Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '10

 
Kategori
Dostluk
 

İyi ki benim abim ve ablam oldular.

İyi ki benim abim ve ablam oldular.
 

Çok sık yapar bunu. Defalarca denemesine rağmen yine de yapar.

Tanrım beni sınar.

Hiç isyan etmem ki.

Güçlüyüm ben. Neler gördüm de yıkılmadım. Kaçıncı reset'i ruhumun! Bakın sizlerle de paylaşmadım kaç gündür. Anlatan olarak çıkarıp yüreğimi fırlatasım gelse de sizleri daha da kedere sürüklemek istemedim; ama şimdi yazmalıyım. O'na da vefa borcumu ödemeliyim.

30 yıl önceydi. Türkiye'ye dönmüş ve büyük bir şirkete mülâkat için gitmiştim. İçeri almalarını beklerken, bir yandan da meraklı gözlerle etrafı izliyordum. Birden binanın giriş kapısında Pavarotti gibi dev bir cüsse göründü. Aklaşmış uzun saçlar, tüm yüzü kaplayan uzun sakallar ve iyice kabarmış mavi bir anorak vardı üzerinde. Hızla geçti yanımdan, rüzgârı yüzüme vurdu.

Bu, benim canım Şeref Abi'mi ilk görüşümdü.

Birkaç gün sonra Ar-Ge'de göreve başladım. Şeref Abi'm de birkaç masa arkamda oturuyordu. Teknik Resim Dept şefiydi. Son derece entel görüntüsünü ağzındaki pipo tamamlıyordu. Pipoyu yaktıktan sonra üzerine döktüğü beyaz toz önceleri beni çok endişelendirdiyse de sonradan o tozun -etrafa yayılan güzel kokunun kaynağı- vanilya olduğunu öğrenmiştim.

Benim departmanım elektronik devre tasarımını yapıyordu, Şeref Abi'min grubu da bu tasarımı teknik resim haline getiriyordu. O tarihlerde şimdiki AutoCAD, Catia, Plotter ne arar, her resim aydınger üzerine rapido kalemle çiziliyordu. Sonra da tekrar onay için bize geliyordu. Şirketteki ilk yıllarda aramız hiç iyi olmadı. Ben çok detaycı ve mükemmeliyetçiydim. İş konusunda boğaz boğaza geliyorduk. Oysa ileriki yıllarda can dostlar olacaktık. Geçen yıllar içinde ben de terfi ettim. O'nun gibi şef oldum, daha sonra imalat bölümüne şef oldum ve sonra tekrar Ar-Ge'ye döndüm. Bu arada, organizasyon yapımız da değişmişti. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılında ofiste ikimizi aynı odaya koydular. Hâl böyle olunca, yaşamı iş dışında da paylaşmaya, ailelerimizi konuşmaya başladık. Gergin geçen yıllarımıza ikimiz de üzülüyorduk. Alp de o sene doğmuştu. Çok sevdiği eşi Esen, bir oğlu, bir de kızı vardı Şeref Abi'min. Yemek yemeyi çok severdi. Öğlenleri yemekten sonra, mesela yediği dolmayı öyle bir anlatırdı ki ağzınıza kadar tok olsanız yine de acıktığınızı hissederdiniz. Bir diğer özelliği de zeytini çok sevmeseydi. Torba içinde masasının üzerine koyar ve leblebi gibi yerdi. O yıllarda telsiz modası vardı. Damlarda upuzun antenler, herkes birbiriyle Break Break sohbet telaşındaydı. "Dere kenarı"ydı Şeref Abi'min nick'i. İşinde mutsuzdu. Hakkının yendiğini ve lâyık olduğu yerlere gelemediğini düşünüyordu. 1988'de Süper Emekli oldu. Sonraki yıllarda bunun çok büyük bir hata olduğunu söyleyecekti.

Ara sıra telefonlaşıyorduk. Bir gün beni aradı ve "Hadi gel, bu hafta sonu buluşalım, seni kuru fasulyeciye götüreyim." dedi. Bir cumartesi günüydü. Karaköy'den aldı beni. Kilyos'a kadar gittik ve dönüşte Baltalimanı'nda yemek yedik. Daha sonra bana Bebek'ten çifte kavrulmuş fındıklı lokum aldı. Meşhurmuş meğerse. Sonraki yıllarda ben de yurt dışına giderken o lokumlardan götürecektim. Günün sonuna doğru, beni tekrar Karaköy'e gemiye bırakacağını düşünürken;

"Şimdi de akşam çayına bize gidiyoruz. Esen Abla'nla ve çocuklarla tanışacaksın." dedi.

Şeref Abi'mi tanıdıktan 10 yıl sonra ailesini tanıyacaktım.

Esen Abla'm kraliyet ailesinden fırlamış gibi bir kadındı. Ve çocuklar... Aslında çocuk dememeli, çünkü kızı 22 yaşındaydı. Oğlu da 3-4 yaş daha küçüktü. Ve yine sonraki yıllarda görecektim ki bir kız evladı ancak bu kadar mükemmel yetiştirilebilirdi ve bir erkek evlat da ancak bu kadar terbiyeli olabilirdi. Şimdi, kızı 2 evlat sahibi bir ev hanımı, eşi de can dostum. Oğlu da TV yapımcısı ve bir çocuk babası.

