Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '15

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İspanya (Seville ) gezi notları 2

İspanya (Seville ) gezi notları 2
 

sevilla lebrija konağı


23.10.2014 (  SEVİLLE )
 
Seville’de son günümüz bugün. Yarın sabah otobüsle Cortoba ( Kurtuba )’ya geçeceğiz. Her köşesinde şırıldıyarak akan suları, geniş meydanlarındaki havuzların fıskiyelerinden dağılan zerreciklerin günün sıcağında yarattığı ferahlıklar, 380 dönüm alana yayılmış Maria Luisa Parkı, Lizbon’daki güvenlik zafiyetinin aksine sokaklarda meydanlarda motosikletle hatta atlarla gezen polisleri ile sevimli bir şehirdi Sevile.
 
Bugün rüzgarlı bir havadan çıkıyoruz Sevile sokaklarına, dünkü 36 derece sıcaklık rüzgarın etkisi ile dağılmış olmalı, meydanlardaki termometreler 32 dereceyi gösteriyor.
 
Yoğun bir gezi programımız var bugüne ait, bakalım tümünü uygulayabilecek miyiz? Daha önce belirttiğim gibi La Giralda kaldığımız pansiyonun hemen yanında.  Eşime takılıyorum sık sık; “ Maazallah yılıksa üstümüze devrilecek “ diye.
 
Puente de Jerez Meydanından Maria Luisa  Parkına yöneliyoruz. Sağımızda şatafatlı bir bina görüyorum. Tahmin ettiğim gibi Alfonso XIII oteli burası. Giriş kapısının önünde dizili bavulların kalitesi bile buranın müşteri portföyü hakkında bilgi verebiliyor. Yüksek sezonda gecelik otel fiyatlarının 250 € ile 2500 € arasında değiştiğini hatırlıyorum. Burada kahve içmek, gezginlerin vazgeçilmez raconu olmuş. Kahvaltıdan yeni kalktık, dönüşte içeri girer bir kahve içermiyiz bilemiyorum. Şimdilik, bahçedeki pergolada oturup bu otelin muhteşem mimarisini seyretmekle yetiniyoruz.
 
ALFONSO XIII OTELİ HAKKINDA; Avrupa’nın en iyi oteli ünvanını hala koruyan bu tesis, Seville’nin bir anlamda ihya olmasına neden olan İberia-Americano Expo 1929 çerçevesinde inşa edilmiş. Kraliyet ailesini ağırladığı gibi, Rita Haywort,  Orson Welles, Sofia Loren, Prenses Diana gibi popüler isimler konaklamış burada.  Ayrıca, Arabistan’lı Lawrence filminin pek çok sahnesi burada çekilmiş.
 
Alfonso XIII otelinin sükseli kapısından çıkıp San Fernando caddesinde yürümeye başlıyoruz. Henüz elli adım atmadan yine sağımızda çok güzel bir bina ile karşılaşıyoruz.  Ellerinde kitaplarla giren gençlere bakılırsa Sevile Üniversitesi olmalı burası. Gençlerin peşi sıra biz de muhteşem antreden içeri giriyoruz. Güvenlik görevlileri görüyor bizi, ancak müdahale etmiyor. Meraklı gezginler olduğumuzu anlamış olmalılar. Ülkemizde olsaydı, şimdi “ yasak hemşerim “ muamelesi ile karşılaşmıştık çoktan. Eski bir tütün fabrikası bütün mimari özellikleri ve detaylı güzellikleri ile, tadilata uğramadan bugün üniversiteye dönüştürülmüş. Bir tütün fabrikası için bunca zerafet fazla gibi geliyor bana. Girişinde hala tütün fabrikası levhası duruyor.
 
Sevile Üniversitesi'nde 2009 yılı itibarıyla 75000 öğrenci eğitim görüyor. 15. yüzyıldan beri  farklı binalarda eğitim veren Üniversite’nin sloganı; “ eşitlik, özgürlük, adalet ve çoğulculuk.
 
