Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '13

 
Kategori
Yolculuk
 

Japonya Gezi Öyküsü

Japonya Gezi Öyküsü
 

Asakusa,Tokyo'nun tarihi yüzü


   JAPONYA (TOKYO, KYOTO VE WAKAYAMA)

 

(Gezgin okuyucumuz Cengiz Özder Temmuz 2013 tarihinde yaptığı Japonya gezisinin öyküsünü sizler için kaleme aldı.)

 

   Uzakdoğu’nun yüzölçümü küçük ama başta ekonomi ve kültürel olmak üzere dev ülkesi olan Japonya’nın Güneybatı  bölümünde, yani merkez bölgede bir gezi yaptık.

 

   İstanbul’dan kalkışla, ortalama 12 saatlik direkt uçuşla Tokyo, Narita havaalanına vardık.(Gerçekte jet-stream denen ve seyir uçuş yüksekliğinde Batı’dan Doğu yönüne olağanüstü hızla esen rüzgarlar nedeniyle, gidiş 11 saat, dönüş ise bu kez rüzgara karşı seyir yapıldığından, 13 saat sürüyor!)

   Geziyi anlatmaya da  başkent Tokyo’dan başlayalım.

Merkezdeki şehir gelişip çevredeki bir sürü şehirle fiilen birleşmiş olduğundan, toplamda 33 milyonluk devasa bir şehir oluşmuş. Bu olağanüstü büyüklüğün ulaşım sorunu ise, mükemmel çalışan bir metro ağı ile çözülmüş.

   Ama yabancılar için metro kullanımının bir Batı ülkesinde olduğu gibi kolay olduğunu sanmayın! Bilet otomatlarından doğru bileti almak bir yabancı için kolay değil. İngilizce menüyü kullansanız bile ücretlendirmeyi bir türlü doğru tutturamıyor, çıkışta devamlı fark ödüyorsunuz.

Kolaylık olsun diye Tokyo hattından günlük sınırsız pas alıyorsunuz, bu kez ulaşım Toei ve Kensei hatları ve JR(Japon Demiryolları) ile kesiştiğinde, kaçınılmaz olarak aktarma yapacağınızda, pasınız işe yaramıyor ve diğer hatlar için de günlük sınırsız pas satın almak zorunda kalıyorsunuz. (Bütün hatlarda geçerli pas varmış ama bu el kitapçıklarında yazmadığı gibi, biz nedense dil bilmeyen istasyon satış ofislerindeki görevlilere ısrarla sormamıza rağmen üç buçuk günlük Tokyo ziyaretimizde bir türlü bundan edinemedik!)

Sonuçta Tokyo’yu bir turistik tura katılarak kolaylıkla yorulmadan gezebilirsiniz. Ama bir şehri gerçekten öğrenmek ve yaşamak isterseniz, sizde daha çok izi kalsın isterseniz, zorluğa kulaç atıp şehri kendiniz keşfetmeniz gerekir. Yorucu oldu ama biz böyle yaptık.

   Tokyo şehri depremlerle ve savaşta yıkıldığından olacak, aslında belli bir mimari karakteri olmayan vahşi bir beton yapılaşma ile gelişmiş. Bu nedenle alışveriş ve eğlence dışında, kültür arayan gezginler ise, farklı parkura çıkıp, tarihi Tokyo’yu dolaşıyorlar.

   Biz de gezimize İmparatorluk Sarayı ile başlıyoruz. Su hendeği ile çevrili eski kale çevresinde boydan boya yürüyor, ünlü Nicubaşi köprüsüne geliyoruz. Bu köprüden sağ arka tarafta kalan eski sarayın görüntüsü muhteşem.

Sarayın çevresinde Tokyo merkez semtinin gökdelenli yapılaşmalarına doğru, uçsuz bucaksız yeşil çimenler içinde, Japon ruhunu yansıtan ve özenle heykelsi tarzda kesilmiş karaçamlardan oluşan seyrek ağaçlı park, metropoliten Tokyo’nun nefes aldığı bir güzellik. (Büyük şehirlere büyük, geniş açık alanlar gerekiyor!)

