Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '11

 
Kategori
Kitap
 

Issız sırlardan belki de yeni varoluşa !

Issız sırlardan belki de yeni varoluşa !
 

Benim çılgın babam diye geçirirken içinden, gülümsedi. Kısılan gözlerini örten uzun kirpikleri ağustosun dayanılmaz güneşine geçit vermiyordu. Geldiğinden beri gökyüzünü maviden başka bir renkte görmemişti. Oysa Lerwick’in gri huzurunu babasının çok sevdiğini söylerdi annesi. O kadar da öğütlemişti, ağustosta o şehirden uzak dur demişti! Çalan telefonla düşüncelerinden uzaklaştı. Arayan kardeşiydi.

“Akşam oldu; ama ben sıcaktan erimek üzereyim April. Şimdi geldim havaalanına. Evet, abim bıraktı. İzmir’e uçuyorum şimdi de. Ne aradığımı ben de bilmiyorum; ama aradığımın beni bulacağına eminim. Sensin deli. Murat da senin gibi düşünüyor aslında; ama bunu yapmamı babam istiyor, eminim.”

Gidiş Terminali kapısından girdiği anda yüzüne vuran serin hava ayrı bir dünyanın kapılarını açtı sanki. Güvenlik kontrolünden geçerken görevliye gülümsedi. Yaşam tüm sırlarına rağmen güzeldi. O sinir bozucu bip sesiyle yüzündeki gülümseme yerini şaşkınlığa bıraktı.

“Tekrar geçer misiniz?” dedi görevli.

Hiç anlayamazdı bu soruyu. Tekrar geçince, o bip’e neden olan her neyse ortadan kalkacaktı sanki!

“Aa, belki de Ate bip’liyordur.” derken kırık Türkçesiyle, cebinden çıkardığı Tanrıça Ate heykelciğini bankonun üzerine koydu. Görevlinin şaşkın bakışlarını görünce de, “Merak etmeyin tarihi eser değil.” dedi. Bipleme susmuştu! Tanrıça Ate’nin hikayesini anlatmıştı annesi. Anlaşılan Ate Zeus'un korkusuyla kontrolden geçmek istemiyordu! Olanlara gülümsedi. Babasıyla ilgili hiçbir şeyin onu şaşırtmaması gerektiğini Hualien’de anlamıştı. Aynı annesiyle babası gibi o da Lu-Kang’da kalmıştı. Babasının arkadaşlarını da bulmuş ve anlatılanları hüzünlü gözyaşları içinde dinlemişti.

“Bilgi sahibiyle her yeri dolaşan bir hazinedir kızım ve baban da çok zengin bir bilgeydi. O’nun dostluğuyla bizler de o hazineye sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Herkese yardım ediyor, az konuşuyor, gülmüyor; ama ağlıyordu! Hayvanlarla dahi konuşabiliyordu ve fazilete giden kapıyı açmıştı. Annen buradayken baban mutlu görünüyordu; ama izlediği yoldan annen pahasına dahi dönememek onu çok yıpratıyordu. Annenin gidişinden sonra Chi-An’da mermer kesmeye başladı. Çok çalışıyor, çok yoruluyordu. İş yerinde kaldığı küçük bir odası vardı. Fang bekçilik yapması şartıyla vermişti. Kardeşim de aynı yerde çalışıyordu ve birbirlerine çok yardımcı oluyorlardı. Bir keresinde Lin ayağına mermer plâkayı düşürmüştü. Ayağı şişti ve baban ona kendi odasında baktı. Kardeşimin mosmor ayağına buz koyuşunu, kendi gömleğini çıkarıp sarışını unutamıyorum. Kardeşimin işten uzak kaldığı sürede de her gün daha fazla çalışıp Fang'ın yeni birini almasını engelledi. Babanın bizim için yaptıklarını unutamayız kızım. Biliyor musun, kardeşim doğuştan kalp hastasıydı ve baban da öğrendiğinde çok şaşırmıştı, böyle ağır bir işi neden yaptığını sormuştu. Kardeşim hasta olduğunu kabullenemiyordu. Ayağına mermer düşmesine bile sanki sevinmişti. Çünkü sağlıklı, normal bir insan çalışabilir ve ayağına mermer düşebilirdi. Babanın gidişinden 2 yıl sonra kaybettik onu; ama yaşadığı sürece de babanın yardımlarına minnettar kaldı.“ demişti Yuan.

