Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İstanbul bana dar

İstanbul bana dar
 

Sayın yazarım Ahmet Balcı abim“bırak şiirleri mizah yaz” dedi. O öyle söyleyince şöyle bir kendimi dinledim de, evet yaa ben bayağı bi duygusala bağlamışım...

Okullar tatil oldu ama ben yine de şiirlere biraz ara verip bir teneffüse çıkayım... Teneffüs dedim de sınıfta çocuklar oksijensiz kalıyor, birkaç dakika oksijen alsınlar diye mi teneffüsün adı “teneffüs” acaba? Dahice bir fikir. Kim icad etti ki?

İstanbuuul bana daarrr... Güzel şarkı. Kim söylüyor hatırlamıyorum ama Murat Boz olabilir... belki de uyduruyorumdur. İzmir’de çay bahçesinde karşılaşmıştık onunla. Televizyonda adam resmen devleşiyor ama yakından görünce çok tatlı şirin bir genç...

Dağılıyorum toplayın beni... Ne diyordum?.. Bütün sülale İstanbul’da olunca her an bir sürpriz olabilir... Ablam telefon etti, babam talimat vermiş... Sapanca tarafına gidilip alabalık yenecekmiş. Katılmayan sınıfta kalacakmış... Keyif olur dedik ve bu güzel organizasyona icabet ettik. Niye böyle icaplı micaplı konuşuyosun diye de sormayın... Ne bilim ben!..

Önce bir tesis gezildi görüldü babam bana baktı ve “diğer tarafa gidelim çocuklar rahat oynasın” dedi...

İtirazsız kabul edildi ve diğer tarafa gidildi. Diğer taraf Cansu alabalık tesisleri. Bu Cansu başka Cansu... deresi de var ama bu dere başka dere.

Görevliye ilk sorduğum soru “arkadaşım burada kene var mı?” oldu. Hazırcevap arkadaşım da “varsa da biz uzun süredir buradayız bizi tanıyorlardır” dedi... “E bizi tanımıyorlar ya hoş geldin demeye kalkarlarsa?” diye sorduğumda da merak etmememizi oranın sürekli ilaçlandığını söyledi.

Adamlar hizmette sınır tanımıyor. Alabalık toprak kapta pişirilmiş ve üstündeki kaşar peyniri erimiş. Zahmet eylemeyelim diye de kılçıklarından arındırılmış.

Uğraşmayınca emek vermeyince on parmağımı birden kirletmeyince çatal bıçak usulü balık yemek pek keyifli gelmedi. Düşünün ki salatanın suyuna bile ekmek banamıyorsunuz.

Kavurma, toprak kapta pişirilmiş tereyağlı mantar ve yine toprak kapta pişirilmiş tereyağlı peynir balıktan daha lezzetli geldi bana.

Otantik bir şekilde yine toprak kaplarda su. Ablama “hadi otantik kadın ol, testiden su doldur da resmini çekeyim dedim “bak resmi galerilerine koyarsın gebertirim seni” dedi. Çektim ama yayına veremedim tabi...

Testilerde su bitince gidip çeşmeden buz gibi soğuk su doldurup getiriyorlar. En azından arseniksiz dedim ve kana kana içtim.

Çay deseniz sebildi... İçmedim. Ben sevmem çayı. Ayran içtim bol bol... Balığın yanında zehirlenir miyiz diye de düşündüm... Neyse... Şükür, halâ yaşıyoruz...

Yemek sonrasında annemin zuladan çıkardığı yer fıstığı ve çam fıstığı pek bi makbule geçti.

Karnımız doydu ve gözümüz etrafa bakar oldu... Aman da aman salıncaklar çeşit çeşit... Akşama kadar o salıncak senin bu salıncak benim sallandım. Kaydırağa binemedim... çocuklardan sıra gelmedi... Çoluk çocuk etrafımda çığlık çığlık... beni indiremiyorlar salıncaktan. Babam da “bırakın çocuk oynasın” diyor...

Minik Emir sık sık kafasını uzatıp kulağıma “Hala inelim artık ayıp oluyo çocuklara” dese de “onlar binince de bana ayıp oluyo” dedim ve inmedim salıncaktan.

Buradan önemli bir deneyim kazandım. Uzun süre salıncakta sallanınca mide bu işten rahatsız oluyormuş...

At vardı tur usülü biniyorlardı... Korktum binmedim… Çocuklar önce binecem diye ağlıyor binince de inecem diye ağlıyorlardı.

Balık tutuluyordu ve tutulan balık satılıyordu. Akıllı insanlar... kimse tuttuğu balığı orada bırakmak istemez... alır da, yemezse çöpe atar.

Hamak vardı babam için özel minderler getirildi. Annem de görevli modunda babamı hamakta salladı. Babam bizim keyfimizden ağrılarını biraz unuttu.

Akşam olduğunda kardeşimin evine dönülmeye ve orada çocukların havuza girilmesine karar verildi. Plansız programsız giden ben mayosuzluktan havuzun keyfini yaşayamadım. Hayran hayran izlemekle yetindim.

Bir günü böylece bitirdik. Eve döndüğümde duş alıp kendimi yatağa attım. Şakası yok sabah hocadan önce kalkıp yürüyüşe çıkmalıydım... Saat çalmadan önce uyandım ve yürüyüşe çıktım.

Kaç gündür aklımdaydı. Körfez güzelini arayıp martıların sesini dinletip “İzmir yalan, bırak gel şurda birlikte yürüyüş yapalım” diyecektim ama o saatte rahatsız etmek istemediğim için aramadım.

Yürüyüşten döndüm tam kahvaltımı bitirdim neskafemi yaptım ki telefonum çaldı arayan Körfez güzeli. Uzun uzun konuştuk hasret giderdik. Ya da en azından gidermeye çalıştık... Kışın İstanbul’a geleceğini söylüyor. Burada okul arkadaşları varmış.

“Ne o, bütün kızlar toplanıp matematik problemi mi çözeceksiniz” diye sordum. “ Yok kız ne matematiği... yoksa sen eski arkadaşlarınla buluşunca ders mi çalışıyorsun” diye sordu. “Yok ben bütün eski arkadaşları sildim, hayatımda yeni beyaz bir sayfa açtım“ dedim.

“Sen beni de silersin” diye dertlendi... Hadi hadi silmem... kış olsun da gel dedim. Ama “neden kış?” diye de sormadım. Körfez güzeli bu... Çarşamba günleri de çaydan başka bişey içmezdi. Hadi bişeyler içelim dediğimde “olmaz bugün Çarşamba” derdi...

Onu anlamaya çalışmak kadar saçma birşey olmayacağını bildiğim için hiç anlamaya çalışmadım. O diyorsa doğrudur...

Kışı bekliyorum. Arkadaş önce gönlünü hazırlasın sonra Çarşamba geçsin kış gelsin gelir umarım...

:) İyi bayramlar...

http://www.esmakahraman.com/istanbul-bana-dar/

 
Toplam blog
: 1929
: 661
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

  Hayatı ciddiye almam, emeği çok ciddiye alırım. Dünyanın en vazgeçilmez üçlüsü; çocuklar, çiçek..