İmparatorluk sarayı ise halka kapalı, belli bölümleri senede sadece sadece bir gün halka açılıyormuş.

   İkinci hedefimiz Asakusa semtindeki Senso-ji tapınağı. Bu muhteşem tapınağa ulaşmak için önce her iki yanında yıldırım tanrısı heykelleri olan Kaminarimon kapısından, dev kırmızı Japon fenerinin altından girdiğinizde, solunuzda ziyarete kapalı olan beş katlı pagodayı ve önünüzde ise turistik alışveriş dükkanlarının olduğu sadece yayalara açık olan Nakamise sokağının ötesinde, Sensoci tapınağını görüyorsunuz.

Tapınağa doğru ilerlediğinizde, siz de yerli halk gibi önce tütsü dumanlarının içinden geçip arınıyor, sonra sunaktaki su ile yüzünüzü ve ağzınızı yıkayıp tapınağa girmeden önce temizleniyorsunuz.

Bu tapınak, kitaplı dinler gibi tek Tanrı’ya inanılan Budist dinine ait.

Gösterişli iç bölüme ziyaretçiler geçmiyor. Sağ taraftaki kapıdan dışarı çıktığınızda ise yan taraftaki komşu Asakusa Jinja tapınağını görüyorsunuz.

Bu daha mütevazi tapınak ise, Japonların kadim dini Şinto inancına bağlı. Bizim eski şaman dinini andıran bu din, aslında Budist olan çoğunluğun tamamen terk etmediği bir din.

Halkın %20 si Şinto dinine bağlı iken, %80 i hem Budist hem de Şinto dinine inandığını söylermiş. İşte aynı bahçe içinde, iki ayrı dine ait tapınağın komşuluğu, bu iki dinin barış içinde yaşadığına bir örnek.(Bizde de kilise, havra ve cami yan yana değil midir?)

   Modern Tokyo gezimize ise Akihabara’dan başlayalım dedik. Bu semt Tokyo’nun elektronik ürünler satan mağazalarının topluca bulunduğu yer. Ancak hepimizde olan Japonya’nın elektronik üretiminin merkezi olduğu, en yeni ürünlerin burada bulunacağı şeklindeki kanısı boş çıktı. Burada bulunan duty free olan mağazalarda bile modeller demode ve sadece Japonya için üretilmiş ürünler. Ayrıca diğer bazı ülkelerle kıyaslandığında cihazlar oldukça pahalı.

Bu semtte en çok dikkatimizi çeken şey, çok katlı dev oyun salonları oldu.

Meraktan içeri girdiğimizde, aniden bir ses ve ışık bombardımanına uğradık. Bin bir türlü ışık ve ses çıkaran yüzlerce oyun konsolunun başında kendini oyuna kaptırmış yetişkin insanlar(çocuk değil!) sürekli kovalarla yanlarına taşınan misket boyunda mermileri hedeflere yağdırıyorlar. Çılgınlık mı? Dünyadan kaçış mı?

   Sonraki durağımız Şibuya(Shibuya). Günde 3,5 milyon kişinin geçmesi ile ünlü bu meydana istasyondan çıktığınız yerde, sahibi öldükten sonra bile hiç aksatmadan akşamları bu istasyona gelip onu bekleyen sadık köpek Haçiko’nun heykeli var. 

Bu meydan belgesellere konu olmuş. Korkunç bir yaya trafiği meydanı her yönden geçen geçitlerde biriktikten sonra, yeşil ışıkla birlikte her yönden gelen insan kalabalığı birbirini engellemeden, karışmadan meydanı karşıdan karşıya geçiyor.

Bu kaos içindeki düzenin, matematik modeli bile çıkarılmıştır eminim. Japon zihin yapısındaki kurallara uymak ve uyum özelliği, bu korkunç kalabalığın birbirini ezmesini engelliyor. Zaten bu kalabalık ülkede, hiç ummadığınız şekilde kalabalık sizi rahatsız etmiyor, kimsenin üzerinize-üzerinize geldiğini veya önünüzde geçişinizi engelleyecek şekilde dikildiğini görmüyorsunuz. (Görgüye alkış!)