Aborjin dostu Nioka da, “Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde olmuş olan bir şey başka bir şeyi etkiler ve onun sebeplerinden biri olur. Bizim inancımıza göre bütün bu sebep-sonuç ilişkisinin temelleri geriye doğru takip edilirse alchera'ya ulaşılır, yani düş zamanına ya da babanın tanımıyla: Varlığa. İşte, baban da alchera’ya ulaştı.” demişti.

Anlaşılması en zor olan ise babasının çalıştığı mermer atölyesinin sahibi Fang’a yaptığı ziyaretti. Yaşlı adam, “Babanla tanışmamızdan yıllar önce Chi-An’daki odamın duvarında ahşap oyma bir tablo asılıydı. Tanrıların buluştuğu yer olarak bilinen Taipei’deki Lungshan Tapınağı’ndaki taş heykelcikleri kakmıştı o tabloya sanatkâr. Sonra, o tablo bir gün ortadan kayboldu; ama sanırım alan kişi aceleyle yere düşürmüş ve tablonun bir köşesi kırılmıştı.” Konuşmasına ara veren yaşlı adam yerinden kalkmış ve odadan çıkmıştı. Bir süre sonra odaya döndüğünde elinde küçük bir tahta parça vardı. “İşte, tablodan geriye kalan da bu parça. Baban da duvardaki lekeyi sorunca bu hikayeyi anlatmıştım. Babanın bu parçayı gördüğü anda yüzünde oluşan ifadeyi unutamıyorum. Ve şu anda senin gözlerinde de aynı ifadeyi görüyorum. Baban çok az konuşan bir insandı ve eminim sen de bir şey söylemeyeceksin; ama ben bu tahta parçanın sizin aileniz için bir anlamı olduğuna inanıyorum. Al onu kızım. Bende değil, sizde durmalı” demişti. Yerinden çıkacakmışçasına atan yüreğinden izin alıp da bir bardak su isteyecek gücü dahi kalmamıştı. Soluk alamadığını hissetmiş, elinin titremesinden tahta parçayı tutması güçleşmişti. Uzaklara gitmişti benliğinde. Annesinin anlattığına göre, önceleri Elolsa Balıkçılık’ta babasının ofis duvarını süsleyen bir ucu kırık tablo, babasının Lerwick’te Ronnie dedesiyle tanıştığı ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Babasının ölümüyle de evlerinin salonuna taşınmış, hiç görmediği babasını yaşatmaya çok istekli olduğu için de annesi evlilik hediyesi olarak ona vermişti. Tablonun kırık köşesini tamir ettirmeyi hiç düşünmemiş; ama neden kırık olduğunu da hep merak etmişti. İşte, Fang’ın eline tutuşturduğu tahta parçayı tanımıştı ama bunun nasıl olabileceğinin cevabını bulamıyordu! Babasının Lerwick’e ilk gidişiyle Hualien’e gelişi, Fang’la tanışması arasında yıllar vardı. Her ne kadar Fang, babasının yüzünde gördüğü ifadeyle onun yüzündeki şaşkın ifadeyi benzetse de babası izlediği yolu ve ipuçlarını daha doğru değerlendirebilmişti.

Eve dönünce kırık parçayla tabloyu günlerce bir araya getirememiş, babasının ne hissedeceğini ve aynı şeyi neden geçmişte onun yapmadığını düşünmüştü. Belki de Fang’ın gerçeği anlayabilmesi ve parçayı kendiliğinden vermesi için böylesine uzun bir zamanın geçmesi gerekiyordu. Annesinin babasından konu açıldığında zaman zaman bahsettiği meşhur zincirin kopuk halkalarından birini onarmış olmalıydı. Annesi ziyaretlerine gelip de tabloyu tam görünce, gerçeği açıklamamış, tamir ettirdiğini söylemişti. Yaşlı kadının gözlerindeki şüpheci ifadeye de aldırış etmemişti. Babasının gizlerini bir bir çözecek; ama bunları zamanı geldiğinde o derin ruha yakışır şekilde açıklayacaktı.

