Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '07

 
Kategori
Kent Tarihi
 

İstanbul'dan azınlıkların kaçış nedenleri

İstanbul'dan azınlıkların kaçış nedenleri
 

1955 yılının 6-7 Eylül'ünde unutulmaz olaylar yaşanmıştır. Önce radyolardan bir haber okunmuştur. Okunan habere göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün, Selânik'teki evine bomba atılmıştır. Bu haberi duyan yazılı basın, derhal yıldırım baskılar çıkararak olayı bütün dünyaya duyurmuştur. Haber, Türkiye'de ve özellikle İstanbul'da büyük bir tepkiyle karşılanmıştır.

Tepki, İstanbul'da bazı gençlik guruplarının toplanmasıyla başlamıştır. 6 Eylül'ün akşamı ise olaylar başlamıştır. Gündüzden toplanan gençler, belirledikleri azınlık evlerine, işyerlerine, mezarlıklarına, ibadethanelerine saldırmışlardır. İşyerlerinin camları kırılmış, dükkanlardaki mallar yağmalanmıştır. Azınlıkların ve özellikle "Rum" kökenli vatandaşlarımızın evlerine giren gençler, evdeki bütün eşyaları sokaklara atmışlardır.

Olayları durdurabilmek için, Türkiye radyolarında "Atatürk'ün evine bomba atanlar öldürülmüştür" diye haberler okunsa da, hiç bir işe yaramamıştır. 6 Eylül 1955 tarihinde başlayan olaylar, 7 Eylül 1955 tarihinde, yaklaşık dokuz-on saat sürerek bitmiştir. Bu olaylarda çoğu "Rum" yirmiye yakın vatandaşımız yaşamını yitirmiştir. Olayların ardından, İstanbul'un azınlık mahalleleri savaş alanına dönmüştür. Azınlıkların zararı çok büyük olmuştur. Ancak, Türkiye hükümeti, hasarını tespit ettirene gereken tazminatı vermiştir.

Adnan Menderes hükümeti, aralarında Aziz Nesin ve Kemal Tahir'in de olduğu bir kısım solcu yazarı "kışkırtıcı ajan" olarak suçlamıştır. Ancak ne var ki, aynı Adnan Menderes, İmralı yargılamalarında, bu olayların bir provokasyon olduğunu kabul etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihte, yani 1923 yılında İstanbul'da 110 000 Rum olduğu tespit edilmiştir. 6-7 Eylül 1955 olayları, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1980 yılına kadar Türkiye'de yaşanan anarşi ve terör ortamı nedeniyle özellikle başta Rumlar olmak üzere, bütün azınlıklar ülkemizi terk etmişlerdir. 1923 yılında 110 000 olan Rum sayısı, bugün 2000 cıvarındadır.

Aynı durum Yahudiler için de geçerlidir. Yaşanan çok değişik gelişmeler nedeniyle Yahudi kökenli vatandaşlarımız da, ya İsrail'e, ya da Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmek zorunda bırakılmıştır.

Bunlar, elbette görünen nedenlerdir. Ancak, bir de görünmeyen nedenler vardır ki, bu nedenlerden dolayı İstanbul'un gerçek sahipleri kentlerini terk etmek zorunda kalmıştır.

Özellikle 1950 seçimlerinden sonra iktidarı ele alan Demokrat Parti, İstanbul'a göçü teşvik edici bir takım kararlar almıştır. Zaten İstanbul nüfusu da 1950'den sonra büyük bir hızla artmaya başlamış ve bugüne kadar da artmaya devam etmiştir.

Bilindiği gibi İstanbul çok eski kültürlere başkentlik etmiş bir kenttir. Bu özelliği ile ülkenin en okumuş, en görgülü, en aristokrat, en zengin, en kibar insanları topluluğunu içinde barındırmıştır. Bu Türkiye kültürü için çok önemli bir özelliktir. Çünkü sanat ve sanatçılar İstanbul'da kendilerini göstermeye başlamışlardır. Kitabı, gazetesi, dergisi bu kentte basılır olmuştur. Konuşulan en güzel Türkçe bu kentten doğmuştur. Bugün bile "İstanbul Türkçesi"nin ayrı bir özelliği ve uyumu vardır.

İşte bütün bu kültürel oluşumlar bir de İstanbul tiplerini ortaya çıkarmıştır ki, bunlar "İstanbul Beyfendisi" ve "İstanbul Hanımefendisi"dir. 1950 öncesi nüfusunun 1 000 000'nu aşmadığını bildiğimiz İstanbul'da, tam anlamıyla örnek bir Türk insan tipi yetişmiştir. Giyimiyle tam bir Batılı olan bu insanlar topluluğunda kadınlar çok şık döpiyes ve başlarında giysilerine uygun şapkayla dolaşırlarken; erkekler de takım elbise giyerler ve kıravat takarlardı. Kadınların ince topuklu narin ayakkabıları giysileriyle son derece uyum sağlardı. Erkeklerin her zaman boyalı ayakkabılarının yanında, giysilerini tamamlayan en önemli aksesuarları, kol düğmeleri ve kıravat tokalarıydı. Erkek, tanıdığı bir bayana yolda rastlarsa, hafifce öne eğilir, başındaki şapkasını çıkararak selam verirdi. Bayan da hafif bir tebessümle selamı olarak yanıt verirdi. Eğer, yolda tanıdığı bir erkeğe rastlarsa erkekler, bu kez ikiside şapkalarını hafifce başlarından çıkarır ve birbirlerini selamlardılar.

