Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Aralık '16

 
Kategori
İstanbul
 

Kadıköy; Eski Çağlardan Bugüne...Tarihsel ve Kültürel Bakış...

Kadıköy; Eski Çağlardan Bugüne...Tarihsel ve Kültürel Bakış...
 

Khalkedon döneminden kalıntılar.


İstanbul kenti sahip olduğu coğrafi konumu nedeniyle, tarihi çağlarda geniş coğrafyalara hükmeden imparatorluklara başkent olmuş, günümüze gelen tarihsel kimliği, bu imparatorlukların bıraktığı büyük anıt yapılarla anılır olmuştur.

Kadıköy tarihine baktığımızda da aynı durumu görmekteyiz.Kentin ne zaman kurulduğu sorusu, söylenceler ve özellikle "Körler Ülkesi" öyküsü ile karşılanmış ve İstanbullular kentlerinin M.Ö.7.yy.da ilk kez kurulduğuna, tüm benlikleriyle inanmışlardır. Bu tarihleme ile İstanbul ve Kadıköy'ün geçmişi, 2700 yıl gibi çok sığ bir zaman dilimine konulmaktadır.Oysa ki son yüzyılda ortaya çıkan arkeolojik kazılar, Kadıköy'ün tarihini Fikirtepe kültürü ile 8.400,İstanbul'un ise Kilyos Ağaçlı kültürü ile 11.000 ve Yarımburgaz bulgularıyla 600.000 yıl geriye götürmektedir.

İstanbul'un tarih öncesi kültürleri ile ilgili ilk bilgiler,19.yy.da jeolog Abdullah Bey'in-ki kendisi Avusturya asıllı Osmanlı bilim adamıdır-Yarımburgaz mağarasındaki bulgularıyla ortaya çıkmıştır. Bunu, 1906 yılında İstanbul-Bağdat demiryolu yapım çalışmaları sırasında ortaya çıkan tarihi kalıntılar ve sonrasında Kaynarca'dan Fikirtepe'ye kadar uzanan bölgenin, tarih öncesi döneme ait bir yerleşim yeri olduğu tesbit edilmesi izler. Söz konusu buluntular, gerçek tarihin belirlenmesi için uzmanlara gönderilir.

Dönemin en ünlü tarih öncesi uzmanlarından İsveçli bir arkeolog, buluntulara büyük ilgi duyarak bunları Stockholm Milli Müzesine almış ve 1922 yılında çok ayrıntılı bir rapor hazırlayıp bilim dünyasına sunarak, bu eserlerle Kadıköy'ü, en eski tarihöncesi kültürü-Neolitik Çağ-olarak bilim dünyasına kazandırmıştır.

Bu çalışmalardan sonra, 1950 yıllarının başlangıcına kadar İstanbul'un hiçbir bölgesinde arkeolojik kazı çalışmaları maalesef yapılmamıştır. 1951 yılına gelindiğinde, İstanbul Üniversitesi tarafından Prof.Kurt Bittel yönetiminde Prof. Halet Çambel'in katılımıyla, Fikirtepe mevkiinde 3 yıl süre ile arkeolojik kazı çalışmalarına tekrar dönülmüş, bilim dünyasında heyecan uyandıran önemli kalıntı ve buluntular ortaya çıkarılmıştır. Bu tarihten itibaren söz konusu buluntu topluluğu,"Fikirtepe Kültürü" olarak tanımlanmıştır. Kazı çalışmaları sonunda ulaşılan kalıntılar, halkın, o dönemlerde bölgenin orman ağırlıklı yapısı nedeniyle, avcılık ve hayvancılıkla uğraştığını ortaya koymuştur. Çekiç ucu olarak yapılan taşlar, ahşap ok uçları, balık iğneleri ve bunların yanında, midye, balık ve yabani hayvan kemikleri bulunmuştur. Yine kazılar sırasında 13 adet barınak ortaya çıkarılmıştır. Bunlar ahşap direklerin dallarla örülüp çamur ile sıvandığı, yuvarlak ya da oval planı olan kulübelerden oluşmaktadır. Yapıların çoğunda, ölülerin kulübelerin içinde taban altına gömüldüğü ve yanlarına deniz kabuğu boncuklar, yabani sığır kemiklerinden yapılmış kaşıklar ve dört ayaklı köşeli kapların, ölü armağanları olarak bırakıldığı anlaşılmıştır.

