Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '10

 
Kategori
Güncel
 

İtiraf: Dedem çeteciydi

İtiraf: Dedem çeteciydi
 

Dedem de çeteciydi


“Çeteci” olma iddası ile gözaltına alınan birçok insanın bulunduğu bu günlerde, ”bu da neyin nesi?” demeyin.

İnadına bir kez daha söylüyorum: Evet benim dedem çeteciydi ve ben onunla iftihar ediyorum.

Vatan haini dedeleriyle övünenler varken, benim çeteci dedemle övünmemi umarım çok görmezsiniz!

İnat dedim de aklıma yaşanmış bir olay geldi:

Tarlaları birbirine sınır olan iki Trakyalı köylümüz, öğlenleyin çalışmalarına ara verip sohbet ederken bir tanesi 400-500 metre ilerideki bir ağacın üzerindeki karaltıyı göstererek:

-Bak şu namussuz keçiye, çıkmış ağacın üzerine, der.

Öteki:

-Yok canım, keçi o kadar tepeye çıkamaz. O, olsa olsa büyük bir kuştur, cevabını verir.

Ve tartışma, inatlaşma başlar..

-Keçidir..

-Kuştur…

diye devam eder.

Sonunda “kuş” olduğu iddiasındaki yerinden kalkar, bir taş alır eline ve ağacın yanına gidip fırlatır. İddiaya konu olan şey, taş atılınca uçar gider.

Zafer kazanmış kumandan edasıyka tarla komşusunun yanına döner ve der ki:

-Gördün mü, taşı atınca nasıl uçtu?

Diğeri istifini bozmadan cevap verir:

-Uçsa da keçidir…

***

İsterseniz tekrar “çeteci” dedeme dönelim ve hikayesini rahmetlinin kendisinden dinleyelim:

<ı>“O gün tarladan geldiğimde hava iyice kararmıştı.Anam akşam yemeğini hazırlamış beni bekliyordu. Geceleri dışarı çıkma alışkanlığı olmayan babam evde yoktu. Nereye gittiğini anama sorduğumda “köy odasına” çağırıldığını söyledi.

Bir-iki saat sonra babam amcamla beraber geldiklerinde mesele anlaşıldı: Asker toplanıyordu. Bunu bildirmek için aile reislerini çağırmışlardı.

16-17 yaşlarındayım o zaman. Amca oğlu Hüseyin de benimle akran olduğu için askere alınacaklar arasında o da vardı. Akrabalığın, kardeşliğin ötesinde canciğer arkadaştık Hüseyin’le. Yengem yani Hüseyin’in anası aramızda 9-10 gün bir fark olduğunu, benim Hüseyin’den birkaç gün büyük olduğumu söylerdi.
Köyden ayrılma günü geldi. En sağlam çarık seçilip bana verildi. En yeni pantolon benim ayağıma giydirildi. Yedeğe koyacak giysim ise yoktu. Bir çıkının içine hazırladığı yiyecek türü şeyleri elime tutuşturan anam yüzüme bakacağına ikide bir arkasını dönüp duruyordu. Belli ki ağladığını bana göstermek istemiyordu.

Amcaoğlu Hüseyin’le asker sevk yerine geldiğimizde “Galiçya Cephesi”ne göndereliceğimizi de öğrendik.

Birkaç günlük talimden sonra yola çıkacaktık. Kısa boylu ve yaşım küçük olduğundan omzuma astığım tüfek neredeyse yere değiyordu. Gerçi boyum şimdi de kısa, ama o zaman daha da kısaydı. Şimdi olsa bırak askere almayı bunlar daha “kızan” deyip kahveye bile sokmazlardı. Amcaoğlu Hüseyin, benden daha iri ve uzundu. Bir kavga oldu mu o yüzden hemen benim önüme geçer, korumaya çalışırdı.

Cepheye varmaya 3-4 gün kalmıştı. Yürüyerek gidiyoruz. Aklıma ne korku, ne de başka bir şey geliyor. Sadece bir an evvel oraya ulaşmayı istiyorum, savaşayım da düşmanı defedeyim diye değil. Yürümekten yoruldum. Haftalardır yollardayız.