Tekrar cebine koymadan önce Tanrıça Ate’ye baktı, “Senin sırrını da çözeceğim küçük hanım, az kaldı.” diye mırıldandı. Internet check-in yaptırmıştı ve uçuşuna daha bir saatten fazla vardı. Via Cafe’yi gördü. Cafe Latte içsem fena olmaz diye düşündü. Hem Murat’ı da arardı. İstanbul’a dönüşünü beklerken, İzmir’e gidişine bir anlam veremeyecekti; ama sesini de çıkarmayacaktı. Dünyalar tatlısı bir eşi olduğunu düşündü. Babasıyla aynı ismi taşıdığı için mi tatlıydı yoksa kayınvalidesi Melisa ile babası arasındaki hep var olan derin dostluk mu onu bu kadar tatlı yapmıştı. Annesi ve kayınpederi Cem, babasıyla Mel arasındaki dostluğu hep saygıyla izlemişti.

“Şeyy hayatım, kızma; ama ben İzmir’e geçiyorum. Nathy’den bazı bilgiler aldım. Söylediği yerlere mutlaka gitmeli, babamın yaşadıklarını hissetmeliyim. Aslında 21 Temmuz’da gitseymişim daha iyi olurmuş; ama bu sene geçti. Seneye de gününde giderim artık!! Şaka şaka, inan ki bu son! Yarın akşam dönerim aşkım. Seni seviyorum.”

“Aşk ne güzel şey!! Konuşurken gözlerinden saçılan ışıltıyı öyle iyi tanıyorum ki. Sevgilin miydi konuştuğun kızım?”

Yandaki masada oturan kadına döndü. Herhalde altmışlarında olmalıydı. Yer yer beyazlamış saçlarıyla çok hoş görünüyordu. Üzerindeki elbise de onu çok daha genç gösteriyordu. Yüzündeki gülümseme ve gözlerindeki mânâ ise inanılmazdı.

“Bana mı söylediniz teyzecim? Eşimle konuşuyordum. Aslında bu akşam İstanbul’a dönecektim; ama İzmir’e gitmem gerekti.”

“Senin konuşman niye öyle şiveli kızım? Yoksa yabancı mısın?”

“Babam Türk, annem yabancı teyzecim. Türkçeyi burada öğrendim.”

Tekrar önüne döndü; ama kadının gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyordu. Yaşlılar meraklı olurdu. Belki de hayatı tüketmekte olduklarının telaşındandı.

“Ailen de burada mı yaşıyor kızım? Çalışıyor musun?”

Aslında mesleği dinlemeyi gerektiriyordu; ama acaba yaşlanınca ben de böyle çok mu konuşacağım diye geçirdi içinden! Kadına baktı, gözlerindeki sıcaklık itilemeyecek kadar güzeldi. Yakın hissetti kendine.

“İngiltere’de doğdum büyüdüm; ama evlenince İstanbul’a yerleştim. İsmim Eylül. Ben psikoloğum teyzecim. Babamı annem bize hamileyken kaybetmişiz. Bir de ikizim var. Annemle İngiltere’de yaşıyorlar. Neyse, biz babamızı hiç görmedik. Annemle tanışmalarının ve evlenmelerinin yıllar boyu süren gizemli bir öyküsü var. Ben de son 7 aydır o öyküdeki yerleri ziyaret ediyorum, hayatta kalan dostlarıyla konuşuyorum. Bu aynı zamanda doktora tezim olacağı için de eşim anlayışlı davranıyor.”

“Ne güzel bir ismin varmış yavrum. Murat da eşin herhalde. Babana çok üzüldüm. O'nun için yaptıklarını eminim o da görüyordur. Benim de senin yaşlarında bir kızım var. Kemer'de yaşıyor. Ben de onu ziyarete geliyorum ara sıra. Kaç yaşınıza gelirseniz gelin sizler bizim hep minicik bebeklerimiz olarak kalırsınız. Demek ikiz kardeşin var!”

“Evet; ama bir de abimiz var. Aslında üvey abimiz; ama birbirimizi çok severiz. O ve eşi Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Burada, Çağlayan’da oturuyorlar. Sahi, eşiniz gelmiyor mu kızınızı ziyarete?”