   Tokyo’da diğer bir merkez Şinciku (Schinjiku).

Sokak modasını takip eden gençliğin, yani biraz hip-hop, biraz pop; kendini giysilerle ifade yolunu seçmiş bir kesimin alışveriş merkezlerinden birisi bu semt.

Geceleri ise Kabuçiko bölgesi restoranları, barları, gece kulüpleri ile gece eğlencelerinin merkezi. Delice neon ışıklı aydınlatması ve tuhaf enerjisi yüzünden turistler merak ediyor..

Yakınlarında ise, daha tuhaf giyimli gençliğin merkezi,  Harajuku bölgesi var.

Anime filmlerdeki gibi giyinmiş uçuk bir gençlik, görmek ve gözükmek için buralarda.

Özellikle kızlar giyimde dikkat çekiyor; apartman gibi yüksek topuklar, sarı peruk, kısa ve pileli eteklerle bir tuhaf arz-ı endam ediyorlar. Emo’lar ise ortadan çekilmiş olmalı veya biz görmedik! 

    Tokyo’nun Ginza semti ise pahalı markaların mağazalarının bulunduğu şık bir semt. Biz buradan geçmekle birlikte mağazalardan uzak durduk, çünkü Tokyo(Japonya) zaten bize ve çoğu ülkeye göre çok pahalı bir ülke.

   Tokyo’da ( ve Japonya’da)yemek olayı eğer yeniliklere açıksanız, oldukça kolay. Başlangıçta ürkek yaklaşanlar bile yemeklerin sade lezzetini tadınca alışıyorlar. Lokantaların vitrinlerinde sunulan yemeklerin sanki aynı gibi duran plastik replikaları var ve görerek seçiyorsunuz; önünüze dürüstçe ne gördüyseniz o ölçekte geliyor!(Biz de ‘servis edilen miktar, resimdekinden az!’ diye şikayet ettiğinizde, resimler yanıltıcı olabilir diyen fast food restoranlarını hatırladım!)

Genelde içinde et ve sebze çeşitleri ve erişte bulunan sulu yemekler (Ramen) yiyorlar.

Üzerine ekşi tatlı soya bazlı soslar dökerek tatlandırıyorlar.  ‘Soba’ dedikleri makarna çeşitleri İtalyan makarnalarından bile daha lezzetli.

Önceden diri haşlanmış spagetti benzeri erişte, vok tavası içinde; et, peynir ve çeşnilerle çevrildiğinde, çok lezzetli oluyor. Herkesin sandığının tersine suşi ve saşhimi gibi çiğ balık türleri öyle her an her yerde yenilen yaygın ürünler değil!

 

  

 

   Tokyo’dan sonraki durağımız, Kyoto idi. Aradaki mesafeyi Şinkansen treni ile giderek, dünyanın en hızlı treni ile gitmek tecrübesini yaşamak istedik!

Şinagawa istasyonundan trene bindik. Konforlu ekspres tren, sadece Yokohoma ve Nagoya’da  ikişer dakika durduktan sonra 560 km. mesafeyi, iki saatte aldı. Elektronik göstergede 320 km. hız okuduk. Uçak değil de bir yer aracının bu derecede hızlı gitmesi algılarımızı sarstı. Örneğin ünlü Fujiyama dağını yanımızda gördüğümüzde, iki sıra ötedeki oğlumun dikkatini çekinceye kadar birkaç saniyede dağ görüş açımızdan çıktı, manzara değişti!

   Kyoto eski imparatorluk dönemlerinden birinin başkenti. Tarihi ve kültürel dokusunu korumuş, sanatın iş olduğu biraz bohem bir kent. Tokyo’da erkeklerin üniforma gibi giydiği siyah takım elbise, çizgili beyaz gömlek burada yerini rahat spor kıyafetlere bıraktı.

Kyoto’daki otelimiz, yerlilerin ‘Ryokan’ dediği geleneksel Japon evinde konaklamaydı. Şehrin metroyla ulaşılan banliyösünde, yardımsever insanlar sokak içindeki pansiyonu bulmamıza yardım ettiler.