Amcaoğlu Hüseyin bir şeyler anlatıyor. Oldukça da neşeli görünüyor, belki de görünmeye çalışıyor. Yorulduğunu yüzünden anlıyorum ama sorduğumda “Ne yorulması, amcaoğlu!” cevabını alıyorum. Bir ara Hüseyin sustu, baktım ellerini karnına koymuş kıvranıyor. Kafileden ayrılıp kenara çekildik. Sıhhıye geldi baktı, ama bir şey anlamadı. Sıhhıye dediklerimiz de bizim gibi çocuk sayılır.
Mola yerine kadar koluna girip Hüseyin’i yürüttüm. Acısı giderek arttı. Sabaha kadar inledi. Yola çıkma vakti geldiğinde devam edemiyeceğini onu bırakıp gitmemi söyledi. Kabul etmedim. Sırtıma alıp bir-iki saat taşıdım. Ayakları biraz yere sürtüyordu.

Dinlenmek için indirdiğimde zorlukla nefes aldığını gördüm ve tekrar sıhhıyeyi çağırdım. Sıhhıye yapacak bir şey olmadığını, orada bırakmamız gerektiğini sert bir ifade ile bana anlattı. Amcaoğlu Hüseyin, k onuşulanları duydu, bana çok acı çektiğini, orada biraz dinlenmek istediğini, iyileşince beni gelip bulacağını söyledi ve elini cebine sokup ne varsa hepsini bana verdi: Mendil niyetine kullandığı bir bez parçası, 2-3 kuruş para ve kör bir çakı…

Amcaoğlu Hüseyin’in emanetlerini uzun süre sakladım ve korudum, ama sonunda kaybettim. Düşürdüm mü, çaldırdım mı, bilmiyorum.

Son bir kez birbirimize sarılıp öpüştük, vedalaştık. Bunun son olduğunu o da ben de biliyorduk ama “yakında buluşacağız” dilekleriyle birbirimizi kandırıyorduk.

Cepheye yaklaştığımızı barut, kan ve çürümüş ceset kokularından anladım. Artık savaşın içindeydim. Savaşın ne olduğunu doğrusu bilmiyordum. Komutanlarım ne derse onu yapacaktım. Onların emirlerinden dışarı çıkmayacaktım. Kendimi ve vatanımı korumanın tek yolu bu olmalıydı.

Beni doğrudan cepheye sürmediler. Ufak tefek oluşum nedeniyle “muhabere” sınıfına aldılar. Yapacağım işler konusunda bir hafta eğitim verdiler. Sonunda da içinde kablo ve telefon santralı olan kocaman sandığı bana teslim ettiler; daha doğrusu zimmetlediler. Komutan:

“-Bu sandığa bir şey olursa, kesinlikle kurşuna dizilirsin. Sen ölebilirsin ama sandığa hiçbir zarar gelmemeli!” diyerek son uyarısını yaptı. O zaman anladım ki o sandık benim hayatımdan daha kıymetliydi. Zaten cephede askerin hayatından kıymetli olmayan ne vardı ki…

Cephede bir de şunu öğrendim: En korkulacak şey ne toptur, ne tüfektir, ne süngüdür hatta ne de düşmandır. En korkulacak şey: Açlıktır. Çok aç kaldık. Bazı günlerdeki istihkakımız sadece yarım tayındı. Tam tayın verildiği gün bayram ederdik.

Bak oğul, bugün bazı şeyleri yerken mırın kırın ediyorsunuz. Halinize şükredin. Allah insanı açlıkla terbiye etmesin! Ağzımdaki dişler daha genç yaştayken döküldü. Sebebi atların bokları içinden ayırdığımız arpaları yemek.. Arpaları bir teneke parçası üzerinde kavurup yerdik açlığımızı gidermek için. Bize yiyecek bulamayan devlet atlara bulurdu. Daha doğrusu bulmak zorundaydı. Çünkü at olmadan cephede birçok işi yapmanın mümkünatı yoktur.

