Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '16

 
Kategori
İstanbul
 

İstanbul'dan nefret ediyorum!

İstanbul'dan nefret ediyorum!
 

İstanbul’dan artık nefret ediyorum! Neden mi? Doğup büyüdüğüm, uğruna savaşlar verilen, bir çağ açıp, diğerini kapatan İstanbul artık o bildiğimiz İstanbulluktan çoktan çıktı da ondan.

Artık eskisi gibi rahat rahat dolaşamıyorum örneğin. O çok sevdiğim Kadıköy Moda’da bile kolumu sallasam birine çarpıyorum. Sabahın erken saatlerinde, hafta sonu evimden çıkıp, bir coşkuyla Moda’ya giderdim eskiden. Moda’daki çay bahçelerine doğru yürürken bir simit alırdım, çayıma katık olsun diye. Üstelik bir de gazete ve karikatür dergisi de alırdım ki, otururken canım sıkılmasın, dalar okurum mis gibi ağaların gölgesinde. Ama artık nefret ediyorum Kadıköy’e gitmekten ve oradan Moda’ya yürümekten. Çünkü elimi kolumu sallayamayacak kadar kalabalık sokaklar.

O kadar kalabalık ki, nefes bile alamıyorum. O kadar kalabalık ki, kaldırımlarında yürüyemiyorum. O kadar, o kadar kalabalık ki, çay bahçelerinde bile rahatça oturup iki sayfa gazetemi okuyamıyorum.

Yozlaştı İstanbul! Başımı nereye çevirsem bir AVM. Evden işe, işten eve 6 km lik yolu sabah 2, akşam 2,5 saatte gidip geliyorum. Bazı günler öyle bir hâl alıyor ki trafik, akşam18.00’de çıktığım yolu, 23.00’de bitiriyorum! Neden diyorum ya, neden?

Ben otobüs içinde ya ayakta, ya da şansıma yer bulabilirsem oturarak 1 saat boyunca bir ışıkta, hiç bir gıdım ilerleyemeden durmaktan bıktım artık. Akşam eve yorgun argın dönerken, bir an önce odama girip üstümü başımı değiştirmek, banyomu yapmak ve kitap okumak istiyorum. Ama "Hiç öyle bir plan kurma!" diyor trafik bana. Anadolu yakaksındasın yahu, evinle işin arasında 6 km lik bir mesafe var. Şuradan şurası diyorum. Sabırlardan sabır dileniyorum Allah’tan ama yok! Yollar şantiye alanı. Her yerde inşaatlar, her yerden hafriyat kamyonları çıkıyor. Alabildiğine pervasızca, son süratle önümüzden gidip geliyorlar. Ama biz otobüsün içinde, yüzlerce insanın nefesleri arasında kalp krizi geçirmemek için dişlerimizi sıkıyoruz.

Sancaktepe’den Kadıköy kaç saat sürer biliyor musunuz? Ben biliyorum, size söyliyeyim mi? 3,5 saat!

Anadolu Yakasının meşhur (500 T’den sonra) en uzun seferli otobüsüne (ki bu 19 S oluyor) biniyorsunuz. Ve 3,5 saat sonra Kadıköy'de oluyorsunuz. Saatin hiç önemi yok demeyin, çok önemi var. Bakın olaylar nasıl gelişiyor size anlatayım.

Arkadaşlarımla sözleştik. Adana’dan bir arkadaşımız gelmiş, onunla buluşup hasret gidereceğiz, sohbet edip iki çay içeceğiz. Sen misin bunu planlayan! Aman efendim, biz İstanbul’dan izin aldık mı ki plan yapalım değil mi? Saat 18.00’de işten çıktım. Otobüs 18.12’de geldi. Bastık gidiyoruz, Anadolu Yakasının Dudullu bölgesindeki meşhur İMES Organize Sanayii’ye geldik mi? Geldiiiik... Eee şimdi ne olacak? Trafik felç mi, hayır, trafik ölmüş ölmüş! Felç olsa bir çeşit hayat belirtisi olur değil mi? Bunda o da yok. Haa, bir de günlerden Cuma ise ve iş çıkışı malûmunuz. Sen plan mı yapmıştın bacım? Allah kahretsin ki evet!