Oteli yetmişli yaşlarda bir karı koca işletiyordu. Bay Asumi bir savaş gazisi olmalıydı sanırım. Yüzü hiç gülmüyordu. Sıkı kuralları vardı. Az İngilizcesi ile odalarda yemek yenmemesi, sigara içilmemesi, ayakkabı ile girilmemesi gibi makul taleplerini aktardı.

Odaların açıldığı iç bahçe, bir tapınak bahçesi kadar güzeldi. Bir kenarda çok katlı pagoda şeklinde taş bir heykelin çevresinde çakıl taşlarından zen bahçesi düzenlemesi yapılmıştı. Bahçedeki bodur ağaçlar klasik ‘bonzai’ tarzı kesilmiş tıraşlanmış zevkli bir bahçıvanlık eseriydi.

Odamızın karton sürgülü kapısı baştan sona açıldığında bu bahçe yer hizasında odanın içinde gibi oluyordu. Diğer yan pencereyi açtığımızda ise yine bu tarzda ama daha küçük bir bahçeye açılıyordu. Odanın zemini ‘tatami’ hasırı ile döşenmişti. Yer yataklarının arasını ayırmak için geleneksel desen baskılı paravanlar vardı. Aile bir yer masasının etrafında otururken, köşelerde dikdörtgen prizma çerçeveli yer lambaları ile soft bir aydınlık içinde yeşil çay veya sake içiliyordu!

   Kyoto ne yazık ki bizi sağanak yağmurlarla karşıladı.

Ryokan evinden çıkmamızla birlikte, istasyona zor yetiştik. Yağmura hazırlıksızdık.

Önceki günlerde Tokyo’da 36 derecelerde seyreden aşırı sıcaklar, demek ki bu yoldaki Muson yağmurlarının öncesinde havayı aşırı sıkıştırmasıymış, anladık.

   Kyoto gezimize Keate istasyonundan orman kenarına çıkarak başladık.

Amacımız, tapınaklara uğraya-uğraya, ünlü filozoflar yolu parkurunu yapmaktı. Gök gürültüleri ile beraber başlangıçtaki Nanzenji tapınağını henüz gezmiştik ki, şiddetli sağanak indi. Geriye, yolda gördüğümüz bir lokantaya koşup sığındık.

Birkaç masası olan geleneksel lokantayı bir ana kız işletiyordu. Diğer müşteriler ise, bize ‘merhaba’ diye seslenen Belçika’lı Valon bir çift ile nedense hiç acelesi olmayan bazı ofis çalışanları idi.

Önce şekersiz yeşil çayla başladık. Bizdekinden farklı olarak bir çay kaşığı toz çay ekstresi çırpılarak yapılıyordu. Sonra pirinç sirkesi içinde kibrit kutusu kadar tofu geldi. Zencefil turşusu ile tatlandırarak yedik. Peşinden menüde sebze çorbası vardı. Haşlanmış pirinç ekmek yerine servis edildi, sınırsız olarak sürekli isteyebileceğimiz söylendi. Birkaç yapraktan oluşmuş marul salatasına kibar lokanta sahibi tarafından tatlandırılmış ve susam dökülmüş pirinç sirkesi önerildi. Ana yemek olarak pane edilerek kızartılmış iki jumbo karides ve peynir(ricotta) içinde harmanlandıktan sonra yine piştikten sonra altın sarısına dönen o pane malzemesine bulandıktan sonra kızartılmış yengeç köftesi ısmarladım.

Çıtır köfteyi ısırdığınızda, içinden krema kıvamında erimiş peynir ve yengeç parçaları damağınızda dağılıyordu.

Beklenmedik şekilde bir Japon gurme seansına katılmıştık, dışarıda ise yağmur iki saat boyunca azalmak bir yana, yollarda akan sele dönüşmüştü.

   Bundan sonraki hedefimiz olan Okazai bölgesindeki felsefeciler parkuru ve yol üzerindeki dört tapınağı gördükten sonra son nokta olan Ginkakuji (‘Gümüş tapınak’ ve

 bir de şehrin diğer yönünde, belgesellere konu olan ve görmeden gitmeyin denilen ‘altın tapınak’ vardı! ) tapınağına gitmek üzere, komşu masamızdaki Belçikalı çift bizimle vedalaştıktan sonra yağmura aldırmadan başladılar.