Açlık çok zor çoook. Dağlarda yenilebilir ot bırakmadık. Yakalayıp da yemeyeceğimiz hayvan yoktu. Hatta bir gün bir askerin bir köpek enceği yakaladığını, karnını onunla doyuracağı için sevinçli olduğunu; bir arkadaşının ona da pay vermesini istediğini, menfi cevap alınca köpek enceğini yakalayanı öldürdüğünü gözlerimle gördüm. Bu olayı kimseciklere anlatmadım, çünkü anlatırsam başıma kötü şeyler geleceğini açlık yüzünden katil olan o askerin bakışlarından anlamıştım.

Birgün şiddetli bir savaş başladı. Komutanlar kopan hatları onarmamı istediler. Siperlere kadar gitmem gerekiyordu bu iş için. Sandığımı sırtıma vurup gittim. Gerekli bağlantıları ve kontrolları yaptım. Karargah ile cephe bağlantısı kurulmuştu. Geri dönecektim, dönemedim. Düşman arkadan dolanmış ve cepheyi cehenneme çevirmişti. Kaybımız çok fazlaydı. Ağırlıkları bırakıp geri çekilme emri verildi; ama bu geri çekilmeden ziyade bir bozguna dönüştü. Asker panikleyip kaçmaya başladı. Tabii ben de.

Askerin çoğu kaçıp canını kurtarmak için silahını bile atmıştı. Ben ise sırtımdaki kilolarca ağırlıkla kaçmaya çalışıyordum. Herkes benden çok uzaklara gitmişti. Düşman da kaçtığımızı gördüğünden daha bir iştahla saldırıyordu. Biraz ilerdeki alçak bir tepeye tırmandığımda nefes nefeseydim. Beni görmüş olan bir düşman askeri de peşimdeydi. Tepenin biraz altında iki-üç insan büyüklüğünde bir kaya gördüm. Onun arkasına saklandım ama beni takip eden asker geldi ve buldu. Silahını bana doğrultmuştu. Aramızdaki mesafe bir-iki metre vardı. Sonumun geldiğini anladığımdan kelimeyi şehadet getirmeye başladım. Asker bir şeyler söylüyordu, ne dediğini anlayamazdım, ancak öfkeli olduğu belliydi.

Nasıl yaptığımı hala bilmiyorum, o gücü nasıl bulduğumu da bilmiyorum. Birden o kilolarca ağırlıktaki kocaman sandığı kaldırdım ve gavurun kafasına patlattım. Asker kesilmiş ağaç gibi yere yıkıldı. Gebermişti.

Hava kararıncaya kadar orada bekledim. Yıllar gibi geldi o bekleyiş. Hava kararınca sandığımı sırtıma alıp yola koyuldum. Etrafta ne düşman ne de bizim asker vardı. Zifiri karanlıkta rastgele yürüdüm. Sabah olduğunda yürüyüşe devam ettim. Birkaç tane kaçan askere rastladım. Buranın neresi olduğunu, karargaha nasıl gidebileceğimi sordum. Bilmediklerini, aklım varsa kaçmamı söylediler. Sandığı taşımada yardım istedim, ”sandığı mandığı bırak, canını kurtar!” diyerek yanımdan uzaklaştılar. Öğlene doğru iyice susadım ve acıktım. Bir derecikten suyumu içtim. Ne olduğunu bilmediğim dere kenarındaki otlarla karnımı doyurdum. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum.
Hava kararmaya başladığında biraz ilerimde çadırlar gördüm. İyice yaklaştım. Bizim askeri birliklere benzettim. Sırtımdaki sandıkla nöbetçiye yaklaştım, ani bir hareketle tüfeğini bana doğrulttu. Ateş edeceğini zannettim, ama yanılmışım. Derdimi nöbetçiye biraz zor anlattım. Sonunda beni birlik komutanının karşısına çıkardılar.

Saatlerce süren sorgulamadan sonra karnımı doyurup yeni bir elbise verdiler. Telefon sandığını koruduğum için komutan “aferin” çekip alnımdan öptü ve sandığı teslim aldılar. Doğrusu bu teslim alma işine çok sevinmiştim.

Ateşkes ilan edilinceye kadar o birlikte kaldım.

