Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '09

 
Kategori
Güncel
 

İstiklal Marşında yer almayan millet

İstiklal Marşında yer almayan millet
 

Hiç dikkat ettiniz mi acaba? İstiklal Marşımızda hiç Türk kelimesi geçmez. İçinde bol bol “milliyet” kelimesi geçer, “vatan” kelimesi geçer, “yurt” kelimesi geçer hatta “ırk” kelimesi bile geçer ama Türk kelimesi geçmez.

İstiklal marşının şairi Mehmet Akif Ersoy Arnavut’tur. Ama şair Arnavutluğunu da çok önemsemez. Hatta bir şiirinde şöyle söyler;

“Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyet ne!
Sarılıp dursaydın a milliyetine
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri”
Arabın Türke; Lazın Çerkeze yahut Kürde
Acemin Çinliye üstünlüğü mü varmış? Nerde!
Müslümanlık da ‘anasır’ mı olurmuş ne gezer
Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor peygamber”

Mehmet Akif Ersoy, bugün ümmetçi olarak tanımladığımız, Müslüman zihniyetinin bir üyesiydi. İstiklal Marşında geçen tüm millet, ırk ifadeleri, ortak dine sahip bir toplumun ifadesidir. Yani bugünkü anlamda kullandığımız millet ve ırk kelimeleri anlamında kullanılmamıştır. Bu nedenledir ki, İstiklal Marşımızda Türk ifadesi yer almaz. Orada ki övgülerin, atfedilen kahramanlıkların öznesi saf anlamı ile Türkler değildir.

Mehmet Akif’in çizgisi o kadar netti ki, İstiklal Marşını yazdığı bir toplumun içinde yaşamayı tercih etmedi. Savaşın kazanılmasından sonra kurulan devlet tarafından şekillendirilen ilke ve inkılâplara inanmadı. Bu nedenle hayatının geri kalanının uzun bir kısmını Mısır’da geçirdi.

Aslında Kurtuluş Savaşında “çılgın”lık yaptıkları iddia edilen Türk toplumunun oldukça geniş bir kesimi de şair Mehmet Akif Ersoy’un zihniyetinden farklı bir düşünce yapısına sahip değildi. Bu nedenle, o insanlar, Kurtuluş Savaşında sergilediği söylenen “çılgın”lığı Türklük adına yapmadılar. Toplumun neredeyse tamamı dinin, onun ifadesi olan saltanatın ve hilafetin kurtarılması adına bu mücadeleye katılmıştı. Toplumu mücadeleye ikna etmek için, yürütülen tüm kongre, konferans ve meclis çalışmalarını takip ettiğinizde, ortaya serilen söylemlerde bunun izlerini kolaylıkla bulabilirsiniz.

Ama daha da kötüsünü duymak isterseniz, bu mücadeleyi yürütenler sadece Türkler de değildi. Elbette nüfus çoğunluğuna bağlı olarak Türkler mücadelenin ana omurgasını oluşturuyorlardı. Ama mesele İslamı kurtarmak olduğunda, Anadolu ve civar coğrafyalardaki tüm İslam Ahalisi bu çabanın içinde yer almıştı. Aynen Kürtlerin de bu mücadeleye, bu düşünce ile dâhil oldukları gibi. Bu nedenle, örneğin benim şehrimde, kurtuluş mücadelesinde Fransızlara karşı Türk Şahinbey ile Kürt Karayılan omuz omuza mücadele verebildi.

Tüm bu gerekçelerle, Kurtuluş Savaşı üzerinden geliştirilmeye çalışılan Türkçülük propagandası, gerçekliğe çok fazla oturan bir şey değildir. Resmi tarih oluşturma çabasının ürünlerinden birisidir. Çaba suni olduğu için, ortaya çıkan eserlerde, gerçeklik zemininden çıkıp kutsallık sularına kolaylıkla girebilmekte. Çılgın Türkler kitabının kutsal kitap muamelesi görmesinin arkasında da yatan bu olsa gerek. Satış rakamlarının Kuran'ı Kerim ve İncil'in satış rakamları yarışıyor olması da buna iyi bir örnek bence. Dünya üzerinde hiçbir edebi eser kutsal kitaplar kadar çok satılmıyor ne yazık ki.

Eğer, Türkler bu mücadeleye, Türklük bilinçleri ve o bilinçten aldıkları güçle dâhil olmuş olsalardı, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türklük bilincini geliştirmek için uğraşmasına gerek kalmazdı. Mustafa Kemal’de bu bilincin Müslümanlık bilincinden çok geride olduğunu bildiği için, Türk Tarih Tezlerini, Güneş Dil Teorilerini, “ne mutlu Türküm diyene” ifadelerini, “damarlardaki asil kanları” işlemek zorunda hissetti kendini.

Mustafa Kemal’i bu tercihlerinden dolayı suçlamanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bunun iki sebebi var. İlki milliyetçilik bilinci, insanlık tarihinde gelinen süreçte, feodal yapıyı kırmak için gerekli bir adımdı. Ve bu yöntem, Mustafa Kemal’in yaşadığı çağın devlet kurma ve biçimlendirme yönteminin modasıydı. Yani her devlet kendisine bir ulus inşa etme çabasına girişiyordu.

Ancak tüm dünyada bu süreç bir noktada arıza vermeye başladı. Devletlerin, üstüne oturdukları toplumları, öyle bir gerçekliğe sahip olmadıkları halde, tek bir millet formuna sokmak istemesi, giderek ırkçı bir ton kazanmaya başladı. Dünya üzerinde hiçbir coğrafya saf bir ırka ve soya ait değildi ve bu tarz projelere karşı duran, oyunu bozan gruplar, etnik yapılar her yanda türemeye başladı.

II. dünya savaşının ardından, devletler, toplumla kurdukları ilişkileri yeniden düzenlemeye başladılar. Artık ırk dayalı bir devlet ve onun üyesi ilişkisi değil, devlet ve onun vatandaşı ilişkisi ön plana çıktı. O vatandaşın, hangi inanca, ırka, etnik yapıya sahip olduğu önemsenmeden, o coğrafyayı paylaşıyor olması yeterli görüldü. Devletler bu nedenle yaşanan coğrafyada mevcut olan tüm dil, inanç, mezhep, gelenek ve göreneklerin güvencesi olma yolunda bir bilinci yavaş yavaş geliştirmeye başladılar.

Ne yazık ki bizim devletimiz, bu değişikliği gösterme becerisine sahip olamadı. Her ne kadar yazılı ifadelerde, modern devlet kalıplarının benimsendiği söylense de, bizim devletimiz vatandaşları ile kurduğu ilişkide, Türklüğün ispatlanması şartını esas aldı. Bu nedenle geri kalan tüm etnik yapılar yok sayıldı ve onlara ait değerler yasaklandı.

Bizim kendimize örnek aldığımız Fransa bile 1958’de yapılan bir düzenleme ile “Bölgesel Diller Fransa’nın zenginliğine aittir” ifadesini anayasalarına koymuştu. Bu şekilde Baskça, Brötonca, Katalanca ve Oksitanca dillerinin varlığını kabul etmişlerdi. Biz, dünyanın 1950’lerde yaşadığı dönüşüme henüz yeni yeni ulaşmaya çalışıyoruz.

Oysa İstiklal Marşı'nda ırkçı temalar olmayan nadir ülkelerden birisiyiz.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..