Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '13

 
Kategori
TV Programları
 

İsyan günlerinde Diziler

İsyan günlerinde Diziler
 

İsyanlı gündemden uzaklaşmak için ilaç gibi...


Evet, bu başlığı Ahmet Altan’ın çok sevdiğim romanı “İsyan Günlerinde Aşk”tan ödünç aldım.

Aslında yazımın başlığı “Diziler Neden Bu Kadar Seviliyor?” olacaktı, ancak bahardan beri ağır gündemimiz bir türlü böylesi hafif yazılara fırsat vermediğinden, çareyi “isyan günleri” tanımına sığınmakta buldum. Netice ülkemizde ve tüm coğrafyamızda herkes bir isyan içersinde ve bu isyan da durulmak bir yana, gittikçe daha çok alevlenecek gibi gözüküyor. Ahmet Hakan Irak gezisi notlarında, Bağdat’ta bombaların ne zaman patlayacağı belli olmamasına rağmen, kendi içlerinde bir ritim taşıdıklarını ve Bağdat halkının da bu ritmi içgüdüsel olarak anlayabildiğini yazmıştı.

Sanırım bizler de gittikçe daha da bunaltan yoğun gündemimizle birlikte, ertelediğimiz “hafif” konuları ne zaman kaleme alabileceğimizi içgüdüsel olarak tahmin eder hale geleceğiz. Devamlı olarak gözyaşı ve acıları ne yazmaya ne de okumaya zaten kimsenin içi elvermez, olsa olsa toplumsal buhran körüklenmiş olur.

Hepimizin zaman zaman nefeslenmeye ihtiyacı vardır ve olacaktır.

Hele şu yirmi birinci yüzyılın isyan günlerinde, her zamankinden daha da çok.

Dizilerimize gelince, neden bu kadar sevildiklerinin cevabı aslında çok basittir. Bu kadar takip edilip, bu kadar çok konuşulmalarının tek bir nedeni vardır, o da “bizim” dizilerimiz olmalarıdır. Hangi (uç) konu ve hangi (uç) karakter olursa olsun, sonuçta hepsinde bir şekilde bizim insanımızın yansıması vardır. Bildiğimiz, tanıdığımız veya en azından duyduğumuz kişi ve hikâyelerdir bize anlatılan. Ancak en önemlisi, bu hikâyelerin bize yine kendi bildiğimiz ve aşina olduğumuz değerler üzerinden anlatılmasıdır. Dizinin içeriğine katılır veya katılmayız, ama neyin nasıl anlatıldığını hemen anlarız.

Zaten bu yüzden de hemen diziler üzerinden kavgalara tutuşuruz. Neyin nasıl anlatıldığını çok iyi kavradığımızdan, anında itirazımızı dile getirmeyi de bir hak sayarız. Verilen emeğe saygı gösterme ve daha iyisini yapma gayreti yerine, yapılana karşımayı, yönlendirmeyi ve icabında tümden yasaklamayı marifet sayarız. Belki de ülkemizin ve tüm bölgemizin böylesine isyan günleri yaşamasının en büyük nedeni budur: Daha iyisini meydana getirmek için yarışmak yerine, ortaya bir ürün koyanı olabildiğince yasaklarla baltalamaya çalışmak. Bu sadece dizilerde değil, sanattan kültüre ve siyasetten dine kadar hayatımızın tüm alanlarında böyledir. Hep böyle olmuştur.

Ancak özellikle dizilerin seyircileri bu konuda kimseye kulak asmamakta ve beğendiklerini gereğinde “inadına” olsa da izlemektedirler. Hatta diyebilirim ki, siyasi kutuplaşma diziler söz konusu olduğunda tüm etkinliğini yitirmektedir. Akşamleyin rahat koltuğunda televizyonun başında yer alanları siyasi görüşlerine göre ayırt etmek, o kadar da kolay olmamaktadır (çok şükür ki). Belki “Kurtlar Vadisi” ve “Muhteşem Yüzyıl” için siyasi ve dünya görüşüne paralel bir izleyici kitlesinden bahsedilebilir, ama genelde halkımız eğlence ve oy tercihini birbirinden ayırt etmesini bilmektedir. Başbakan’ın tüm itirazlarına rağmen, muhteşem tarih dizisi izleyici desteğiyle kendi kulvarında devam edebilmeyi başarmıştır. Benim kişisel görüşüme göre de, örneğin kurtların dalaşı birçok kanlı sahnesiyle yanlış imaj vermektedir, ancak o konuda hiçbir zaman RTÜK uyarısı yapma gereği duyulmamıştır yüksek makamlardan.

Ancak sonuçta ne olursa olsun izleyici beğenisinin yön verici olması gerektiği ve RTÜK’ün mümkün olduğunca az devreye girmesinden yanayımdır. Kaldı ki “Muhteşem Yüzyıl” gerçekten de toplumumuzun tarih merakını inanılmaz derecede ateşlemiş ve benzer yeni dizi ve film çekimlerinin önünü açmıştır. Zaten tarihimiz bu açıdan gerçekten de bir deryadır, enfes senaryolara gebedir.

