Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '08

 
Kategori
Dostluk
 

İşte öyle birşey

İşte öyle birşey
 

Sayın Selami Ö. ve Ülkü E.’nun şahıslarında o güzel can dostlara ithafen…

***

I

“Biz binde bir karşımıza çıkan dostluk arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, omzuna dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza zamansız çıkmış insanları yolumuz dışına sürerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman yeni fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün. Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, ya da olanlar olması gerekenler değildir. Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir. Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları 'Bir gün' geçmişte kalmıştır oysa; hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omzunuzun üzerinden şöyle bir baktığınız, sonra da boş verip 'Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar' dediğinizdir. Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o, boş yere bu sokaklarda aranırsınız?” (Bu bir Murathan Mungan yazısıydı).


Değil mi.... Değil mi... Evet, öyle gerçekten... Sonu sınırlı ama nerde olduğu meçhul hayatların sürücüleri memnun ve mutlu ve de huzurlu olabilme fırsatlarının paylaşma zemininde uyuşabilecekleri insanlardan geçtiğini bildikleri halde onların varlığını yokluğa çevirme konusunda oldukça hoyratlar. Özlem kelimesi de insanca. Vuslat da öyle. Sevgi de... Ama hoyratlığın insanî boyutunu fiilde bildiğimiz kadar idrakte biliyor değiliz. Yukarıdaki metnin yazarını pek tanımayız. Yazılarının ve şiirlerinin birçoğunu duymuş ve okumuşuzdur. Edindiğimiz kanaat, hakkında hüküm vermeye yeterli değil ama. Buna rağmen kolay anlaşılanı biz de fark ettik o yazıda. Sevmeye ve sevilmeye ihtiyacın, o insanı o yapan her ne varsa onların da paylaşılması lezzetine birebir ve sıkıca bağlı bulunduğu hissi... Nicedir üzerinde kafa yorduğumuz ve bizden o noktada çok daha ilerde bulunanların birikimlerinden faydalanarak tadına vardığımız insan bilgisi bilimi. Maddi gözlem ve neticelerin ötesinde var olan ve insana onlardan şüphesiz çok daha öte hitap eden ele avuca gelmez şeyler. Artık tuhaf gelmiyor bize M. Mungan gibi fikrî olarak çok uzak olduğumuz insanlarla düşünce ufkunun enginlerinde teğetleşiyor olmak. Çünkü fani varlıkların sıradan içtimaî işlevleri yerine getirişi dışındaki iklimlerde gezip tozuyor olmanın ne ona, ne bize ve ne de başkasına ait bir “şey” olmadığını biliyoruz. Ve o yüzden o iklimlerde arayışına devam eden, bundan utanmayan ve sıkılmayan, aksine başkalarına anlatmayı sadece kendini ifade etmenin gereği sayıp ondan gayrı önemsemeyen insanların birbirlerine denk geldiğinde ayrılıklarını değil de müştereklerini ortaya çıkarmalarının ne doyumsuz birlikteliklere zemin hazırladığını tahayyül edebiliyoruz. Sadece tahayyül şimdilik. Sonrasında uzlaşma. İnsan ürünü kavramları mutlaka kabul edilmesi icap eden sert kayalar olmaktan çıkarıp insan inceliğinde işlemeyi deneyen insanların varlığından sadece mutlu olunur. Ama lütfen, hazır bu çizgi üzerinden geçerken vurguyu da yapalım.. Allah aşkına, Mevlana, Yunus, Sadi-i Şirazî...Ozan mıydı onlar????

Yazık ki kitapların cildinde, kapağında, kâğıdındayız. Ve her insan kapağı hiç açılmamış derya misali kitaptır... Yoksa biz dünyevî özellikleri ne olursa olsun, uzak ufukların kâşifleri ile karşılaştığımızda heyecandan yerinde duramayanlardanız. Ama biz onların en çok bulunduğu bir uzak iklimin tâ ortasındayız ayrıca. Mesele şu ki; mutlu olmak için güya, lâkin mutsuz eden uğruna zalimce kendimizi tırpanlıyoruz.

“Ne olacak bu ülkenin hali?” diyerek hayıflananlara katılmıyoruz. Çünkü, yukarıdaki yazıda anlatılanlar, o yazının elden ele dolaşıyor olması, insanların artık urbanın içine bakmaya başlaması ümitli olmak için yeter. Nice dolaştıktan sonra artık insan kendini keşfe koyulmuş demek! Ne güzel...

***

II

Makedonya Kralı Filipos ile oğlu Büyük İskender hakkında şu olay anlatılır:

“Bir at varmış, öylesine azgınmış ki kimse sırtına binemiyormuş. Hayvan, deneyen herkesi üstünden atıp perişan etmiş; kiminin kafasını, kiminin çenesini, kolunu, bacağını kırmış.

İskender, atla binicilerini seyrederken görmüş ki, hayvan gölgesinden ürktüğü için azıyor. Bunun üzerine atın sırtına atlayıp güneşe doğru sürmüş.

Arkaya düşen gölgeyi görmediğinden ürkmemiş beygir, durulmuş, İskender'in buyruğuna girmiş, durumu anlamayanlar bu işe şaşıp kalmış.”

Bu olayda at yerine eşek ve hatta bazı insanları koyabilirsiniz. Güneşe bakmak yerine aynaya bakan ve kendini bir halt zanneden bu eşekler veya insanların kendi gölgelerinden korkmaları bundandır. Onlara (at ve eşekleri kastediyorum) binmeyi bilmek lazımdır. Ama incitmeden! Güneşe, yani gerçeğe sırtını döndü diye hemen arkalarına geçmenin âlemi yok! Düzeltmeyi deneyin. Ürkütmeden, usul usul…

Yine mi olmuyor? İşte o zaman bir pislik var bu işte! Bizim işimiz de pislik temizlemek değil…

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..