Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '16

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kabuğunu kırmak

Kabuğunu kırmakta zorlanan insanların değişmez kaderi değil midir yerinde saymakta oldukları.

Bir yer kaplumbağasının zırhları kadar kalın duvarlar örüyoruz yaşama karşı, hem de bunu biz kimiz potansiyelimiz ne kadar’ın farkında olmadan yapıyoruz. Elini eteğini çekmek diye bir söz vardır ya işte tıpkı o sözün içeriğindeki dip not gibi elimizi eteğimizi çekiyoruz birilerinin önünden ve o boş kalan yeri dolduruveriyor gerçekten kabuğunu kırmayı bilenler, başaranlar.

Sonrasında hayıflanmanın iç geçirmenin yok bir faydası peşin peşin söyleyeyim, zira denenmiştir.  Allah aşkına doğruyu söyleyin kendinize, başarılı insanlara özenmiyor muyuz, gıpta etmiyor muyuz çevremizde, ekranlarda gördüğümüzde ışıltıyla parlayan  sevdiği işi yapan ve karşılığını maddi manevi tatmin olan insanlara.

Başarılarını gözümüzün içine sokan insanlara hayıflanmıyor muyuz? Hiç kendi kendinize sormadınız mı benim neyim eksik onlardan diye, hiçbir meslek gurubuna ait hissetmediniz mi kendinizi? Hep mi hakkınıza düşene razı oldunuz.  Bir gün bile,   ben de tutmalıyım şu hayatın yakasından hiç demediniz mi. Bütün bunlara hayır ise cevabınız, siz bir yer kaplumbağasından bile daha kötü durumdasınız kabuklarınız sonsuza değin kırılmaz sizin!

Biz insanlara hayat sepetinden ara ara mutluluk iksirleri dağıtılır ve genellikle tadımlık olur bu iksirler.  Kanmadan, doymadan ve hatta ne olduğunu anlayamadan geçer gider izleri, lezzeti.

Eğer siz bu lezzete aşina olmak istiyorsanız ve devamlılığını sağlamak,  işte o zaman iş başa düşüyor. Öyle olduğunuz yerde, durduğunuz yerde, ağzınızı açıp iksirden bir damla daha beklediğinizde etrafa sadece hiç hoş olmayan ağız kokusu yayılır, vallahi mide açlığından daha beter bir kokudur o, aman ha sakın açmayın ağzınızı ve zaman kaybetmeden peşine düşün mucizelerinizin.

Şimdi, söylemesi kolay, nasipte yoksa ne olacak diyenleri duyar gibiyim, hatta iç sesimle bir yandan bende hem yazıyor, hem kendi kendime söyleniyorum ne yalan söyleyeyim.

Olmayan başaramadığım her işin ardından kendimi kandırmak için spot cümlelerim hazır birçoğumuz gibi, nasip değilmiş canım bu kadarmış… Şşşşştttt…

Oldu küçük hanım sen bugüne değin dişinle tırnağınla çabala, savaş ver her adımda, şimdide pes et, yok böyle bir mantık. Zaten böylesinin mantıkla işi de olmaz bu olsa olsa yenilgiyi kabul etmek olur,  hem de paşa paşa. Ya da tembellik…Ya da…

Aslına bakarsanız tam yokuş yukarı ıkına ıkına çıkıyorken, mücadele etmeye değer mi diye kendimize sorduğumuz sorular yüzünden böyle oluyor, ne çok tırmandığını göremiyor insan, sanırım bu yüzden gözünde büyütüyor gideceği yolu.

Haksız da sayılmaz aslında, belirsizliğin kol gezdiği günlerden geçiyoruz, karamsarlığımızın dayanağı açık aslında, birbirimizle savaşıyoruz bu günlerde, aynı geminin tayfası olduğumuzu unutup düşmanlık ve karamsarlık tohumları ekiyoruz bolca,  daha ne olsun. Kabuklarımız dayanabilmemiz için kalınlaşıyor haliyle, kendimizi koruma telaşından emeğimizi de gözden çıkartıyoruz. Üstelik bize durduk yerde  lütfedilmeyen kendi çabalarımızla dişimizle tırnağımızla elde ettiğimiz ve anamızın ak sütü gibi helal olan emeğimizi gözden çıkartıyoruz.