   Biz biraz daha bekledik, yağmur durmayınca kapalı alanlardan plan yapmaya başladık. Saçak altlarından koşturarak istasyona ulaştık ve etnoğrafya müzesi olarak kullanılan Kyoto kalesine gittik. Kalenin dışında karşı köşede meraklı yabancı turistlerin doldurduğu ve gerçek elişi, eski tekniklerle yapılmış otantik Japon kılıçları (katana) ve diğer savaş silah ve araçları satan bir dükkan vardı. 

   Yağmur ara vermeden devam ettiğinden, sonrasında şehrin modern ana caddesi Şijo(Shijo) ve Gion bölgesine gittik. AVM leri ile, üzeri güneş ve yağmurdan korumak üzere kapatılmış kaldırımları ile Kyoto’nun modern yönü oldukça kalabalıktı.

Sonradan anladığımız kadarı ile şehirde dini bayram başlamış olup, yerliler, evli çiftler tarihi folklorik kıyafetlerini giymişler, el ele tutuşmuşlar, tahta takunyalarıyla tıkır- tıkır yürümeye çıkmışlardı. Tarif etmek gerekirse, kadınlar şık ama bir geyşa kıyafeti kadar iddialı ve süslü olmayan, tek parçadan oluşmuş, belli bir anlamı olan kemerlerle belden bağlı, ‘Yakuta’ denen sokak tarzı kimonolar giymişlerdi. Erkek folklorik giysileri ise benzer olup farkı, renksiz ve desensiz oluşu idi.

   Cadde boyunca çeşitli yerlerde iki gün sonra başlayacak olan Gion festivalinde beyaz giysili erkeklerce çekilip yürütülecek olan seyyar tapınaklar özenle ve kırmızı ile altın rengi tonlarında süslenmişti. Kimine dindarlar girip dua ederken, bazılarında da davul çalan gruplar performans yapıyordu.

Küçüklerine ‘Yama’, büyüklerine ‘Hoko’ denilen bu seyyar tapınaklar, 17 Temmuz akşamı Gion festivalinin en sıcak anında, insan gücüyle çekilerek Yasaka kutsal yapısına taşınacaktı.

Ne yazık ki önceden yapılmış otel ve uçak rezervasyonları ve seyahat bütçesi yüzünden, Kyoto’da üç gün daha kalmamız olası değildi.

Gümüş ve altın tapınakları gibi Gion Masturi festivalini de göremeyecektik! Her şey bir arada olmuyordu!

   Kyoto’da sıcak günlerin çağırdığı muson yağmurları durmuyordu.

Teramaçi kapalı çarşısına girdik. Nisbeten ucuz alışveriş ve lokantalar vardı. Ben Türkiye’ye götürebileceğim kurutulmuş veya konserve edilmiş olan otantik Japon gıdaları satın aldım. 

   Dar bir pasajın sonunda, fosforlu yeşil bir aydınlık gördük, yöneldik.

Tesadüfen bulunmuş bir huzur, estetik abidesi olan; Honnoci tapınağı ile karşılaştık.

Tapınak kapalı idi ama yaklaşan akşamın ıslak karanlığında özenle düzenlenmiş bahçesindeki bonzai ağaçlarının içinde dolaştık, tapınak girişindeki kutsal su ile elimizi yüzümüzü yıkadık.

   Akşam saatlerine doğru yağmur durdu, haritasız ve plansız kendimizi şehre bıraktık. Bir küçük kanal kenarında gençlere hitap eden birahanelerin yanından geçip, içinde sadece yaya geçecek genişlikte, eski tek katlı ahşap yapılardan oluşan barlar sokağına girdik. Lokantaların sokağa bakan camı vitrini yoktu. Kapı açıklığı iki kanatlı perde ile örtülmüştü. Restoran olduğunu kapıdaki yemek ve fiyat listesinden anlıyorduk. Fiyatlar bu dışarıdan salaş görünümlü yöreye göre çok yüksekti. Kişi başı sınırsız içki menü 18000 yen(350 TL) fiyatlı Maiko gecesi tabelası gördük.

