Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Haziran '07

 
Kategori
Sanat Tarihi
 

İstanbul'da Bizans

İstanbul'da Bizans
 

Bugün Bizans diye andığımız bir imparatorluk tarihte hiçbir zaman olmamıştır. Ancak, İstanbul'un ilk adlarından biri olan Byzantion'dan böyle söz edilmişse de bu adın yalnız İstanbul için kullanıldığı, imparatorluğun genel adına takılmadığını biliyoruz.

Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu İ.S.395 yılında ikiye bölünmüştür. Fakat bundan önceki gelişen olaylar Roma İmparatorluğu'nun adım adım ikiye bölüneceğinin haberini de veriyordu. Örneğin, Constantinus'un Hıristiyanlığa verdiği önem ve 313 tarihindeki Milano Fermanı ile bu dine tanınan yasal edinimler Roma'yı rahatsız etmişti. Çünkü onlar hâlâ pagan dinlere inanıyorlardı.

Constantinus ise kendini Doğu'ya çekiyor ve burada yeni bir din, yeni başkent oluşturmaya başlıyordu. Aslında bunun bir diğer nedeni de, Roma İmparatorluğu'nun bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle korunaksız olması ve sık sık barbarların saldırısına uğramasıydı. Bu coğrafi konumun riskli durumu aslında daha önce de gündeme gelmiş Diocletianus (285-305) İmparatorluğun başkentinin Doğu'ya taşınmasını önermişti. Onun düşüncesinde İstanbul olmamakla birlikte, Nikomedia, Thessalonike ve Antiokheia yani, İzmit, Selanik, Antakya vardı. Bu bölgeler daha güvenli kabul ediliyordu. Fakat, Constantinus'a kadar bunu gerçekleştiren imparator olmamıştır. Constantinus, Byzantion'u en güvenilir ve doğal korunaklı olarak görmüş ve bu görüşünün ne kadar doğru olduğunu da, Batı'nın barbarlar tarafından yıkılmasından sonra bin yıl ayakta kalmasıyla adeta kanıtlamıştır.

Roma İmparatorluğu, 395 yılında ikiye bölünene kadar İstanbul Roma'nın başkentiydi. Bu sırada İmparator Maximianus (286-305) ile başlayan saltanatlara sırasıyla; Galerius, I. ve II.Constantinus, II.Constantius, Julianus, Jovianus, I. Valentinianus, Valens ve Büyük Theodisius (378-395) gelmişlerdir. Durumu net ve anlaşılır kılmak İstanbul'un tarihini anlamak için Roma'nın başkenti olan İstanbul'un imparatorlarını böylece sıraladıktan sonra, 395 yılında Roma İmparatorluğu'nun resmen ikiye ayrıldığını anımsayalım. Bu tarihten sonra artık bir Batı Roma İmparatorluğu vardır, bir de Doğu Roma İmparatorluğu. 19. Yüzyıl tarihçilerinin Bizans dediği bu Doğu Roma İmparatorluğu'na da 395 tarihinden 1453 tarihine kadar 77 imparator gelmiştir. Bin yılı aşkın çok geniş topraklarda egemenliğini sürdüren Bizans İmparatorluğu, bilindiği gibi 4.Haçlı Seferleri sırasında yaklaşık altmış yıllık bir kesintiye uğramış ve Lâtinler İstanbul'u 1204-1261 tarihlerine kadar ellerinde tutmuşlar ve kenti yakıp, yıkmışlar, yağmalamışlardır. Ancak, 1261 yılından sonra kent yeniden Bizanslıların eline geçmiş, toparlanması ise oldukça zor olmuştur.

Şimdi, içinde yaşadığımız İstanbul kentinin önemini anlamak için ve ona saygı göstermemiz için bir kez daha yineleyelim: İstanbul'un Roma'ya Başkentlik ettiği tarih 286 ile 395 yılları arasındadır, bu dönemde on Roma imparatoru gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu'na yani Bizans'a başkentlik ettiği tarih 395 ile 1203 tarihleri arasındadır ki bu döneme de 66 Bizans İmparatoru gelmiştir. 1204 ile 1261 yılları arasında 4.Haçlı Seferi'nin düzenleyicileri olan Lâtinlerin işgaline uğrayan İstanbul'a 5 Latin imparatoru gelmiştir. 1261'den sonra yeniden Bizans'ın eline geçen İstanbul'a 1453 yılına kadar 11 Bizans imparatoru gelmiştir. Sonra da bilindiği gibi Osmanlı'nın eline geçen kent bu imparatorluğa başkentlik etmiş ve bu dönemde de 31 padişah İstanbul'da hüküm sürmüştür. (Hüküm süren son Osmanlı padişah değil, sadece halifedir. II. Abdülmecit Ankara hükümeti tarafından seçilmiştir. 1922-1924 yılları arasında Atatürk'ün bir siyasi hamlesi olarak halife kalmıştır.)

