Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '10

 
Kategori
Edebiyat
 

İstanbul kazan

İstanbul kazan
 

Acele yetiştirmem gereken işler var. Benim gibi sabah 08.00 akşam 18.00 hafta içi her gün çalışan insanlar için rica ediyorum Pazar gününün miskin keyfinden sonra ya Pazartesi'yi de tatil yapsınlar ya da o gün iş yerlerimize geldiğimizde sadece oturalım, hiçbir iş yapmayalım. Bu kadar mı nefret eder Pazartesi'lerden bir insan? Ben ediyorum!

Sabah tersimden kalmış olmalıyım ki, işlerim sabahın ilk saatlerinden itibaren aksi gidiyor. Öfkeyle kalkan zararla oturur mu, diyorsunuz? Temiz havaya çıkıp gün içinde kaç kez "5 kere derin nefes al" ekzersiziyle sakinleştim, kendimi "sinirlenmeyeceğim" diyerekten telkin ettim hatırlamıyorum. Bütün bunlara rağmen yine de beni sinirlendirecek olaylar silsilesi yakamı bırakmadı, dersem abartmış sayılmam. Öyle berbat bir gün geçirdim.

Detaylara girmeden özetleyecek olursak;

Çevre yolunda kaza tehlikesi atlattım. Ben orta şeritten normal bir hızla giderken sağ şeritteki halk otobüsünün sevimli şoförü direksiyonu aniden üzerime kırdı, son anda acı bir şekilde frene basıp, kıl payı kurtardım. (Korna takviyemle birlikte ehliyeti verene kurban şoföre saydıklarım bana kalsın!)

Bir de (bu kamyonların belli bir saat yasağı yok muydu abiciğim!) trafikte sağımda dev bir kum kamyonu, solumda minibüs olmak üzere sıkıştırılmış binek otomobilimde adım adım ilerlerken, kamyon şoförü vatandaş solundaki koskoca ben'i (!), ben'i yani (peki, kabul, araç küçük, ben direksiyonda tıfıl) görmemesinden kaynaklı aracımı dev tekerleğinin altına alma çabaları doğrusu takdire şayandı, yazık ki başarılı olamadı. Bu olayı da cambazlıkla atlattım.

Efendime söyliyeyim tam rahata erdim derken arkamdan gelen Tofaş markalı beyaz renk Kartal model arabasıyla ben rampa yukarı yine sıkışmış trafikte ilerleme gayretindeyken, Kartal'daki arkadaşın gelip tampona çarpmasıyla kaza sınırlarımızın bam teline dayandık! Zaten gıcığım var Kartal kullananlara! Artık bunca hengameden sonra birinin hak ettiği şekilde benden nasibini alması kaçınılmazdı! Haliyle haklıydım ve ziyadesiyle öfkeliydim! Neyse ki ufak bir çizikle atlattık ve ekipti, polisti, tutanaktı uğraşacak mecalim kalmadığından "kalsın kardeşim kalsın, ben gider pasta cilasını yaptırırım" diyerek yeniden yola koyuldum...

Bütün bunlar iki saatlik yolu dört saatte aldığım İstanbul içi yolculuğum sırasında gerçekleşti. Maalesef her gün bu trafik böyle! Ve ben iyi ki her gün trafikte değilim!

İşte böylesine yorucu, yıpratıcı, koşturmacalı bir Pazartesi'nin son demlerinde; İstanbullunun haftanın her gün ve saati başına bela olmuş trafiğinde; sol bacağım uyuşmuş, sağ bacağım kendi halinde yerli yersiz gaza basma telaşında, minübüs şoförlerini aratmayan illetliğimle sağ elim viteste, sol elim direksiyonda, Okmeydanı sapağından Haliç Köprüsü'ne bağlandığım anda, bir nebze gevşiyor, radyoyu açma eyleminde bulunuyorum. Beklemediğim bir şey gerçekleşiyor... Damarlarıma andorfin salgılanıyor... Tuhaf... İddiasız... Ben... İnanması güç ama... Sakinleşiyorum....

O huzur veren sesleriyle Düş Sokağı Sakinleri/Murat Çelik ve Murat Yılmazyıldırım o eski ve bildik nakaratı tekrarlıyor "Sevdan bir ateş..."

Köprü kızıla boyanmış, Haliç koyu neftiliğine bürünmüş, gökyüzünde öbek öbek bulutlar akşamın sefasını sürmekte ve bulutların arasından sızan güneş; Murat ve Murat'ın söyledikleri şarkıya eşlik ediyorlar kendi dillerince...