Maria Luisa Parkına girmek üzereyken, yine sağımızda hardal ve beyaz renkli estetik bir kubbeye sahip olan binayı görüyoruz. Dünkü, Guadalkuvir nehri tekne gezisinde gözüme çarpmıştı bu bina.
 
Teatro lope de vega de Sevile ( Lope de Vega ) tiyatrosu burası. Civardaki tüm yapılar gibi bu muhteşem bina da 1929 Expo fuarı için hazırlanmış. 16. yüzyıl oyun yazarı   Lope de Vega’nın adı verilen tiyatroda bugünlerde, burada oynanmış opera oyunlarının orijinal kostümler ve takılar sergileniyormuş. Yine orijinal afişleri ile opera kahramanlarının simgesel mankenleri üzerindeki kostümlerini ilgi ile izliyoruz. Sevil Berberi 1992,  Traviata 2007, El publico 2002 gibi operaların sahnede kullanılan orijinal kostümleri hatırladıklarımdan bazıları sadece. Arkada muhteşem bir salon var ki, akıllara zarar. Avrupa kültürünün temelinde yüzyıllardır devam edegelen opera geleneği önemli yer tutuyor.
 
Sonunda İspanyol Meydanına, o Mudejar harikası yapıtların önüne geliyoruz. Otel, üniversite tiyatro derken, buraya gelene kadar epey oyalandık. Tam fotoğraf çekmek istediğim bu meydan, tam tepede kızgın güneş ışıklarının altında şu anda.  Belli ki; bu sert ışıklarda iyi fotoğraf çekemeyeceğim, ama; yapacak  bir şey de kalmadı, zira yarın başka bir Endülüs kentine Cortoba’ya gideceğiz.
 
Şu anda mahkeme olarak kullanılan salonun yanında Askeri Müze var. Giriyoruz, giriş ücretsizmiş. Görevli polis, gülümseyerek, üzerimizde ne varsa, çantalarla birlikte yandaki küçük kasalara bırakmamızı istiyor ve sadece fotoğraf makinemizi almamıza izin veriyor. Küçük anahtar yanımda da olsa, huzursuz oluyorum, çünkü, başta pasaportum, paralarım hemen her şeyimi kasaya koymuş durumdayım. İspanyol tarihine ışık tutan savunma ve saldırı silahları, tüfekler, önemli muharebelerin maketleri, Kristof Kolomb ‘un yeni toprakları keşfinde kullanıldığı Santa Maria’nın maketi gibi aslında biraz da sıkıcı müzeyi telaşla dolaşıyoruz, bir an önce girişte bıraktığımız kıymetli eşyalarımızı alabilmek için.
 
Sonunda, İspanyol Meydanı’nın kanal üzerinde Müdejar çinilerle süslü iki minik köprüsüne geldiğimde bırak fotoğraf çekmeyi, gözümü açamayacak kadar sert bir ışık hakim olmuştu ortalığa. Keşke, sabah ilk çıktığımda buraya gelip fotoğraf çektikten sonra, diğer yerlere gidebilseydim. Ne var ki; son pişmanlık fayda etmiyor.
 
İspanyol Meydanından daha önce bahsetmiştim. Şu ilaveleri yapayın. Yarım ay şeklindeki binanın üç katlı kısmı, Sevile Üniversitesine ve Endülüs Özerk Bölge Yönetimi’ne ait.  1929 ve 1992 yıllarındaki Expolar için, çoğu eski İspanyol  sömürgesi olan ülkelerin geleneksel mimari tarzlarında yaptıkları binalar da yakın mesafelere serpiştirilmiş. İspanya bölgelerinin alfabetik sırayla tasvir edildiği rengarenk çinilerle bezeli banklarda oturup, meydanın merkezindeki havuzun fıskiyesinin güneş ışıkları altında huzmelerini izlemek çok keyifli.
 