‘Hayat boyu bir kere yaşanması gerektiği ve 10 dakikalık(!) dans gösterisi de dahil’ diye not düşülmüştü. (Sonradan Maiko’nun bizim ‘Geyşa’ diye bildiğimiz olay olduğunu öğrendim) Lokanta seçen, tarife okuyan (kimse gel-gel yapıp müşteri çağırmıyordu!) kalabalığı bitirip ana caddeye çıktık. Soldaki tarihi körünün korkuluklarına yaslanıp herkesin yaptığı gibi altından geçen Kamo nehrine baktık.

İçinden geçtiğimiz sokaktaki restoranların hepsinin aslında, nehre bakan terasları olduğunu gördük. Kimi çalışan aceleyle teraslardaki suları süpürürken, diğerleri masa ve sandalyeleri indirmeye çalışıyordu. Gece yaklaşmıştı ve bu pahalı restoranlar, kırk yıl öncesinde kır kahvelerinde olduğu gibi naif bir zevk anlayışıyla, renkli çıplak ampullerle süslenmişti. Arkamızı döndüğümüzde ise caddenin hemen başında 19. yüzyıl Portekiz mimarisinde bir kilise veya misyon yapısı gözüküyordu.

   Köprüyü geçtik, sol kolda yerli halkın sıra olduğu mütevazi bir lokanta vardı.

Menü fiyatı karşı lokantalarla kıyaslandığında yarısından azdı. Kalabalık varsa iyidir dedik, girdik. Açıkta iki usta, lokantanın özelliği olan tek tip yemek yapıyordu. Bir tür krep önce gözleme saçı üzerinde yarım pişirildiğinde, içine yan taraftaki vok’da karıştırılan sebze, karides, midye, erişte karışımı malzemeyi koyup katlıyor, sonra dış malzeme çıtır olduğunda servis ediyorlardı. İsteğinize göre tatlı veya acı sos koyup, bira veya yeşil çay ile yiyordunuz. Her zamanki gibi çatal bıçak istedik, şaşırmakla birlikte ikiletmediler. Yediğim en lezzetli Japon yemeklerinden birisiydi.

   Çıktığımızda gece tamamen inmişti. Caddenin sonlarına doğru aşırı aydınlatılmış bir tapınak dikkatimizi çekti.

Japonya teknoloji ülkesi, çok konuda ileri ülke ama belirtmek gerekir ki ışık kullanımı, ışık estetiği konusunda çok demode.

O turistlerin fotoğrafladığı Tokyo gecelerinin aydınlatması bile aslında kirş!

Şimdi de yürüdüğümüz bu cadde boyunca, binaların üst katlarındaki teraslarda bayram kutlaması bayram yemeği gibi aktivitelerin yapıldığı yerlerde ki ışık süslemeleri, yani tek sıra kabloya bağlı, mavi, kırmızı, yeşil, sarı çıplak ampullerin naif ışıklandırması dikkatimizi çekti. Bu nokta, herhalde Japonlardan tek konuda ileri olduğumuz ışık estetiği konusundaki farkımızı gösteriyordu!

   Sokakta kimonolu (aslında kimono değil yakuta) bayram mutluluğunda Kyoto’luların arasından yürüdük, mağazalara girip çıktık, bir yerde Japonların bile dönüp baktığı beyaza boyadığı yüzüne kırmızı ruj sürmüş, etekleri yerlerde sürünen bir geyşa bile gördük, arabadan çıkıp bir eğlence yerine koşturdu.

   Sonunda ışıklı kapısından Şimogamo tapınağına girdik. Kutsal su ile yüzümüzü yıkadık. Sayısız üzeri kutsal metin veya dua ile hat sanatı yazılmış kağıt fenerin aydınlattığı giriş tapınağına ulaştık.

Ama durum biraz ticariydi galiba?(Olay çoğu şehir içindeki kalabalık tapınakta da aynı!)

