El Tajo vadisine fırlatılıp atılan Franko faşistleri ni gözümün önüne getiriyorum. Çok daha fazla zulüm yapmışlardı Cumhuriyetçilere, ama yine de, kurşun harcamamak adına 120 metre aşağıdaki vadiye fırlatılışları ürkütüyordu beni. İspanya Meydanı, bu acı sahneleri unutmuş olabilir mi? Oysa, şimdi, aşağıda uzanan El Tajo vadisi buradan ne kadar sevecen ve romantik görünüyor.

İnsanların öldürüldüğü Plaza Espana ( İspanyol Meydanı )’nın sadece 500 metre ilerisinde başka katliamlar yaşandı yüzyıllardır. Arena şimdi perdahlanmış, sarı kumları ile geçmişin kan kokularını gizlemeye çalışıyor.  1785 yılından beri, boğa güreşlerinin yapıldığı bu sefil alan, yardımcıları tarafından yaralanarak yorgun düşürülen boğanın ense köküne matadorun maharetli elleri ile saplanan mızrağın darbesini görmüş, sadist çığlıkları dinlemişti. İlk boğa güreşlerinin Girit’te yapıldığı söyleniyor. Sonra Etrüsklüler, Romalılar bu güreşin ateşli izleyicileri olmuş. Romalılar Kuzey Afrika’yı bu kanlı sporla tanıştırmış. 8.yüzyılda ise İspanya’nın güneyini işgal eden Mağribiler, boğayla nasıl güreşileceğini  İspanyollara öğretmiş.

Köprüyü geçerek aşağılara uzandığını tahmin ettiğim dik bir patikanın önüne geliyorum. Köprü deyince Ronda’nın en belirgin süksesi olan Puento Nueva ( Yeni Köprü )’den bahsediyorum, yeni dense de inşaa edileli iki yüz yılı geçmiş. 11. Yüzyılda yapılan Eski Köprü ( Puento Vieja ) yanında  yeni sıfatını hak ediyor elbette. Taşlarla örülü dik patikada iniş rahat olacak demeye kalmadan, yağmurların aşındırdığı zeminde kaygan taşlardan oluşan çarşak başlıyor. Neredeyse her adımda küçük taşların üzerinde kayarak düşme tehlikesi geçiriyorum. Birkaç kola ayrılan patikadan, en aşağı ineni seçiyorum. Sakatlanmadan, tüm yamaçları kaplayan iri kaktüslerle toslaşmadan aşağıda uzanan Tejo Ovası’a varıyorum sonunda.

Aşağı inerken kan ter içinde kaldım, yukarı çıkarken ne hallerde olacağımı merak ediyorum. Köprünün altından kalınca bir boru içinde Guadalevin nehri akıyor. Anlaşılan, asırlık köprü ayaklarına zarar vermesin diye bu tedbir alınmış. Falezler gibi yükselen iki yakayı bağlayan Yeni Köprü’nün üzerine koyu bir gölge düşmüş. Fotoğraflarken zorlanıyorum bu yüzden.

Alameda Parkının ucunda bulunan ferforje seyir terası Tejo Ovasından bakınca, adeta mikroskobik görünüyor. Bolca fotoğrafla Yeni Köprüyü ve Tejo Ovasını kayıt altına aldıktan sonra, yaklaşık bir buçuk saat sonra 120 metre yükseğe, yine kaymaya müsait taşlık patikaları tırmanarak eşimin yanına varıyorum. Ter üzerime öyle yapışmış ki, sıksam suyu çıkacak, üzerime yapışmış çıkaramıyorum. Yarım saat kadar daha üzerimden ter fışkırmaya devam ediyor.

Ronda, 744 metre rakımda, sert ve soğuk bir rüzgar patlıyor terli vücudumda yukarı çıkınca, ürpermeye başlıyorum.