Şu an topraklarını çiğnediğimiz İstanbul kenti 1600 yılı aşkın bir süre üç büyük uygarlığa başkentlik etmiş bir kenttir. Bugün içine düştüğü içler acısı duruma bakıp üzülmemek elde değildir. Fakat ne yazık ki, eğitimden yoksun bir toplum olduğumuzdan ve okuma denen şeyi insan yaşamında en büyük angarya olduğunu kabul ettiğimizden, hiçbir şeyi bildiğimiz yok. Bu yazıyı bile sıkılmadan okuyacak kişilerin iki elin parmak sayılarını geçmeyeceğinden eminim. Ama, konunun başlığında "aşk, sevgi" gibi sözler geçip, içeriği de artık Reşat Nuri'lerin romanlarında kalmış, son örneklerine Ahmet Altan'ın sıradan romanlarında rastladığımız, yarım kalmış eğitim acılarının ve yarım kalmış aşkların ızdıraplı anlatımları olsaydı, bu tür yazı ve edebiyat ürünlerini arayan bir çok okur balıklama yazıya atlar ve hatta "şahane" diye yorumlar da getirirlerdi. Bu yazı elbette onları açmaz. Bu yazı İstanbul'a aşık olanları, kültüre aşık olanları, sanata aşık olanları ilgilendirir. Gerisi de sıkıcı bulup kaçar.

Bu kadar uzun bir girişten sonra gelelim bana bu uzun girişi yaptıran gerçek konuya. Konumuz anlaşıldığı gibi İstanbul'daki Bizans sanatı.

Bizans sanatının İstanbul ayağı hem sanat tarihi açısından hem de döneminde Bizans için önemlidir. Çünkü, İstanbul başkenttir. Bu kentin başkent oluşu, bu kentte oluşturulan sanatın da görkemli olmasını sağlamıştır. İstanbul dışında kalan ve Bizans'ın eyaletleri sayılan topraklarda yaratılmış eserlerde ise aynı görkemi göremeyiz. Ayrıca eyaletlerde dini konuların daha çok işlendiğini de görürüz.

Bizans sanat kalıntılarının günümüze gelmiş bazı örnekleri olmakla birlikte, yok olanların sayısı ne yazık ki daha fazladır. Biz bunları araştırırken kolaylık sağlasın diye; dini ve sivil yapılar olarak ayırısak işimiz kolaylaşır ve öğrenmemiz çabuklaşır.

Dini yapılara örnek verecek olursak, Studios Manastırı (461), Sergios ve Bakkhos Kilisesi (526-530), Ayasofya (532-537), Kalenderhane Camisi, Bodrum Camisi, Lips Manastır Kilisesi, Vefa Kilise Camisi, Pantepoptes Manastır Kilisesi, Zeyrek Kilise Camisi, Fenari İsa Camisi, Fethiye Camisi gibi eserler bugün de ayakta durmakta ve çoğu camiye dönüştürüldüğünden içlerinde ibadet edilmektedir.

Bizans'ın dini yapılarında konularını Hıristiyan dininden alma bir çok mozaik, fresk ve ikonlara rastlarız. Bunların dini yapılardaki yapılışları belli bir düzen içindedir ve kurallara bağlıdır. Dini yapıların mimari biçimleri de kendinden sonra gelen bir çok mimarı etkilemiştir. Örneğin kubbelerin kullanılması, mekanların sütunlarla neflere ayrılması, dışardan gelecek olan ışığın en uygun biçimde içeriye yansıtılması, bazilikal plan tiplerinden başka arayışlara girerek, Yunan hacı denilen plan şekillerinin denenmesi Bizans sanatına yeni açılımlar kazandırmıştır. Bunun yanında kilise mimarisin özü de fresk ve mozaiklerin rastgele olmadığı gibi rastgele değildir. Her yapılanın bir amacı vardır. Örneğin: Kubbe gökyüzünü anımsatır. Bildiğiniz gibi kubbenin kare mekana oturtulması mimarların hiç de kolay bulduğu bir çözüm değildir. Ama, sonunda yuvarlak kubbeden, kare mekana geçişi sağlayan pandantif ve kemerler bulunmuştur. Bizans sanatında bunların da bir anlamı vardır ki, kubbe yani gökyüzü ile yeryüzünü sembolik olarak birbirlerine bağlar.