İşte sorun da oradadır, bu kadar değerli bir hazineyi işleyecek kaliteli senaryoların üretilememesindedir. Dizlerimiz çekim kalitesi ve tiyatro kökenli oyuncuların canlandırdıkları dizi karakterleri açısından artık neredeyse mükemmel denilecek seviyeye ulaşmışlardır. Ancak senaryo konusunda halen önemli aksaklıklar yaşanmaktadır. Örneğin görsel açıdan beni mest eden “Muhteşem Yüzyıl”ın iyiden iyiye anlamsız harem entrikaları serüvenine dönüşmesi,  seyirci olarak diziden tümden soğumama neden olmuştur. Özellikle de diziye paralel olarak o dönemi okuyup, gerçek tarihi malzemenin kalitesini gördükten sonra.

Galiba güncel dramların ve komedilerin yer aldığı yapımlar bu açıdan daha başarılılar. Ancak tüm bunların ötesinde, diziler günümüzde kitapların yerini almışlardır. Nasıl ki her romanla birlikte o hikâyenin görünmez kahramanı haline geliyorsak, dizileri takip edenler de “ailenin” birer ferdi oluyorlar. Aynen romanlardaki gibi hayat dersleri alıyor ve kendi kişisel mutlulukla üzüntülerinin yansımalarını görüyorlar. Günümüzdeki başarılı diziler roman artı tiyatronun birleşimi gibiler, o yüzden bu kadar çok seviliyor ve benimseniyorlar.

Sınırlarımız ötesinde de bu kadar ses getirmeleri bundandır. Ancak işin en ilginç yanı, doğuda olduğu kadar batıda da dizilerimizin eski imparatorluk sınırları içersinde aynı muhabbetle karşılanmasıdır. Anladığım kadarıyla kültürel mirasımız öyle ya da böyle oralarda hala yaşamakta ve yine Viyana kapılarında son bulmaktadır. “Adını Feriha Koydum” dizisine meftun olan Japonlar ise apayrı bir kategoride değerlendirilmelidirler, o açıdan alternatif bir Uzak Doğu işgalinden bile söz etmek mümkün.

Tüm bunlar da şunu göstermektedir ki, yerli dizilerimizi “herkes” seviyor.

Hem de şehirli laik olduğu kadar muhafazakâr kırsal ve de çaprazlama tüm renkleriyle beraber. 

Bu başarı devam ettikçe de, mutlaka ki diziler içerik olarak da gelişeceklerdir. Bu yüzden de hayat görüşüne göre anlamsız tartışmalara girmek yerine, daha kaliteli ve özgün yapımların önü açılmalı. En önemlisi de,  RTÜK’ün lütfen şu bezdiren uzunluktaki reklamlar kuşağı konusunda devreye girip (her ne kadar onları bazen gazeteye göz atmak için çok yararlı bulsam da), hem dizilerin hem de reklamların “insani” bir süreye inme konusunda ağırlığını ortaya koyması sağlanmalıdır. Bunun kuşkusuz ki senaryoların kalite kazanmasına da büyük katkısı olacaktır.

Bana gelince, her gecesini diziye “feda” etmekten hoşlanmayanlardanım. Galiba daha çok Beren Saat’li dizileri seviyorum. “Aşk-ı Memnu”da Firdevs Hanım karakterine bayılıyordum, her ne kadar aksi söylense de toplum genelinde çok geçerli “maddiyatçı” bir anne tipi olduğundan. Hele o enfes İstanbul çekimlerinin hastasıydım. Bir de şık imzalar atarak böylesine lüks bir yaşam standardını parmağının ucuyla sürdürme başarısını gösteren “Ednan” Bey’in (sayesinde yurdum erkeğinde holding/köşk/yat üçlüsünün standart olması gerektiği anlaşılmıştır). Süleyman Bey ve Şayeste Hanım’ı ise söylemeye gerek yok, evimde ve mutfağımda görmeyi çok isterdim. “Fatmagül’ün Suçu Ne?”de ise hikâyenin kendisi zaten çok can alıcıydı, ancak ondan da öte yan rollerdeki tüm tiyatro sanatçıları tek kelimeyle enfestiler.

Beren Saat’in yabancı bir dizi uyarlaması olan “İntikam”a gelince, onu da tümüyle heyecansız ve rahat bir şekilde izlemekten fazlasıyla hoşlanıyorum, gerçekten de stres atıyorum.  Tüm o gergin ve kahredici olması gereken sahneleri, büyük bir huzur içersinde izlemek ne kadar da keyifli anlatamam. Bir de yabancı dizi kökenli olduğu için, hikâye çok süratle ilerliyor, asla gereksiz uzatmalarla bezdirmiyor.

Daha ne isterim?

Bir tek Beren Saat’in o güzel yalısını kim temizliyor, onu çözemedim. Acaba kendi kendine temizlenen bir ev mi? Ayrıca o kadar camı falan varken, nerede alarm sistemi? İşte bunlar kafamı çok yoruyor.

Ama emin olun, ara sıra isyanlı gündemden uzaklaşmak için bu tür “sorulara” kafaya takmak ilaç gibi geliyor.

Kesinlikle tavsiye derim.

Zuhal Nakay

 

Not: Biraz daha gevşemeye ihtiyacınız varsa, dizilerle ilgili geçmişte yazdığım aşağıdaki iki yazıma da göz atabilirsiniz. Onları da kesinlikle tavsiye ederim.

“Dizilerimizin Muhteşem Finali”

“Beyaz Türklerin Kaymaklı Mazlumluk Destanı”

 

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..