Neden sonra, Amerika Meydanı’na ilerlemek aklımıza geliyor ve bu güzel yerden ayrılıyoruz. Expo fuarlarının kazandırdığı Müdejar binalardan üçüne gitmek hedefindeyiz. Arkeoloji Müzesi, Müdejar Köşkü ( şimdi halk sanatları müzesi olarak kullanılıyor ) ve Real Pavillon bunlar.
 
Önce Real Pavillon çıkıyor karşımıza,  güzel, estetik kaygılar gözetilerek yapılmış, önünde çimlerle kaplı küçük bir bahçe, içinde de yine küçük bir havuz var. Yanıbaşında, iki gün önce akşamüzeri gelip, hayran olduğum, ama, önündeki havuzda boy atmış bitkiler yüzünden harika fasadını bir türlü fotoğraflayamadığım Müdejar Köşkü’nün önündeyiz yine. Hayranlıkla bakıyorum, Emevi mirası stuko işçiliğine dış cephedeki.
 
Müdejar Köşkün karşısındaki Arkeoloji Müzesi’ne giriyoruz(1.5 €). Seville’in her tarafı turist akınına uğrarken, Arkeoloji Müzesi üvey evlat gibi bir köşede kalakalmış. Gerçi, çok zengin değil. Duvarlarda ve zeminde sergilenen Roma mozaikleri, Merkür heykeli, Mağribilerden geriye kalan birkaç kırık mermer ve ahşap panoları seyredip fotoğraflayarak çıkıyoruz.
 
Müdejar Köşkü’nün içini merak ediyorum, 1992 yılı fuar hazırlığında Müdejar sanatın çarpıcı bezemelerine sahip dış süslemeleri içeride de göreceğimi umuyorum. Avrupa Birliği üyelerinin ücretsiz girdiği pek çok müzede olduğu gibi biz yine ücret ödeyerek giriyoruz ( 1.5 € ). Bodrum katta hayli zengin geleneksel el işleri muntazam teşhir standlarında sergileniyor. Zenaat örnekleri, ferforje, dokuma, oyuncak, porselen, ahşap işleme, zeytinyağı yapımı, deri işçiliği, ikon ve varak yapımı çok güzel örneklerle sunuluyor.
 
Orta avlu duvarlarındaki stuko işçiliği yeni de olsa detayları hayranlık uyandırıyor.
 
380 dönüm genişliğinde bir alana yayılmış Maria Luisa Parkında dolaşmaya başlıyoruz. Her kıyı köşesi bakımlı olan parkın hemen her yerinde havuzlar var, sular fışkırıyor. Yemyeşil doku içinde keyifli anlar yaşıyoruz.
 
Akşam, Flamenko gecesine gideceğiz, gösteri saat 19.30’da başlayacak. Bileti alırken, gişedeki kadın, “ yarım saat önce gelirseniz, iyi yerde oturabilirsiniz. “ demişti.  Flamenko gösterisini videoya almayı düşünüyorum. Saat 16.00’da sıcak ve yorgunluktan şaşkına dönmüş ayaklarımıza bir gayret daha vererek odamıza giriyoruz. Kamera bataryalarımı şarj ediyorum. Cortoba’dan sonraki durağımız Granada  için Booking.com’dan rezervasyon yapıyorum bu arada. Endülüs bölgesi, İspanya’nın diğer bölgelerine göre çok daha fazla turist ağırlıyor, bu nedenle doluluk oranları her zaman yüksek. Bu nedenle, yanımda eşim de olduğu için gittiğim anda kapı kapı dolaşıp yer aramak istemiyorum.
 
Saat 17.00’de çıkıyoruz Sevile sokaklarına, hava hala sıcak. Hernando Colon boyunca yürüyor, Ayuntamiento ( Belediye ) Binası önünden geçerek Cuna sokağa geliyoruz. Sabah vitrinlerde gördüğüm rengarenk Flamenko objelerini eşime gösteriyorum. Sonra, Alfonso XII caddesinin kalabalığına karışıyoruz. Burası, Sevilla’nın mağaza zincirlerinin sıralandığı lüks mağazaların bulunduğu işlek cadde. Vakit öldürmek için mağazalara girip çıkıyoruz, anlıyoruz ki; Türkiye Avrupa tüketim endüstrisinin sıkı bir elemanı olmuş.
 