Bir kaç dakikalığına bile bir özet geçse her insan hayatından, görecektir nerde yanlış yaptığını ya da nerde hayatı ıskaladığını. Tamda az kalmıştı başarmaya, neden bu vazgeçişler sorusunun cevabı sadece bizde, kendimizde. Kazanmak için hep yokuş yukarı…

Ancak şu da var elbette, başına bilmem hangi yoldan talih kuşu konanlarla yarışmak çok daha zor yokuş yukarı yol almaktan. Onlar iksir yağmurundan sarhoş naralar atarken, kendi kendine savaş verenlerin tırnaklarının acısında umut taşıyabilmesi zor tabi ki.

Yine de pes etmek kelimesini derin dondurucunuzda dondurun bir süre daha.Şu aralar  süregelen  olası  çöküşlerin ara ara zehirli mantar gibi türemeleri elde ne varların mukayesesi için zorunlu sanırım.

Şimdi asıl mevzu, o ne dedi, bu ne demedi gibi vesveselere kulağımızı tıkayıp, istediğimiz şeylerin peşine düşüyor muyuz,  yoksa aval aval bakıp kazanımlarıyla hava atanlara iç mi geçiriyoruz. Yani kabuğumuzu kırmaya niyetli miyiz? Yoksa hep yer kaplumbağasına mı özeneceğiz?

YUKARI

Yokuş yukarı,

Yokuş ama!

Yinede yukarı.

Aksini düşünemezdin,

Olanaksızdı anlayacağın.

Ya bataklığın içinde geçecekti ömrün,

Yada yokuşta.

Şartlar ne kadar acımasızda olsa,

Mecburdun.

Bitti mi, gücün.

Kimin umurunda.

Dizlerin kanadı,

Ciğerlerin soluğundan yırtıldı mı?

Olsun….

Sen yine de, yokuş yukarı.

Aşağısı bataklık, börtü böcek,

Bekliyorsun belki!

Biri el verecek.

Bazen sallanmıyor değilsin hani,

Ha düştün ha düşecek.

Akbabalar  havada.

Sürüngenler karada.

Can, yokuşta.

İçselleştiriyorsun hazım, hazım.

Öyle ki… Sokak çıkmaz, nafile gerisi.

Yukarı en yukarı,

Yokuş! Yukarı.

Aşağısı börtü böcek.

Olmaz böyle tek başına,

Artık bir el gerek.

Kapatıyorsun gözlerini,

Duyumsuyorsun.

Dikkat kesiliyorsun bir yaprak hışırtısına.

Hayal meyal.

Dilinde,  şeker tadında

Sesinin türküsü.

Yapışıyor dudaklarına,

Nane çilek ve limoni.

Keyfi kaçıyor gökyüzünün.

Bu kadarda yakından görmüşken birbirini,

Esiyor rüzgar

Ihlamur gibi.

Bir yudumda şifa diyorsun,

Ve bir solukta ölüm.

Sade bir kahvesin,

Telvesiz, susuz, sade:

Kapanıyor fincan,

Görmüyor, bilmiyorsun.

Adın yok ki:

Cismin, ismin.

Sallıyorsun okkalısından orta yerine,

Duymuyor ki kimse, nafile.

Yokuş yukarıydı umut,

Yokuştaydı umut.

İş işten geçmiş.

İmanında gevremiş.

Hal böyleyken…

Marifet mi şimdi,

Ölmek ve ışıklı sönmek…

 
Toplam blog
: 111
: 161
Kayıt tarihi
: 24.12.11
 
 

1965 Zonguldak doğumlu ve halen Zonguldak'ta yaşamaktayım.Yazarım ve çeşitli platformlarda sunucu..