Oradan ayrılıp haftalarca süren bir yürüyüşten sonra köye döndüm. Dönüşüm herkesi sevince boğdu. Yaşadıklarımı günlerce anlattım. Amcam Hüseyin’in başına gelenleri sukunetle dinledi. Ölünceye kadar da hep bir gün dönecek umuduyla bekledi. Her gün, askere giderken köyden ayrıldığımız saatte bahçe kapısının önüne çıkıp dakikalarca nahiyeden gelen yolu gözledi. Fakat amcaoğlu Hüseyin’i bir daha görmek bizlere kısmet olmadı.

Savaş bitti, başka bir dert başladı. Duyardık, Bulgar çeteciler civar köylere baskın yapıp insanların malına, canına ve ırzına zarar verirlermiş. Önceleri devletin bunlarla başedip yok edeceğini düşündük. Devletin gücünün bu üç paralık eşkiyaya yetmediğini anlayınca birkaç köyün gençleri biraraya gelip, dokuz kişilik bir Türk çetesi oluşturduk. Biz de onların köylerine baskınlar verdik. Zaman zaman Bulgar çetelerle göğüs göğüse savaş da yaptık.

Çetecilik zor iş. Bütün ömrün dağlarda, ormanlarda geçiyor. Ganimet elde edersen iyi de, bu işin tehlikesi de çok fazla. Çeteciliğin kuralları karşı taraf için de kendi tarafı için de oldukça acımasız. İhanetin asla affı yok bu işte. Düşmana istihbarat vereceğine canını ver daha iyi. Gizlilik en önemli kural. Rakip çetelere merhamet kendi çetenin felaketi demektir.

Çete mensubu her zaman sağlıklı ve güçlü olmak zorundadır. Hastalanmak yok; yaralanmak hiç yok! Hele hele yaralanıp da kaçamayacak bir durumda isen düşman tarafından değil kendi arkadaşların tarafından öldürülmen söz konusu. Çünkü yaralı olarak düşmanın eline düşersen işkence yaparak çetenle ilgili bütün sırları öğrenebilirler ve bu da çetenin sonu demektir. Sırları anlattın diye senin canını bağışlayacaklarını zannetme; gerekeni öğrendikten sonra hemen öldürürler.

Bu gerçekleri hepimiz bilirdik. O yüzden ağır bir şekilde yaralanan bir arkadaşımız onu öldürmede tereddüt ettiğimizi görünce “Ne duruyorsunuz? Beni öldürün ve kaçın. Yoksa gavurun elinde acı çekerek ölmemi mi istiyorsunuz? demişti.

**

Bir efsane dolaşıyordu etrafta: Doğu Cephesi Kumandanı Karabekir Paşa.
Büyük bir kahramanmış, askeriyle beraber düşmana karşı göğüs göğüse savaşırmış, askeri onu öz babasından ayırmazmış.

Boş zamanlarımızda Karabekir Paşa ile ilgili duyduklarımızı birbirimize anlatıyor, kendi anlattıklarımız karşısında bile tüylerimiz diken iken oluyordu. Karabekir Paşa hikayeleri bizim moral kaynağımızdı, yaşama amacımızdı adeta. Ve kararımızı vermiştik: Çete olarak Doğu Cephesine gidecektik.

Aylar sürdü gitmemiz. Yolda iki arkadaşımızı kaybettik. Sağ kalanlar Karabekir Paşa’nın askeri olma şerefine eriştiler.

Anlatılanların az bile olduğunu yaşayınca gördük ve anladık. Bu paşa gerçekten büyük bir kumandandı. Korku nedir bilmiyordu. Ne zaman nereden çıkacağı hiç belli olmuyordu. Yemek yerken, siperde beklerken, düşman ateşine karşılık verirken yerden biter gibi yanıbaşında beliriveriyordu Paşa. Defalarca onu görmek bana ve arkadaşlarıma kısmet oldu.

Doğu’da Ermenilerin zalimliğini anlatacak kelime bulamam. Çok acımasızdılar. Ellerine düştün mü vay haline! Sadece askere değil kıza, kızana, yaşlıya da aynı zalimliği gösteriyorlardı. Biraz da tabansızdı bu hergeleler. Esir ettiğinde köpekleşiyorlardı. O zaman da biz acımıyorduk onlara. Dere çataklarında kurşuna dizdiğimiz Ermeni askeri çok oldu.