Saat 19.00’da Casa de la Memoria’nın önüne geliyoruz. Çok geçmeden küçük bir salona alıyorlar, küçük kuyrukta bekleyenleri.
 
Fotoğraf makinemin ışık ayarlarını yapmışım, kendimce iyi bir yer seçmişim, gösteride çok iyi fotoğraflar almayı umut ediyorum. Program başlıyor ve şoku yiyorum; gösteri esnasında fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, ancak, gösteri sonunda birkaç dakika fotoğraf ve video çekimine izin veriliyor. Çaresiz kılıfına sokuyorum makineyi ve biri kadın dört soliste veriyorum tüm dikkatimi. Gitar çalan da dahil, herbiri öylesine hakkını vererek söylüyor ki, sık sık ürperiyorum oturduğum yerde.
 
FLAMENKO VE TARİHİ HAKKINDA;
 
Flamenko, Güney İspanya'nın Endülüs bölgesine özgü ama bu bölgeyle sınırlı kalmamış bir müzik ve dans türüdür. 14.yy. sonrasında çingenelerin, Arapların, Yahudilerin ve toplumdışı bırakılmış Hristiyanların toplumun dış çevresinde kaynaşması sonucu meydana gelmiştir. Her ne kadar flamenko Endülüs bölgesine özgü olsa da sadece bu bölgeye veya İspanya'ya ait değildir. Flamenko flamenkocularındır. Dünyanın her yerinden gönül verenlere, flamenko için içten olarak bir şey yapanlara aittir.
 
Halkların problemleri vardır. Kendilerini bir şekilde ifade etmek isterler. Bunu da müzik ve dans yoluyla yaparlar. Yıllarca zulüm gören, yoksulluk çeken, ezilen, toplumsal sorun ve güvenilmez olarak nitelendirilen, bütün tarihleri boyunca mal mülk edinemeyen, adi işlerde, tarım yada maden ocaklarında çalıştırılan çingeneler hırs, şefkat, özgürlük ruhu, isyan, sosyal kalıplaşmanın olmaması gibi etkenlerle flamenko'yu oluşturdu. Acılarını, mutsuzluklarını flamenko ile ifade ettiler. Flamenko'daki sert duruşlar, ifadeler hep bunların sonucudur.
 
Flamenko'nun özü şarkıdır. Çoğunlukla gitar ve doğaçlama dans şarkıya eşlik eder. 3 sınıf flamenko vardır. En ağır başlısı "cante grande" (büyük şarkı) adıyla anılan ve ölüm, keder ve din konularını işleyen "cante jondo" dur (derin şarkı)
 
Ara sınıfta "cante intermedio" (orta şarkı) bulunmaktadır. Gene dokunaklı ama daha az ağırbaşlı ve çoğunlukla doğu müziğinden esintiler taşıyan flamenko'lar yer alır.
 
En hafif tarz olan "cante chico" (küçük şarkı) konuları ise aşk, kırsal yaşam ve eğlencedir. Her tarzın kendine özgü bir ritmi ve akor yapısı bulunmaktadır. Vurgu ve duygusal içerik farklarıyla da birbirlerinden ayrılmaktadır.
Flamenko Terimi, tam olarak nereden çıktığı tesbit edilememiştir, elde edilen teoriler ise şunlardır;
İspanyol Yahudiler dini şarkılarını, rahatsız edilmeden söyleyebilecekleri yerlere göç etmişler ve bu şarkılar İspanya'da kalan Yahudilerce "Flamenko" olarak adlandırılmıştır.
 
Flamenko kelimesi, "fellah minküm" diye okunan "sizden olan çiftçi" anlamına gelen Arapça kelimelerden edinilmiştir.
19. yy. başlarında kibirli, küstah insan anlamına gelen bir argo kelime olarak kullanılmıştır.
 