Rahip yardımcısı mı ne, gelenlere bir fal rulosu satıyor, çektiriyor; alanlar ise falını okuduktan sonra yanda bir panoya asıyordu! Olayı tam anlamak zor ama kaba hatları ile böyle!

Halk, bizde türbe- türbe dolaşıp, adak ve fal için üfürenlere para aktaran halkla aynı!

   Kyoto, yağmur olsa da, bizden kendini sakınmamış, bulunduğumuz süre dolu-dolu geçmişti.    Kim bilir bizi tekrar çağırmak içi Altın Tapınağı göstermemiş olabilir miydi?

 

   Japonya’daki son durağımız Osaka yakınlarındaki Wakayama kentiydi.

Aslında Osaka’da otel bulamadığımızdan, zorunlu olarak bir saat uzaklıktaki Wakayama’da daha çok yıldızlı ama çok daha ucuz bir otel bulmuştuk.

İstasyonun yakınındaydı, altında şehrin alışveriş merkezi vardı. Otobüs durağı hemen önündeydi, daha ne isterdik!

Hızını azaltmış olsa da muson yağmurları devam ediyordu ve işin kötüsü, yağmur arası aynen tropik iklimlerde olduğu gibi dayanılmaz nemli bir sıcak basıyordu.

   Wakayama bölgesi Japonya’nın astropikal ikliminin başladığı yer. Bu sahillere vuran sıcak su akıntısı Tokyo’ya kıyasla burada kışların ılık geçmesini sağlıyormuş.

Çevresindeki portakal bahçeleri ile ünlü. Japonya’nın Akdeniz’i diye lanse ediyorlar ama bilmiyorlar ki, Akdeniz’de yazın altı ay yağmur yağmaz! Bu bölgede ise bol yağmurdan, tarım alanı dışındaki arazi, dağlar ve tepeler yağmur ormanı.

   Şehrin orta kesimindeki Wakayama kalesi yemyeşil bahçelerin içindeki alçak bir tepe üzerinde ve en üst katından bütün şehre 360 derece hakim bir pozisyonda. En üst kat pencerelerinden baktığınızda, uzaklarda liman ve endüstri bölgesi, diğer tarafta sahil plajları ve oteller, ovayı ise çepeçevre zümrüt ormanlarla kapalı tepelerin çevrelediği şehrin tamamını görebiliyorsunuz.

Kaleye Şogunlar döneminde en dış duvarlarını saldırganlardan ayıran ve Batıdaki benzerlerinin aksine suyunu kaybetmemiş çepeçevre çeviren hendeklerin üzerindeki, tipik Japon mimarisinin özelliklerini taşıyan köprülü kapılardan giriliyor.

Kaleye varıncaya kadar şehrin bir anlamda nefes aldığı geniş ve bakımlı bahçelerden geçilerek tırmanılıyor. Bahçelerin en güzeli, Kuzey tarafındaki göleti çevreleyen Momocidani-Teien  bahçesi.

   Wakayama’da tatil akşamı görülmesi gereken yerlerden birisi de Marina bölgesi.

Marina City (Porto Europa) dedikleri Akdeniz mimarisini yansıtan tematik bir park kurmuşlar.

Bölge halkı tatil günü çoluk çocuk buraya doluşuyor, seyyar büfelerden yemeklerini alıp, araçların alınmadığı park alanında, yere örtülerini serip, oturuyorlar.

Sosyal insanlar, uygar insanlar. İtişip kakışmadan binlerce insan sırt sırta piknik yapıp bira içiyorlar. Bira Japonlar’ın milli içkisi olmuş. Her yerde yemekle birlikte veya yemeksiz, bira içiliyor.

   Ertesi gün bu kez Wakayama’nın denizini keşfetmek üzere Wakaura-Kimidera bölgesine gidiyoruz. Burada geniş halka açık plajlar var. Sahildeki palmiyeler sıcak bir denizin kenarında olduğunuzu vurguluyor. Deniz dediysek, Büyük Okyanus (Pasifik).

Suyu alabildiğine ılık, uzaklardaki adalar ve dalgakıranlar, sakin deniz yaratmış.