Neolitik Çağ sonrası Kadıköy'e ilk gelenler, Bizanslılar tarafından Megaralılar olarak belirtilmişse de gerçek olan M.Ö. 1000 li yıllarda önce Fenikeli'lerin geldiğidir. Moda burnuna gelip yerleşen Fenikeliler, tüccar bir toplum olarak bölgeye yayılmışlar ve buraya Yenişehir anlamında Khalkedon adını vermişlerdir. Sonraki dönemlerde ise kırmızı toprakları nedeniyle bölgenin bakır yöresi olduğu keşfedilerek, Bakır Ülkesi anlamında Halkedon da denmeye başlanmıştır.

Fenikeli'lerin gelişinden yaklaşık 300 yıl sonra İyonya'dan Aka'lar gelir, Moda ve Fikirtepe'de bulunan iki Fenike şehrini alır. Kısa sürede genişleyip Bitinya'ya yani İzmit'e kadar uzanırlar. Bölgenin tamamı Khalkedon Devleti olur ve Khalkedon şehri başkent yapılır.

Khalkedon halkı uygar ve savaşçı insanlardı. Haliç bölgesinde Traklar'la, Fenike şehirleriyle ve İzmit'teki Bitinyalı'larla hatta Bergamalı'larla ticaret yaparlardı. Haydarpaşa deresinin yakınındaki düzlüklerde, hipodromları ve tapınakları vardı. Khalkedon halkı cam eşya, altın küpe ve süs eşyası yapmayı ve mermer işlemeyi iyi biliyorlardı. M.Ö.5.yy.da Kral Periyut , Talen adında madeni paralar çıkarmıştı.

Bu arada, 2070 yıl önce yaşamış olan Amasya'lı Strabon, yöre hakkında şunları söylemektedir." Pontus(deniz) un ağzında, Khalkedon ve bir köy olan Khryosopolis ve Khalkedonlar Tapınağı bulunur. Denizden biraz içeride ise, içinde küçük timsahların beslendiği bir pınar vardır."

Bizanslılar Khalkedon Devleti'nin kuruluşundan 17 yıl sonra İstanbul'a gelir (M.Ö.692).Gelmeden önce, bölgedeki yerleşim yerini netleştirmek için, Yunanistan'da Delf şehrinin kâhinlerine sorarlar ve "Körler diyarının karşısına yerleşin" önerisini alırlar. Önerilen yer, o dönemdeki değerlendirmelere göre hem stratejik açıdan hem de doğal güzellikleriyle çok daha önemlidir.

Khalkedonlar düşmanlarından korunmak için Haydarpaşa çayırı ile Kuşdili çayırı arasında surlar inşa etmişlerdi. Bir söylentiye göre de Bizans kralı Vaselinsius, zaman içinde bu surları söktürüp, taşlarıyla Bozdoğan su kemerini yaptırmıştır. Ne yazık ki bölgemizde şehirleşmenin getirdiği olumsuzlukla hem ciddi anlamda bir kazı yapılamamış hem de Altıyol ve Fikirtepe kalıntılarının bir kısmında olduğu gibi, kazılar hızlı bir şekilde kapatılarak olası diğer buluntular yok edilmiştir.

Tarihte Khalkedonya pek çok istilalara uğrar. Persler gelirler Kral Darius ülkeyi yakıp yıkar. Fenikeliler gelir, donanmalarıyla saldırıp ülkeyi zaptederler. Sonra Persler tekrar saldırır,bu defa Büyük İskender Perslerle savaşıp Khalkedon'u ele geçirir.

M.S.3 ve 4.yy.da, Roma İmparatoru Dioklit döneminde en parlak günlerini yaşayan Khalkedonya, karşı kıyıdaki Bizans'a rakip olan zengin ve küçük bir ülke görünümündeydi. Ortodoks kilisesinin en sevilen azizelerinden biri olan bakire azize Euphemia(Öfemya) burada yaşamıştır. Ancak hristiyanlık karşıtı olan imparator Dioklit tarafından 49 yardımcısıyla birlikte vahşi hayvanlara parçalattırılıp öldürülmüştür. Cenazesi Haydarpaşa civarına gömülmüş, daha sonra adına buraya bir kilise yaptırılmıştır.

M.S.5 yy.da imparator Markianos döneminde, 630 din adamının katıldığı 4. Evrensel Kilise Konseyi toplantısı, Khalkedonya'da yapılmıştır. Genel anlamda Hz.İsa'nın insani ve Tanrısal iki yönü olduğu şeklindeki görüşlerin onaylandığı konseyde, Konstantinopolis ve Kudüs patriklik olarak ilan edildiler.