FLAMENKO TARİHİ;Avrupa'nın en eski yerleşimi olarak bilinen Cadiz, M.Ö.1100'de Fenike'liler tarafından kurulmuştur. M.Ö.550'de eski Yunanlılar Güney İspanya'yı kontrol altına aldılar. M.Ö.201- M.S.206 Roma İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. 711'de Mağribiler (Faslılar) olarak bilinen Araplar, Suriyeliler ve Berberiler İspanya'yı işgal ettiler. 800 sene burada hakimiyet kurdular.
 
Arap kültürü İspanya'yı çok büyük ölçüde etkiledi. Kendi şiir, şarkı ve müzikal enstrümanlarını getirdiler. İspanya'nın müziğine duygusallık ve duyarlılık kazandırdılar.
 
1492'de İspanya tekrar Hristiyan hakimiyetine girdi. En son Endülüs bölgesine ulaştılar. Arap işgalinde en uzun süre kalan bölge Endülüs bölgesi oldu. Hristiyan krallar çok fanatiklerdi ve bu bölge köylerine çok kötü davranıyorlardı. İnsanları zorla vaftiz edip Hristiyan dinine geçiriyorlardı. Böylelikle Müslüman kültürü dağıldı, krallar oraya yerleştiler. Bölgedekilerin varlıkları ellerinden alındı, halk fakirleşti. Bir şekilde yaşam mücadelesi verip kendi kendilerine ayakta durmaya çalıştılar. Yüzyıllar boyu süregelen hoşgörünün yerini baskılar ve yasaklar almaya başlamıştı.
 
Flamenko'nun Doğuşu ve İspanya'ya Gelişi;
 
Kristof Kolmb'un Hindistan'a ulaşmak için batıda doğuya yola çıkarak Amerika'yı keşfetmesi ve çingenelerin İspanya'ya girişi aynı döneme rastlamaktadır. Katolik kralı ve kilise izni ile Endülüs dağlarında sığınma hakkını almışlardır. Genellikle çayırlık bölgelerde kendine has ve kötü şartlarda yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Göç halkı olan çingenelerin Endülüs'e yerleşmesiyle ilk artistik flamenko doğmuştur. Bu müzik kendi müzikleri ve Endülüs folklörünün birleşmesiyle meydana gelmiştir.
 
Endülüs Müziği'ni Etkileyen Unsurlar;
 
1700'lerden beri İspanyol'ların Afrika'yı yoğun bir şekilde keşfetmeye başlamaları ve Sevilla şehrinin İspanya yarımadasının en büyük köle marketi haline gelmesi ve zenci müziğinin Endülüs müziği üzerindeki etkisi.
İspanyolların Amerika'yı keşfetmeleri sırasında Akdeniz bölgesinden yapılan yolculuklarla Sevilla ve Cadiz limanları Amerika'nın en önemli limanları haline geldi. Ticaret buralarda yapıldı. Zenginlik içinde güneyden pek çok sanatçının gelmesiyle kültürler yayıldı. Güney Amerika'da oluşan Latin Amerikan müziği geri gelen İspanyollarla Endülüs'e taşınmış oldu.
 
 Flamenko'nun Tarihsel Aşamaları;
 
1780'den itibaren ilk canteor- La Edad de Oro'dan (şarkıcı) haberimiz oluyor. 1840'dan itibaren flamenko'nun altın çağı başladı. Şarkı ve dansa daha çok önem verilmeye başlandı. Çingene cante'leri önceleri evlerde aile içinde oluşuyordu, sonra da küçük tavernalarda. Diğer yandan çok tanınmış şarkıcılar her yıl değişik ülkelerde fiesta'larda (parti, eğlence) şarkı söylüyorlardı (Cante de Payo - çingene olmayanların şarkısı- Fandango türü) İlk " Cafe Cante" (flamenko gece klübü) 1842'de Sevilla'da açıldı. "Cafe Cantante" olarak bilinen bu dönem için, bugünkü flamenkonun başlangıcıdır demek hiç de yalan olmaz.
 