Sonra, Ronda eski şehirin sokaklarında dolaşıyoruz. Bu arada Ronda Müzesi çıkıyor dar sokaklardan birinde. Mondragon Palace adlı binanın içinde zarif, sade ve neredeyse kimsesiz müzeyi keyifle dolaşıyor, aşağılarda uzanan Tejo Ovasını bir kez de buradan seyrediyorum.  Bilet alıp giriyorum ( 3 € ). Burada da, artık aşinası olduğumuz Müdejar tarz ile karşılaşıyorum.

Ronda gibi küçücük bir yerde altı tane müze var. Turistlerin en ilgi gösterdiği Turizm Ofisinin karşısındaki Boğa güreşi Müzesi. AB’ye girdikten sonra boğalar canlarını kurtarmış, sanırım Ronda’da yılda bir kez sembolik boğa güreşi yapılıyor. Plaza de Toros yani Boğa Meydanında, arenanın önünde güzel bir boğa heykeli var. Turistler kırmızı şalları ile önünde fotoğraf çektirmekten hoşlanıyorlar.

Tekrar Alameda Parkının seyir terasına geliyoruz. Aşağıda muhteşem bir görüntü var, asma bahçeleri ve serpiştirilmiş beyaz evler birer nokta gibi görünüyor. Tejo Ovasına karşı, bu seyir terasında fotoğraflıyoruz kendimizi.

Kentin doğusunda uzanan kale duvarları ve burçlar hala bakımlı ve sağlam. Burçların arkasında, bembeyaz evleri ile Padre Jesus semti yükseliyor setler halinde.

Plaza Del Socorro, aynı ismi taşıyan kilisenin önünde. Güzel tanzim edilmiş bir meydan. Tam ortasında yer alan havuzda iki aslan arasında bir genç görünüyor. Mitolojik bir olayı anlatıyor olmalı. Los Remedios Caddesi boyunca alımlı mağazaların önünden geçerek, harita yardımı ile otobüs terminalinin önüne geliyoruz.

Zaman çabuk geçiyor. Dört saatlik Ronda gezisi, butik bir turistik merkezi ve El Tejo Ovasını, Puento Nuvea ( Yeni Köprü )’u görmenin, kartpostallarda gördüğüm bu güzellikleri fotoğraflamanın keyfi ile bizi Malaga’ya götürecek otobüsü bekliyoruz. Saat 16.00’da ayrılıyoruz Ronda’dan, sabah geçtiğimiz aşinası olduğumuz yerleşimlerden geçerek, şişmeye başlayan Malaga araç trafiğine takılıyoruz, sonunda  Maria Zambrano yanında Alsa terminalinde iniyoruz. Kısa bir yürüme mesafesindeki Maria Zambrano’yız yine, bu kez karnımızı doyurmak için. Tapaslarının lezzetine doyamadığımız Cerveceria 100 Montadidos’u  çabuk buluyoruz restoranlar katında. Beşer tapas, bir büyük bira ve genellikle hanımların içtiği vişneli votka tadında “ tinto verano “ söylüyoruz bu kez. Günün yorgunluğunun yanında yanımızda getirdiğimiz yıpranmışlığımızı tekrar enerjiye dönüştürüyoruz böylece ( 14.70 € ). Zira, zamanımız kısıtlı olduğu için Ronda’da yemek yememiş, yanımızdaki kuruyemiş ve muzlarla geçiştirmiştik öğle yemeğini.

Maria Zambrella’dan karanlık bir Malaga’ya çıkıyoruz, bir o kadar da sıcak. Nehir adına yakışmayacak kadar çelimsiz akan Guadalmedina’nın üzerinden geçerek, en çok ihtiyaç duyduğumuz içme suyumuzu yakınlardaki marketten alıp, otelimize dönüyoruz.

Keyfin, hazzın ve yorgunluğun aynı oranda yoğun olduğu bir Endülüs günü daha bitiyor böylece.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..