Aklımdan aynı anda iki şey birden geçiyor. Birincisi, İstanbul'da gökkuşağını görmek!

Geçenlerde, Taksim Gezi Parkı'ndan yokuş aşağı inerken, ben bu kez aracın sağ tarafında miskin miskin oturmuş, bir şey düşünmeden sessizce etrafı gözlerken; Divan Otel'in ihtişamlı slüetinden sağına doğru inen bir gökkuşağı ile karşılaşıyor ve hiç beklenmedik bir anda, korkunç bir çığlıkla yerimde zıp zıp zıplamaya başlıyorum! Fakat bu ani hareketim şoför mahalindeki yol arkadaşımı tarifi imkânsız bir şekilde korkutuyor! Beni ise bir o kadar sevince boğuyor! Kahkahalarla gülüyorum, o ise suratı sarı/yeşil bir halde yüzüme bakıp "bu kadar çığlık atmak zorunda değildin! Görmeden kedi ezdim sandım!" diyor. "Yapacak bir şey yok, üzgünüm! Debisi yüksek yaşayan biriyim ben, hem gökkuşağını İstanbul sırtlarında bir otele yaslanmış görünce sevinmemek elimde değildi" diyorum aynı sevinçle... Bundan mütevellit aynı gökkuşağı değildir, belki arkadaşını yollamıştır düşüncesiyle gökkuşağı kardeşliğini arıyor gözlerim şarkı devam ederken. "Senin alev gözlerin eritirken ruhumu..."

İkincisi; Diyelim ki mutfakta patates kızartması yapıyorsunuz, kızgın yağa patatesleri bırakırken bazen bir iki damla yağ sıçrar ya elinize, sinirli bir şekilde sallarsınız elinizi, kızarsınız kendinize "Kahretsin! Canım çok yandı, dikkat etsene biraz!" diye söylenirsiniz ya hani, yani kendi adıma konuşayım peki, ben illâ kızartma yaparken yağ sıçratırım elime ve hep bu asabi replikle küfrederim kendime. Neyse işte, öyle bir anda... Mesela mevsimlerden yaz, pencereler açık, sokakta çocuk sesleri... Ve diyelim ki o çocuklardan biri, gelip kapınızı çalıyor, hani hayal edin işte canım, çok zor değil ya -şimdilerde çat kapı kimsenin ziline basılmasa da- eski zamanlardaki gibi. Kapıyı açıyorsunuz. Afacan gözleri fıldır fıldır "şey, bir bardak su verebilir misiniz? Çok susadım da" komşunun oğlu, evine gitmeye üşenmiş, kapınızı tıklamış. Bütün sinirleri su olup akmaz mı insanın yüzü sokak kiri, gözleri ışıl ışıl, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle yüzünüze en sevimli haliyle bakan bu küçük adam karşısında? Bir anda buzla ovduğunuz elinizin acısını, kendinize olan kızgınlığınızı unutmaz mısınız? "Kuş olur uçarım, yanarken içim..."

İşte o şarkı, sonbaharın serin ama güneşli haftasının ilk günü Pazartesi'nin tüm sinir bozuculuğuna rağmen o gökyüzü ve o panorama... Benim içimdeki tüm hırçınlığı alıp götürüyor... Beni alıp başka bir diyara, başka bir hayâle, başka bir sevdanın kollarına atıyor... "Kime dokunur ellerin, kimi görür gözlerin?..."

Haliç Köprüsü'nden sakince geçiyorum. Radyonun sesini açıyorum, arabanın camlarını da. Müzik ve soğuk hava içime içime yürüyor. Trafik mi? Aman canım siz de, amma abarttınız, ne var ki, hepimiz, tüm araçlar halay çeker gibi peş peşe ilerliyoruz işte! Acelemiz mi var? Haydi, ne bakıyorsunuz öyle, hiç mi avaz avaz şarkı söyleyen birini görmediniz? Açın siz de müziğin sesini, bir günü daha yolcu etmenin keyfini sürelim hep birlikte! Hava kararıyor, çıkaralım sol camdan kollarımızı, elimizde çakmaklar yakalım pır pır, ayarlayalım radyodaki şarkı bitmeden aynı frekansı, hep birlikte bu şarkıyı önce kendimize söyleyelim, sonra sevdamızı ateş olup yakanlara;

"Gönlüm bir deli coştu sende..."

 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..