Bir gün Ermenilerin kuşattıkları bir köyde katliama başladıkları haberleri askerler arasında dolaşmaya başladı. Birlik komutanı emir verdi: Köy kurtarılacaktı. İnşallah geç kalmayız diyerek harekete geçtik. İlk atakta 70-80 kişilik bir grup düşmanı da esir aldık. Köyden Ermenileri püskürttük ama korktuğumuz başımıza gelmişti. Çünkü bırakın insanı köyde canlı hayvan bile bırakmamışlardı. Yanmış insan kokusu bütün köyü kaplamıştı. Parça parça edilmiş ufacık kızan cesetleriyle doluydu köy sokakları. Asker bu manzara karşısında çaresizdi. Eri de komutanı da gözyaşlarına boğulmuşlardı. Koca koca kumandanlar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Arkadaşları şehit düştüğünde bazen gözlerinden tek damla bile yaş akıtmayan bu insanlar ağlıyorlardı. Başka ne yapabilirlerdi ki…
Gece dinlenmeye çekildiğimizde esir aldığımız 70-80 Ermeni askerinin etrafını kuşatmış bekleşiyorduk. Hepimiz kin doluyduk onlara karşı. Tir tir titriyorlardı, belki de başlarına gelecekleri sezmişlerdi. Onlara ne yapılacağına komutanlar karar verecekti. Ama bir karar çıkmamıştı henüz. Bir asker: ”Yok mu bu namussuzlardan intikamımızı alacak!” diye bağırdı. Bu çağrıyı beklermiş gibi iki metreye yakın boyu olan “Kürt Memet” elinde bir pala ile daldı bu esirlerin arasına.Vurdu, vurdu… 25-30 kişiyi öldürdü en azından. Sonra birkaç kişi elinden palayı alıp komutanların yanına götürdü Kürt Memedi. Ona ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü bir daha onu görmedim ve hakkında herhangi bir şey de duymadım. Doğrusu yiğit çocuktu. Zaten Kürtlerin hepsi çok iyi savaşçıydılar. Cesurdular. Ermenileri de hiç sevmezlerdi.”

****

Çeteci dedemin anlattıklarından aklımda kalan bunlar. Kazım Karabekir Paşa konusunda tam bir fanatikti. Ona göre en büyük komutan Karabekir Paşa’dır. Atatürk’ten bile üstün görürdü onu. Hatta Paşaya haksızlık ettiği konusunda da bazen Atatürk’e kızardı; ama fazla ileriye de gitmezdi.

Onun bu inadını ve görüşlerini saygı ile karşılamalı. Çünkü dedeme göre de:

-Uçsa da keçidir!

Dedemin anlattıklarından “çeteci” lerin ağır yaralı arkadaşlarını kendi elleriyle öldürmelerini çocukluğumdan beri hiç kabullenemedim. Bu bir haksızlık gibi geldi bana.

Bir de “dedemin istiklal madalyası neden yok?” sorusunun cevabını bulamadım.
Dedeme sorduğumda: ”Madalyadan ne olacak? Hem onu hak edecek ne yaptık ki?” dedi.

Devletten ne madalya ne de maaş isteğinde bulundu.

Ve.. ve… Yoksulluk içinde yaşamı noktalandı.

Mekanı cennet olur inşallah….

**

Günler önce “çeteci” suçlamasıyla yakalananlar iki kişiyi görünce dedemin bu anlattıkları aklıma geldi ve acı acı güldüm:

Lütfen sayın Selçuk ve sayın Perinçek ile alay ettiğimi, onlara karşı saygısızlıkta bulunduğumu sanmayın. Öyle bir amacım asla olamaz.

Baktım, çeteci olmakla suçlanan bu adamlardan birisi 80 yaşın üzerinde bir ihtiyar diğeri ise aksayarak yürümeye çalışan bir insan.

Eminim ki birçok kişi “Bunların her tarafı çete olsa ne yazar?” diye düşünmüştür.

Velhasılı kelam, tirajikomik bir durum: Güler misin ağlar mısın?

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..