Şeref Abi'mlere yaptığım bu ziyaretten sonra, "Bir gün de eşini ve oğlunu al gel." dediler ve biz ailece de görüşmeye başladık. Ayda bir iki kez görüşüyorduk. 1989 yılında Şeref Abi'm kötüleşti ve bypass ameliyatı olmak zorunda kaldı. Tabii ki ilk kanı ben verdim. O kadar düzensiz yemek ve kilolarca tuzlu zeytinin yapacağı buydu. Hastane enfeksiyonu nedeniyle hastaneden ancak 1 ay sonra çıkabildi. Bu arada kendi anne-babamla da tanıştırdım onları. Şeref Abi'm eniştesinin Sultanahmet'teki otelinde müdür olarak çalışmaya başladı. İşini seviyordu ve çok oyalıyordu onu. Yılları böyle öğüttük. Bir gün, "Ben artık İstanbul'da geçinemiyorum, gideceğim buralardan. Süper Emekli yapıp iyi maaş vereceklerdi güya, 4.5 milyonumuzu da aldılar, verdikleri para kuş gibi." dedi. Önce Bodrum'a, gittiler. Kışın sessiz soğuğunda yapamıyorlardı ve Kuşadası'nda bahçeli bir ev alıp oraya taşındılar. Bu sefer de her yaz oraya gitmeye başladık. Yıl da 2004 olmuştu. Orada da yapamıyor ve İstanbul'daki çocuklarını özlüyorlardı, döneceklerdi. Şeref Abi'min evini Salih Abi'm aldı ve döndüler. Önce Başakşehir'de bir ev aldılar. Daha sonra orada da yapamayıp Bahçeköy'de çok şirin bir çatı katı aldılar. Geriye gidiş başlamıştı. Üç kuruş parayla geçinmeleri mümkün değildi. Esen Abla'mda da şeker çıkmıştı ve insülin oluyordu. Artık onlara daha sık ve elim kolum dolu gidiyordum. Esen Abla'ma diyabetik ürünlerin her çeşidinden alıyordum. 1 yılda 35 kilo veren bir mucize olduğum için bir gardırop dolusu bilmem kaç xlarge giysim de canım abimi bekliyordu. Yakınımdaydılar ve çok mutluydum. Hafta sonları onları pikniğe götürüyordum. Kış günlerinde de Esen Abla'm çok sevdiğim cevizli, peynirli erişte yapardı. Burdur yöresinin mahalli yemeğiydi. Şeref Abi'm Burdurluydu.

Bahçeköy'de de yalnızlık çekiyorlardı ve Esen Abla'm genellikle oğlunun evinde kalıyor, gelini ve oğlu çalışırken o da torununa bakıyordu. Şeref Abi'm de evde uydu kanallarında geziniyordu.

Bir sabah Esen Abla'm evi arıyor ve telefon açılmıyor. Bunun üzerine oğlu eve gidiyor ve kapı yine açılmıyor. Anahtarla kapıyı açınca zincirin takılı olduğunu görüp omuzlayarak giriyor. Yıl 2008. Canım Şeref Abi'm uykusunda bizlere veda ediyor. Esen Abla'm artık o eve bir daha giremeyeceğini söyleyerek devamlı oğlunda kalmaya başlıyor.

Bir ay kadar önce kızı arayarak, Esen Abla'mın aniden fenalaştığını ve hastaneye kaldırıldığını söyledi. Teşhis, beyin tümörüydü. Hem de en hızlı ilerleyeninden. Derhal ameliyat edildi. Radyoterapi ve kemoterapi yapılırsa ömrü 1 yıl uzayabilirdi, yoksa max 5 ay ömrü vardı. Daha Şeref Abi'mi yeni kaybetmişken şimdi de Esen Abla'mı kaybetmeye hazır değildim. Bodil'e de çok üzülüyordum zaten. Ne oluyordu büyüklerime!

Son Hindistan seyahatime çıkmadan bir gün önce onu Çapa'da ziyaret ettim. Sesi zor çıkıyordu. Kulağımı ağzına yaklaştırdım. "Buradan çıkınca sana makarna yapacağım." dedi. Gözyaşlarımı görmesin diye zor attım kendimi dışarı.

Esen Abla'mı o gün ikinci kez ameliyat ettiler. Çünkü inanılmaz bir şekilde sanki hiç ameliyat olmamış gibi tümör geri gelmişti. Esen Abla'm bir daha uyanamadı ve Yoğun Bakım Ünitesi'nde makinelere bağlı yaşamaya başladı. Hindistan'dayken bir İsveç'i arıyordum, bir İstanbul'u.

16 Şubat günü Ove arayarak Bodil'i kaybettiğimizi söyledi. 19 Şubat gecesi Türkiye'ye indiğimde de Esen Abla'm saat 21:00'de bizlere veda etti. Sanki dönüşümü bekledi canım ablam. 16 ay sonra canım abime kavuştu. 3 gün arayla iki sevdiğim insanı kaybettim. Önce, iki ablam için tek bir yazı yazmayı düşündüm; ama bu hem fazlasıyla duygu-yoğun bir yazı olacaktı, hem de iki ablamı ayrı anlatmalıyım diye düşündüm.

Esen Abla'mı 20 Şubat'ta Levent Camii'nden, ikindiyi müteakip Zincirlikuyu'ya, Şeref Abi'min yanına defnettik. Bodil'i de biliyorsunuz 12 Mart'ta, çok sevdiği Kode'sinde toprağa vereceğiz.

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..