Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İstanbul'da "Şaşkın Ördek Sendromu"

İstanbul'da "Şaşkın Ördek Sendromu"
 

Üniversiteyi kazanana kadar; yüz bin nüfuslu, büyük bir Anadolu ilçesinde, doğduğum kentte yaşadım. Hacettepe Üniversitesi'ne kaydolmamla birlikte baba ocağından ve ana sıcağından ayrı yaşadığım günlerim başladı. Tam on yedi yıldır kendi bacağımdan asılıyorum bir başka deyişle. Bu on yedi senenin; altısı Ankara'da, bir yılı İstanbul'da, son on senesi ise İzmir'de geçti.


Ankara, öğrencilik ve toz pembe yıllarımı; İstanbul, genelde sıkıntı ve zorluğu; İzmir ise huzur, dinginlik, mutluluk ve kendimi bulmuşluğumu ifade ediyor benim için.


İstanbul'da, yaklaşık bir senemi geçirdiğim bu "büyük" şehirde; çok uzun yıllar içinde öğrenemeyeceklerimi, alamayacağım dersleri ve olgunlaşma sürecimi yaşadım. Bunları, önümüzdeki zamanlarda yayınlayacağım birkaç yazımda, sizlerle paylaşacağım. Bu yazımın konusu ise daha sevimli. Ve benim koyduğum isim ile "şaşkın ördek sendromu” işte huzurlarınızda...


Birazdan anlatacağım anlamda bir ruhsal sıkıntı ve rahatsızlık durumu, bugüne kadar psikoloji biliminin dikkatini çekmiş midir, kafa yorup, konuyla ilgili ciltler yazmışlar mıdır bilemiyorum. Ancak bildiğim şudur ki ben bu işten, kısa bir dönem, ciddi anlamda sıkıntı yaşadım.


Doğduğum kentte bir, büyük şehir karmaşası yoktu doğal olarak. Toplu taşıma araçları, otobüs-dolmuş durakları genelde sakin olurdu. Metroymuş, şehir hatları vapuruymuş, arabalı feribotmuş zaten hak getireydi. Kente liman yapmak için söz verebilecek siyasilerimiz muhakkak bizim de vardı ama denizi getirmek meseleydi, Toros’ların kuzey eteklerine.


Ankara’da yaşamaya başlayınca; otobüs-dolmuş, hayatımızın en önemli unsurlarından biri haline geldi. Ankara Metrosu’na ben yetişemedim. Ha bir de Beytepe Kampusu’na sefer yapan, üniversitenin özel anlaşmalı servis araçları.


Milli Kütüphane’nin önündeki Bahçeli Son Durak, Kızılay’da Milli Eğitim Bakanlığı’nın önündeki durak, Maltepe’de Camiin hem aşağısındaki nokta durağı, 100.Yıl Sitesi’nde Tekel Bayi Şeref’in önündeki durak, Kızılay Güvenpark’ın yanındaki duraklar, Sıhhiye Köprüsü’nün altındaki ve üstündeki duraklarda ne çok otobüs-dolmuş bekledim. Ve sırayla, medenice, özel aracıma binerken ki rahatlığımla otobüse bindim.


Ankara’da, bir durağa gittiğinizde, şayet orada bekleyen bir kişi varsa, siz ikinci kişi olarak onun arkasında sıraya girersiniz. Sizden sonra gelenler de sizin ardınızda. Ve kesinlikle, gelen toplu taşıma aracına, oradaki sıraya riayet edilerek binilir. Kimse birbirine omuz atmak, çelme takmak, vücut çalımları yapmak durumunda hissetmez kendisini. Böyle gördük, böyle yaşadık ve böyle alıştık orada.


Mezun olduktan sonra, kesinlikle devlet sektöründe bir iş düşünmediğim için istemeyerek de olsa Ankara’dan ayrılmak zorunda kaldım. Özel sektörün kalbinin attığı yer olan İstanbul’a taşındım. Bir süre sonra da, halen çalışmakta olduğum grubun İstanbul operasyonlarından birinde işe başladım.


İstanbul’daki ilk aylarım gerçekten de çok komikti. Bu toplu taşma konuları açısından yani. Alışmış olduğum, Ankara’nın o bürokratik ve biraz da aristokrat havasının etkisiyle; İstanbul keşmekeşinde, duraklarda dakikalarımı kaybettim. Resmen otobüse, dolmuşa binemiyordum.


Durakta araç bekliyordum. Bir anda durak, onlarca kişinin gelmesiyle doluveriyordu. Sıra-mıra hak getire tabi. İnsanların, araca önce binebilmek, dışarıda kalmamak, belki bir saat sürecek sıkıntılı yolculuğu en azından oturarak yapabilmek adına, birbirlerini kolladıklarını, avami tabirle yanındakileri göz ucuyla kestiklerini, pozisyon aldıklarını gözlemliyordum.


Ve otobüs ya da dolmuş görününce hareketlenme başlıyor, kaldırımdan yola ataklar yapılmaya, belli-belirsiz vücut çalımları ve omuz atmalar yaşanmaya başlıyordu. Aracın yanaşıp, kapısını açmasıyla da büyük mücadele.


Vallahi Bedrin arslanları o kadar şanlı ve mücadeleci idi. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk hiç farketmeksizin, müthiş bir antrenman avantajı, kondisyon ve teknik üstünlükle, kana kan, dişe diş bir mücadelenin sonrasında kendilerini araçlara atıyorlar, ben garip ise kibarlık ve medenilik gösterileri içinde sıramı beklerken dışarıda kalıyordum. Sonra da gülüyordum tabi bu durumuma.


Bastonu, Halkalı-Sirkeci banliyösünün kapısına sıkışan yaşlı dedelerim, içinde tansiyon ve şeker ilaçlarından başka bir şey olmayan ucuz çantasını, belediye otobüsünün çift kanatlı kapısının dışında bırakmak zorunda kalan nur yüzlü teyzelerim, bir bacakları dışarıda seyahat eden bitirim delikanlılarım ve otobüsteki aşırı insan yoğunluğunu, sapkın ve bastırılmış cinsel açlıklarının, hasbelkader doyum mekanizması şekline dönüştürmüş sözde delikanlılarım ile sağını-solunu, önünü-ardını kollamaktan yorulan genç kızlarım.


Dakikalarca duraklarında beklediğim ve bir türlü binemediğim otobüs ve dolmuşların pencerelerinden, aşağıdan, dışarıdan sizleri seyrediyordum. Gülüyordum ama neye gülüyordum ben de bilmiyordum.


Galiba bu bir sendromdu. Evet evet sendromdu bu. Pazartesi sendromu, cart sendromu, curt sendromu. Bu da “şaşkın ördek sendromu” idi. Belki de yeryüzünde bu rahatsızlığa bir tek ben yakalandım. Belki de benim gibi kader mahkumlarının sayısı tahminimden de çoktu. Bunu o zaman bilebilmem mümkün değildi. Ben daha dolmuşa bile binemiyordum ki böyle önemli bir meseleyi bilebileyim...

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..