Yaşlı kadının aniden gözlerinde beliren nemin nedenini düşünemeden, bakışlarını kaçırışına bir anlam veremedi. Yanlış bir şey mi sormuştu. Belki de eşi ölmüştü!”

“Teyzecim iyi misiniz, sizi üzecek bir şey mi söyledim?”

“Bir şeyim yok kızım, iyiyim. Sözlerinle geçmişime uzandım da biraz. Maziyi anmak bazen acı da olsa güzel aslında. Biliyor musun, bir süre önce terapi seanslarına katılmıştım. Senin gibi cici bir psikolog kızımız vardı yanımızda. Anlatmak, dinlemek, yalnız olmadığımı görmek bana çok iyi geliyordu. Sonra, geçmişi devamlı taze tutmanın ruhumu daha da yorduğunu anladım.”

Kadının ellerinin titrediğini fark etti. Oysa, ruhundaki travmaları ancak anlatarak yenebilirdi. O’nu dinlemek istiyordu; ama düşüneceği onca şey varken ruhunu hüzne siper etmek yapmak isteyeceği en son şeydi.

Yine de, “Teyzecim, biraz daha vaktimiz var. Anlatmak ister misiniz?” derken kahvesinden irice bir yudum aldı.

Gözlerini kırpmadan ona bakıyordu kadın. Belli ki anlatıp anlatmamak arasında gidip geliyordu.

“Kızım gibi bakıyorsun! Belki de bugün seninle karşılaşmamı tanrı istemiştir. Öyle ya, bu kafeye oturmayabilirdin. Kim bilir kendi hastalarından ne hikayeler dinlemişsindir. Bakalım, benim hikayeme ne diyeceksin. Kızımın babasına deliler gibi aşıktım. Harika bir eş, mükemmel bir babaydı. Beni gençliğimde görmeliydin. Erkekler gözünü alamazdı. Beğenilmekten hangi kadın hoşlanmaz. Eşim de çok yakışıklı bir erkekti; ama ben eşime aşıkken bir erkeğe daha aşık oldum! Söyle bakalım güzel kızım: Bir kalp iki aşkı taşır mı? Taşımadı tabi ve ben çocuğumun babasını tercih ederek diğer aşkımı acılara savurdum. O’nu çok özlüyordum; ama aldatılmayı ne eşim ne de kızım hak etmiyordu. Onlara yalan gözlerle bakamıyordum. Ama mutlu sandığım yuvamda da artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. İnsan sevdiğini hayatından çıkarabiliyor; ama kalbinden, benliğinden sökemiyordu. Yıllar böyle geçti ve bir gün eşimi en yakın arkadaşımla yakaladım. Daha da kötüsü: Babasının ihanetini kızım da öğrendi. Ben affetmeye hazırdım aslında. Çünkü bir zamanlar ben de aynısını yapmıştım ve tanrı bana ödeşme fırsatı vermişti. Ama kızım babasını affetmedi ve beni tercihe zorladı. Evladımdan vazgeçemezdim, onu kaybetmeyi göze alamazdım. Neyse, uzun yıllar oluyor boşanalı. Nerededir, öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum.“

“Ne kadar üzüldüm teyzecim. Peki, boşandıktan sonra neden sevdiğiniz diğer erkekle bir araya gelmediniz?”

“Asla kabul etmezdi beni. O’nu terk eden bendim. Hangi yüzle dönecektim ona. Hayatımın en büyük hatasıydı ondan vazgeçmek.”

Çantasından çıkardığı mendille gözlerini silerken ellerinin titremesi artmıştı yaşlı kadının. Yanına gitti, elini omzuna koydu. Aslında sarılmak istiyordu ona.

Sun Express XQ9292 sefer sayılı uçağıyla İzmir’e gidecek sayın yolcularımızın 4 no’lu kapıdan uçağa teşrifleri rica olunur.

“Teyzecim, benim uçağımı anons ediyorlar. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Size kartımı vereyim. İstanbul’a yolunuz düşerse ya da dertleşmek isterseniz, aramaya çekinmeyin lütfen. Sahi, adınız neydi teyzecim?”

“Galiba aynı uçaktayız kızım. Hadi gidelim. Benim adım da Ceyda.”

 

Ref: Ben Olmanın Sonsuzluğunda

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..