1850'de Silveria Francoletti- çok önemli bir şarkıcı- işadamı oluyor ve Cafes Cantantes gibi mekanları işletmeye başlıyor. Tüm seyircileri kendine çekmek için de her iki tür müziği birleştiriyor.
 
Şimdiki flamenko bu iki türün birleşimi. Yani Cantes Gitanos (çingenelerin şarkıları) ve Cantes Payo (çingene olmayanların şarkıları) Flamenko'nun gelişmesinde, yani makamların oluşmasında çok büyük katkısı olan pek çok sanatçı bu dönemde yaşamıştır. Bu nedenle flamenko'nun büyük gelişme gösterdiği bu döneme "Altın Çağ" denilmektedir.
 
1910 senesi flamenko'nun altın çağı ve cafe cantante'lerin sonudur. "Puro flamenko"nun (geleneksel) geleceğinden endişe duyan entelektüel kesim, bu sanatın, ticari bir araç olarak kullanılamayacağını, "kırsal kesimin" sanat dalı olarak kalması gerektiğini savunuyorlardı. Dönemin iki önemli sanatçısı, Manuel de Falla ve Lorca, 1922'de Granada'da El Primer Concurso de Cante Jondo adlı şarkı yarışmasını organize ettiler. Yarışma'dan sonra flamenko profesyonelleşti, gelişti ve geniş halk kitlelerine yayıldı.
1936'daki iç savaş ile, birçok sanatçı ülkeyi terk etti. Böylece flamenko dünyaya açıldı.
 
1950'lerde flamenko artık festivallerde icra edilen bir sanat dalına dönüştü. Cafe Cantante'lerin yerini bugünkü tablao'lar almaya başladı. Sevilla Bienali günümüzde düzenlenen festivaller arasında en önemlilerinden biridir.
 
1954'de tüm flamenko ustaları Antologia del Cante Flamenko'ya kaydedildi.
 
1956'da Cante Jondo'nun ulusal yarışması Cordoba'da başlatıldı.
 
1958'de Jerez de la Frontera'da " Catedra de Flamencologia" (Flamenkoloji Kürsüsü) kuruldu. Amaçları flamenko'yu korumak ve bu konuda çalışmalar yapmaktı.
 
1960'lardan itibaren flamenko rönesans yaşamıştır. Eski şarkılar gelecek nesillere aktarılmak üzere kayda alındı. Flamenko tarihini araştıran ve türlerini analiz eden kitaplar yazılmaya başlandı.
 
1960'ların sonunda Paco de Lucia'nın ilk albümü çıktı, flamenko gitarının devrimi gerçek anlamda başlamış oldu. "Rumba" albümüyle İspanya'daki ulusal ilgiyi flamenko üzerine çekti.
 
1970'lerde, Paco'nun birlikte çalıştığı "cante"lerin genç dehası Camaron, en etkili şarkıcıydı.
 
Yine 1970'lerde festival olgusu ortaya çıktı. Flamenko'daki samimiyet ve doğaçlama yerini ustalığa ve ticarete bıraktı. Sanatçı içini saran isteği dindirmek için değil , sırası geldiği için dans etmeye başladı.
 
1980'lerde ise sanatın her alanında teknik gelişmeler yaşandı. Beraberinde ticari patlamayı getirdi.
Günümüzde ise flamenko esnek yapısıyla gelişmeye açık ve kontrol dışındadır.
 
İyi bir seçim yaptığımı anlıyorum bu arada. Yemekli Flamenko gecelerinde, çatal bıçak ve içkinin karıştığı bir curcuna yerine böylesi küçücük bir salonda, hepi topu 25-30 kişinin sessizlik ve huşu ile gösteriyi izlemek çok daha anlamlı. Genç kadın kırmızı Flamenko elbiseleri içerisinde, muhteşem bir gösteri ziyafeti izletiyor kanter içinde kalarak. Nefesimi tutarak izliyorum, yanımda eşim olmasa; “ marifetli ayaklarının altında ez beni “ diye bağırasım geliyor.
 