Orada en az 1 saat beklersin. Ha, şunu unutmayayım. Eğer otobüs şoförü azıcık insaflıysa, Modoko’nun ara sokaklarına dalar. Yok, otobüs şoförünüz keçi gibi inatçıysa zaten bırak arkadaşlarınızla buluşmayı, eve gidiş saati 23.00, onu kafana sok!

IMES’i 1 saat bitiminde hafif kalp spazmlarıyla ve bolca küfürle geçtiniz mi? Duuurr, daha bu bir şey değil. İkinci dalga şoku geliyor demektir. Sonra Kayışdağı mevkiine girer otobüs. Ağır aksak, aradan beriden bir şekilde ufak ufak ilerlemeye başlar. Sonra ilahi bir el değer ve trafik yeniden ölür. Ruhuna el Fatiha. Burası da, Brandium’un başlangıç noktasıyla, İçerenköy dönel kavşağı arasında kalan yaklaşık 2 km’lik bir mesafe. Burada da 1 ila 1,5 saat boyunca demir atarsın. İçerden homurtular yükselmeye başlar. İlerleyen dakikalarda bebek ağlamaları duyulur ve o ağlama artık boğulma noktasına kadar ilerler. İçimden “Cankurtaran yok muuuuu!” diye hönküresim gelir. Çocuğun sesi göğün 7. katına kadar çıkarken, ben müziğin sesini sonuna kadar açarım.

Bu esnada otobüsün içinde ayakta duranların belleri, boyunları ve ayakları ağrımaya başlar. Gözler hafiften aşağıya doğru kaymaya, omuzlarını ve boyunlarını sağa sola çevirip esnetme hareketleri yapmaya, bacak eğzersizleri yapmaya başlarlar. Oturanlarsa, sanki babalarının çifliğindelermiş gibi iyice yaylana yaylana otururlar. Bazıları olayı abartıp kollarını bacaklarını en olmadık yerlere dayayarak, ağızları beş karış açık, çeneleri yukarıya gelecek şekilde uyurlar. En çok yapılan şey, elde telefon sosyal medya dolaşmasıdır. Ama 2 saat olmuştur artık ve sosyal medyada tavaf edilmeyen bir köşe, bir bucak kalmadığından, artık telefonlar kapanır ve yola bakılmaya başlanır. Çünkü hayat 1,5 saat durmuştur. Ya şarj biterse?

Sessiz çoğunluk (yani elinden telefon düşmeyen kesim) bir anda kollarındaki saate bakmaya başlar. Bazıları kollarına saat takmaz, yine telefonuna bakar. Ardından ellerini ani bir hareketle yukarı kaldırıp “Ya Sabır!” şeklinde sinirlendiklerini belli etmeye çalışırlar. Yandaki teyze sürekli “Kızım burası neresi, ben Kayışdağı dört yolda ineceğim, daha gelmedik mi?” diye sormaya başlar. “Nerede olduğumuzu ben de bilmiyorum teyze, istersen şoföre sor,” dememle bir anda teyzenin paniği artar. Otobüsün içinde metre kareye 10 kişi düştüğü için, etrafındaki 10 kişinin 10’una da sorar. “Evladım burası neresi? Ben Kayışdağı dört yolda ineceğim. Daha gelmedik mi?”

Ayakta bekmekten her yeri tutulan ve zar zor ayakta duran, poposunu tutunma yerine dayayarak ayakta durmaya çalışan millet ona boş gözlerle bakar ilk önce. Saat 20.26 olmuştur. Teyzenin akrabaları telefon etmeye başlar. Bu arada önden, sağdan solda herkese telefon gelir. Herkesin telefondaki kişiye söylediği tek bir şey var, “Daha trafikteyim, sen beni bekleme.”