Halk çadır kurmuş veya şemsiye açmış, denize şişme simitlerle giriyorlar.

Yine önceki günler olduğu gibi yağmur gelince, kenardaki sahil kafelerine sığındık.

Buralarda halk işi ucuz yemek servis ediliyordu.

Yağmur durunca Tsunami (aslında sunami diye okunuyor! Neden Tsunami yazarlar anlamadım!) duvarlarını aşıp, arkadaki köye geçtik.

   Köy deyince, Japonya’da köyler şehirden farksız. Parkta kimsenin kullanmadığı tuvalet bile temizlik açısından otel tuvaleti gibi! Daracık sokaklara arabalarını sokmamışlar. 

Sırlı, seramik kiremitleri ile güzel ve bakımlı evlerin kapılarında bisikletler var.(Zaten  bir ülke ne kadar zenginse, ora halkı o kadar çok bisiklet kullanıyor!)    

Nedendir bilinmez, bunca mamur ülkede, evlerin elektrik sistemi sokaklardan açık şekilde evlere dağıtılıyor! Sokaklarda bir kablo karmaşası!

‘Tehlikeli değil mi, ayrıca kimse kaçak elektrik çekmeyi düşünmez mi?’(!) diye sormadan edemedik.

   Uzaklarda ormana yaslanmış bir tapınak görünüyordu. Bir ilkokulun (aslında üniversite binası gibiydi) ve bakımlı bir parkın içinden geçip ulaştık. Haritadan Wakaura Tenmangu tapınağı olduğunu okuduğum kutsal yapının merdivenlerinin başında yine yağmur  başladı.

Yüzlerce merdivenle çıkılan ana kapının altında durduk, tapınak karşımızdaydı.

Kapı bütün gezdiğimiz diğerlerinde olduğu gibi kapalıydı, dert etmedik. O huzur verici Japon klasik mimarisi ve bahçe düzenlemesini seyretmek daha keyifli idi.

Kendi kendine konuşan bir rahip telaşla yağmur altından bir şeyler topluyordu. Kısa beyaz şortunun üzerine yine kısa önlük gibi beyaz kemerle bağladığı bir yakuta giymişti.

Kırmızı güneş benekli beyaz Japon bayrağını sallayarak içerilere doğru gitti.

Bizi görmüyormuş, yokmuşuz gibi davranıyordu; ben de ayakkabılarımı çıkardım, yan taraftaki her iki penceresi ve kapısı açık odalardan birine girdim, tatami hasırının üzerine, alçak dua masası yanına oturdum, Zen düşüncelere daldım!

Deniz yönüne bakan pencereden panaromik olarak kasaba ve ötesinde okyanus ve aşağıda göremediğimiz bazı adalar görülüyordu.

   İçeri girdiğim kapı yönünde ise, önde yine ne olduğunu pek anlayamadığım, pano üzerine iliştirilmiş (ve üzerinde dua mıdır, fal mıdır, istek midir?) bazı yazıların olduğu küçük tahta tabletlerin asılı olduğu, üstü iki sıra kiremitli şık bir sundurma ile korunmuş tahta vardı.

Daha da arkasında ve işlemeli giriş kapısıyla onun da arkasında ise heybetli ağaçların duvar gibi dikilip dallarını şemsiye gibi tapınağın üzerine uzatıp, yeşil bir aydınlık verdiği bir yağmur ormanı başlıyordu.

Yağmur sakin ve sessiz yağıyordu, tabiat, kuşlar ve ağustos böcekleri bile susmuştu. Sessizce yağmuru dinledik, Japonya’nın ruhunu duyarak, hissederek oturduk!  

 

   Japonya gezimizle ilgili anlatacaklarım bu kadar!

Bu iyi, kibar ve uyumlu insanların ülkesini bir gün tekrar ziyaret etmek isterim doğrusu!

Cengiz Özder- 2013

 
Toplam blog
: 22
: 13682
Kayıt tarihi
: 25.08.06
 
 

Amaç hasbıhal. Sohbetinden uzak kaldığım dostlarla ve yazılarımı beğenen okurlarla görüşlerimi payla..