Gösteri sonrasında birkaç fotoğraf çekecek takatim kalabiliyor ancak. Küçücük salondan yükselen kıyasıya alkışlar, gösterinin bitmesini istemiyor, birkaç parçadan sonra rüya bitiyor ve Cuna sokağının karanlığında buluyoruz kendimizi.
 
Kaldığımız pansiyonun bulunduğu Hernando Colon caddesinin köşesindeki Bar Gonzalo’ya gidiyoruz. Gelip geçerken, kocaman bir kazanda içinde deniz ürünleri dolu paellayı görüyorduk gün boyunca. Gerçekten lezzetli ve doyurucu paella, yanında San Miguel bira ile günün yorgunluğunu alıyor üzerimizden( 17.30 € ). Buraya gelmeden Salvator Meydanından geçmiştik, meydanı dolduran kalabalık ellerinde içki bardakları ile sohbet ediyordu. Yemekten sonra Salvator Meydanı’na geliyoruz. Kiremit renkli Salvator Kilisenin tam karşısındaki bira evinin önü mahşer yeri gibi, meydana atılan masalar dolmuş, kalabalık meydana yayılmış, ayakta duranlar da meydanı doldurmak üzere. Sanki miting yapılıyor, meydanı çevirmiş polis devriyesi, çaktırmadan kolaçan ediyor ortalığı. Belli ki; bir taşkınlık anında müdahale edecek.
 
Fıçılara bakıyorum, San Miguel göremeyince Cruz Campo istiyorum, iki tane. Cruz Campo, İspanya’nın en ucuz biralarından, ama; tadı bizim memleket biraları kıvamında.
 
Gürültüye karışıyoruz biz de, bir bira yetmiyor, devam ediyoruz. Yoğun geçen, yoran bir gün daha bitiyor Seville’de, üstelik bu kentte son günümüzdü. Yarın, 09.00 otobüsü ile Kortoba’ya geçeceğiz.
 
24.10 2014  (  SEVİLLE  -  CORTOBA  )
 
Seville’nin kilise çanları saat başı çalıyor. Biz de, Seville Katedralinin dibinde yatınca sık sık uyanmak zorunda kalıyoruz. Ülkemde, sabah ezanını yüksek sesle okuyan müezzinler aklıma geliyor. Rahmet okumak gerekir, onlar hiç değilse, günde beş kez ezan okuyorlar.
 
05.30’da uyanıyorum, bir daha uyku tutmuyor. Pansiyonun yaşlı patroniçelerini ilk geldiğimizde gördüm, ödememizi yaptıktan sonra karşılaşmak kısmet olmadı bir daha. Odamızda internet çok yavaş çalışıyor. Mecburen alt kata, modemin yanına giderek kullanabiliyorum interneti. Yine aşağı iniyorum ve Cortoba’da iki gece konaklayacağımız Hostal la Fuensa’ya nasıl gidileceğine çalışayım. Alsa otobüs terminalleri, Renfe tren istasyonlarının yanında oluyor genellikle. Cortoba’da da böyle.
 
Otobüs terminaline yürüyerek gitmeye karar veriyoruz. Bizi Cortoba’ya götüren otobüs, daha sonra Barselona’ya devam edecek. Granada’dan bizde Barselona’ya döneceğiz Endülüs gezimizin sonunda, ne var ki; otobüsle 13 saat sürdüğünü ve 70 € bilet bedeli olduğunu öğrenince, Granada’dan Vueling Airlines ile gitmeye karar verdik. Ön sıralarda rehber eşliğinde  Granada’ya günübirlik gezmeye giden bir genç turist grubu var ki, gevezelikleri şimdiden bıktırdı.
 
  
 
 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..