“Daha trafikteyim, sen beni bekleme,” demek ne demektir biliyor musunuz? Adana’dan buraya gelen arkadaşımı göremeyeceğim demek. Aylardır görmek istediğim arkadaşlarımı göremeyeceğim demek. Her gün akşam yemeğine yetişememek demek. Eve gittiğinde yorgunluktan bitap düşüp, banyonu bile yapamadan yatmayı istemek demek. Ailenin yüzünü görememek, evi otel gibi kullanmak demek.

Her şey çok basit değil mi? Değil işte. Trafiğin içinde geçirdiğim stres ve sinir dolu saatler beni ben olmaktan çıkarıyor. Bir kere o ışık kaç kere yeşil yanıp sönüyor bunu hesap etmeye başlıyorsun. Bir noktada sabit bir şekilde dururken, kırmızı ışık süresinin 90 saniye, yeşil ışık süresinin ise 25 saniye sürdüğünü anlıyorsun. Mesela yeşil ışık yanar yanmaz gaza basıp, önünde duran kacaman otobüsün yolu tıkadığını umursamayan araçlar görüyorsun. Yolun ortasında bekleyip, diğer yoldan gelenleri de beklettiğini hiç umursamayan magandaları görüyorsun. Trafik 3 km uzayıp giderken, sana yanan yeşil ışık 16 kez yanıp sönerken, bir milim bile ileriye gidemezken, birilerinin arkadan alabildiğine umursamaz bir şekilde, dibine kadar kornaya bastığını görüyorsun. Evim yakın olsa basar inerdim diyorsun ama yapamıyorsun!

İstanbul’dan nefret ediyorum. Sinirlerimi bozuyor. 20 milyonluk bu şehir üstüme üstüme geliyor. Trafiğinden, insanlarının kabalığından, mekânlarının çirkinliğinden, otobüsü yakalamak için koştuğumda bir seyyar satıcının önüme çıkıp “Şundan alır mısın abla?” demesinden, pis kokusundan, yapay kalkınmasından, toplu taşımasından, bu kadar büyük ve karışık olmasından, pahalılığından bıktım.

Bu şehirde normal bir insan kalmak çok zor. Mutlaka mutasyona uğruyorsunuz. Bazen kendime soruyorum. Neden eskisi gibi gülümseyemiyorum, neden eskisi gibi kitap okuyamıyorum, sabrım niye tükendi, tahammülüm niye az, niye eskisi gibi evde kendi takılarımı yapamıyorum diye. Niye bu kadar sinirliyim diye soruyorum kendime. Bir arkadaşımı, bir dostumu göremiyorum ben bu şehirde. Biriyle sohbet edip güzel bir an geçirmeyi düşünmem için, ilk önce işten oraya kaç saatte giderim, oradan evime kaç saatte dönerimi hesap ediyorum. Neden mi? Nedeni çok basit, artık İstanbul huzurlu bir şehir değil. Konforlu, kolay, sağlıklı, güzel değil. İstanbul sadece problem dolu bir şehir. Evinizden dışarıya adımınızı atar atmaz problemleriniz başlıyor.

Yürümek problem, toplu taşıma araçları problem, alışveriş mekânları, sosyal mekânları, sanatsal aktiviteleri, insanları, hayvanları her şeyi ama her şeyi problem.

Benim için bu şehrin yaşanacak hiç bir cazibesi yok. Elim ayağım tuttuğu müddetçe çalışmak zorundayım. Eğer bir gün bu şehirden gidebilecek imkânlarım olursa, yemin ediyorum 1 dakika durmam basar giderim. Çünkü artık İstanbul, bizim bildiğimiz İstanbul değil. Sevilecek bir şehir olmaktan çıktı, nefret edilecek bir şehre dönüştü.

 

 
Toplam blog
: 28
: 2562
Kayıt tarihi
: 16.04.13
 
 

Yazar, çizer  ..