Sivil yapılardan en ilgi çekicileri sarnıçlardır. Sarnıçlar kentin su gereksinimlerini karşılarken, aynı zamanda sulama işlerini de görürlerdi. Sultan Selim Camisi havuzu, Bugün Vefa stadı olarak kullanılan ve aslında bir sarnıç olan Karagümrük Çukur Bostanı, Bakırköy'deki Fildamı sarnıçları bugün hâlâ görülebilir.

Ayrıca yine din dışı yapılara örnek olarak, Sultan Ahmet Meydanı'na gittğinizde gördüğünüz pembe granitten yapılmış olan tek parça taş, Mısır'dan getirtilmiş olup yaklaşık 3600 yaşındadır. Yani o taşa baktığınızda 3600 yıllık bir tarihe baktığınızı unutmayın ve o taşın neler görüp geçirdiğini bir düşünün. Bu taş 390 yılında İstanbul'a getirilmiş ve dikilmiştir. Dikilmesinin 32 gün sürdüğü aşağıdaki kaidesinde yazılıdır. Yine aynı yerde bir de Yılanlı Sütun gömrürsünüz ki o da 4.yy'dan günümüze armağandır. Aslında üç yılanın taşıdığı bir de altın kazanı olduğu söylenmektedir. Bir başka dikilitaş da onların yanındadır, onun da madeni plakaları günümüze gelmemiştir.

Diğer yandan, Gülhane parkına gittiğinizde Gotlar Sütununu, Beyazıt'ta Çemberlitaş'ı, Yine Beyazıt üniversitenin karşısında kaldırımlarda duran Zafer Takının parçalarını, Fatih'de Kız Taşını, Ceerahpaşa'da Arkadius Sütununu, Haliç'i ve İstanbul'u içine alan surları, Tekfur Sarayı'nı gezip görebilir ve İstanbul'da bin yıl egemenlik sürmüş ve Ortaçağa damgasını vurmuş böyle bir uygarlığı yakından tanımış olur ve ona dost da oluruz.

Bizler İstanbul denen kentin en kötü dönemimde yaşamaktayız. Bu kentin bugünkü durumuna pembe gözlüklerle bakıp "Eskiden de böyleymiş" diyen bazı aydınlara rastlıyorum. Ancak, okuduğum bir çok gezgin anıları, gördüğüm birçok gravür bunu doğrulamıyor. Geçmişinde üç büyük uygarlığa başkentlik etmiş böyle bir kentin bugün geldiği nokta böyle olmamalıydı. "Hangi açıdan" derseniz, bir kez bizler tarihi dokunun yalnızca suriçi bölgesinde korunması gerektiğini bilmeyen insanlarız. Bu nedenle de tarihi suriçini hiçbir korumaya almadan yok ettik. Yetmiyormuş gibi üzerinden bir de tramvay geçirdik. Sonra insanıkızı eğitimedik, insanımız da kendini eğitemedi. İstanbul kentinin önemini hiç kimseye anlatamadık. Düzeltiyoruz, güzelleştiriyoruz diye, restorasyon yapmak işimize gelmediğinden, ne kadar tarihi yapı varsa yıktık geçtik ve Haliç'i kurtardığımızı sandık.

Bilmem hangi ormanda, hangi piknik alanında mangal yapacağımıza; adalara göçmen akımı gibi akacağımıza, erkek erkeğe kahvelerde pişti oynayacağımıza, çıkıp İstanbul'u tanısak; Roma, Bizans, Osmanlı eserleriyle tanışsak daha iyi olmaz mı?

O zaman belki İstanbul'a eziyet etmeye acırız.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..