İstanbul mahallelerinde zaten herkes birbirini tanırdı. Komşular arasında "kaç-göç" olmazdı, çünkü herkes birbirine güvenirdi. İnsanlar önce kendi namusuna güvendikleri için, komşusunun namusuna da asla zarar getirecek davranışta bulunmazdı. Erkekler hanımlarına, hanımlar da erkeklerine güvenirlerdi. Bu nedenle haremlik-selamlık yaşanmazdı.

Bir mendil kültürü bile vardı. Günümüzde tarih olmuş kumaş mendil her erkeğin pantolan arka cebinde mutlaka bulunurdu. Henüz kâğıt mendil "icat" edilmediğinden bu kumaş mendiller zaman zaman havlu görevini de yapıyordu.

İşte İstanbul'da, İstanbullu, İstanbullu gibi yaşarken nüfus 900 000 cıvarındaydı. Ve bu nüfusun büyük bir olasılıkla 100 000'i Rum, Yahudi, Ermeniydi. Herkes birbirinin komşusu olmuş, kimse kimsenin hangi dinden, ırktan olduğuna aldırış bile etmiyordu. Ta ki 6 Eylül 1955 tarihindeki Atatürk'ün evi bombalandı haberine kadar.

1950 seçimleriden sonra büyük bir hızla Anadolu'dan İstanbul'a göç başladı. Çünkü, İstanbul'da çok büyük inşaat çalışmaları başlatılmıştı. Yeni yollar yapılıyor, yollar yapılırken bir çok bina istimlak ediliyordu. İki üç katlı evler yıkılmaya başlanmıştı. Bunların yerine daha çok katlı apartmanlar yapılmaya başlanmıştı. Bu büyük değişimden yararlanmak isteyen Anadolu insanı İstanbul'u Fatih Sultan Mehmet'ten sonra ikinci kez ele geçiriyordu. Ancak, gelenlerin İstanbullularla uyum sağlaması hiç bir koşulda olası değildi. Böylece, daha 6-7 Eylül ve 1974 Kıbrıs Harekâtı'na gelmeden önce İstanbul'un gerçek sahipleri, kentlerini terk etmeye başlamışlardı zaten. Bu kenti terk edenler, İstanbul'un yerlileriydi ve azınlıklarıydı.

Nitekim, azınlıkların elinde olan ticaret yolları ve diğer varlıkları, İsmet Paşa'nın "Varlık Vergisi" nedeniyle Anadolu'dan İstanbul'a göç eden insanların eline geçmeye başladı. Azınlıklar Aşkale'ye sürgüne gönderilirken, İstanbul kenti Anadoluluların eline geçiyordu. Böylece İstanbul bugün bile belini doğrultamayacak bir yozlaşmanın içine düşüyordu. Çünkü, İstanbul'un yeni sahiplerinde okuma-yazma yoktu. Giyim-kuşam rastgeleydi. Konuşma zor anlaşılır bir Türkçeydi. Ama, yeni sahiplerde tek şey vardı, o da kurnazlık. Kurnazlığı yaratan elbette "sıkılmazlık"tı. Çünkü, eski İstanbulluların çok büyük utanç saydıkları bir çok şey, Anadolu'dan gelenler için hiç de ayıp sayılmıyordu. Ki bunlar yalvar-yakar borç para istemeler, sabahtan akşama kadar hamallık yaparak, yemeden içmeden para biriktirmeler, eve benzemeyen yerlerde ailece kalmalar... Bunlar ve bunlar gibi daha nice "sıkılmazlıklar" yeni İstanbullulara bol kazandırırken, 6-7 Eylül olaylarından sonra tamamen ticareti de ellerine geçirdiler. Böylece İstanbul'un tüm özelliklerini taşıyan "beyfendi" ve "hanımefendiler" İstanbul'u terk ettiler.

İstanbul'a sonradan gelen ve bütün İstanbul'u ele geçiren Anadolu insanı, ne yazık ki yeni kuşaklarıyla, bugün bile İstanbul'a uyum sağlamış değil.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, elbette Varlık Vergisi'nin, 6-7 Eylül Olayları'nın ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nın azınlıkların İstanbul'dan ve Türkiye'den kaçmasına neden olmuşdur. Ancak, o sırada yani, 1950'ye kadar, 800 000 olan gerçek İstanbul yerlisine ne olmuştu? İşte azınlıkların ve gerçek İstanbulluların kentlerini terk etmelerinin en büyük nedeni Anadolu'dan gelen insanlarla her türlü uyumun sağlanamamasıdır.

Bugünü kadar bunu söyleyemiyorduk, ama, artık söylememiz gerekiyor. Elbette bunu söylememiş hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Ama, hiç değilse tarih bilimine doğruları yazma olanağını vermiş oluruz. Gelecekte, Anadolu'dan İstanbul'a gelerek, İstanbul'un yerlilerini kovanların, atalarının olduğunu genç kuşaklar öğrenir. Öğrenirler de belki "İstanbullu" olmaya çalışırlar.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..