6.yy.da Abbasi Halifesi Harun Reşit'in komutanlarından Battal Gazi Khalkedonya'yı alır ve şehir bir süre Gaziköy olarak anılır.

13.yy.da bu defa 4.haçlı orduları hem Konstantinopolis’i hem de Khalkedon şehrini yağmalarlar, yakıp yıkarlar.

14.yy.dan başlayarak Khalkedon çevresinin ilk defa Osmanlı akınlarına sahne olduğu görülür. 1331 yılında Orhan Gazi ile Bizans Kralı Androkinos arasında, Maltepe yakınlarında yapılan savaşın ardından Osmanlı ilerleyişini sürdürür ve 1353 yılında Khalkedon çevresi büyük ölçüde Osmanlı'ya geçer. Bunun üzerine  İmparator, daha fazla Türk akımlarını önlemek için kızı Teodora'yı Orhan Gazi ile evlendirir ve çeyiz olarak Khalkedon şehrini verir.

Kadıköyü'nün bir başka semti Merdivenköyü'nde, Şahkulu Sultan Dergahı ve Göztepe semtine adını veren Gözcübaba Tekkesi bulunmaktadır. Burası eskiden savaşçı bir ahi tekkesi idi. Yıldırım Beyazıt'ın Timur'a yenilmesini fırsat bilen Bizanslı'lar, tekkeye saldırarak Gözcübaba dahil pek çok dervişi şehit ederler. Gözcübaba aynı bölgede gömülüdür. Saldırıda şehit düşen Mah Baba ise aşağıdaki ayazmanın yanına defnedilmiş, Erenköy'e adını veren Eren Baba da demiryolu inşası sırasında mezarı bilinmeyen bir yere taşınmıştır

İstanbul 1453 yılında Osmanlı'lar tarafından fethedildikten sonra, Padişah Fatih Sultan Mehmet, ilk kadısı olan Çelebi Hızır Bey'e,Kadıköyü'nü makam ödeneğine karşılık olarak vermiştir.Orijinal ismi Kadıköyü olan bölge zamanla Kadıköy şeklinde kısalarak günümüze kadar gelir.

Kadıköyü uzunca yıllar bağlar ve bostanlarla kaplı, silik ve ıssız bir köy olarak kalmıştır. Buna karşılık İstanbul ve Üsküdar bölgesi, hızla gelişip önemli yerleşim ve ticaret bölgesi olmuştur. Nitekim 1545 yılında buraya gelen ünlü gezgin Petros, eski Khalkedonya'nın yerinde, sur harabeleri içinde ilkel bir köy bulduğunu söyler.

İstanbul'un fethinden sonraki dönemde Kadıköyü'nün ilk yerleşim merkezi, 1612 yılında yaptırılan Osmanağa Camii, çeşmeler ve Euphemia kilisesidir. Evliya Çelebi, yaşadığı 17.yy.da Kadıköyü'nde bir müslüman mahallesi, yedi rum mahallesi ve altıyüz bağın bulunduğunu yazar.

Sultan IV. Murat'ın padişah olduğu yine bu dönemde, Kadıköy artık içinde bağ ve bahçelerin bulunduğu köşklerle öne çıkmaktadır.. Yeldeğirmenleriyle de ünlenen bölge, İstanbul'un diğer sakinlerini çekmeye başlar. Bu dönem itibariyle, merkezde balıkçılıkla uğraşan rumlar, Merdivenköy, Göztepe ve Erenköy(İçerenköy) gibi yerlerde ise tarımla uğraşan türkler yer alır.

18.yy. başında ise, Haydarpaşa, Yoğurtçu, Moda, Kuşdili ve Uzunçayır semtlerinin oluşmaya başladığını görmekteyiz.

Yeldeğirmeni semti de adını, gerek poyraza gerekse lodosa açıklığı nedeniyle, bir zamanlar burada bulunan yeldeğirmenlerinden alır. Bu değirmenler padişah I. Abdülhamit tarafından tarımsal amaçlarla yaptırılmış ve İstanbul'un un ihtiyacı büyük ölçüde buradan karşılanmıştır.

Bununla birlikte Kadıköy'ün asıl köklü dönüşümü, 19.yy. ikinci yarısıdır. Gautier adındaki fransız seyyah, 1852 yılındaki anılarında şunları anlatır. "Verilen tarife uyarak Kadıköy'ün başlıca caddesinden geçtim. Sık kafesli cumbalarıyla hayli pitoresk olan bu sokağın boyalı evleri, daha modernliğin ötesinde, İngiliz ve İtalyan zevkinin izlerini taşır. Açık kapıların önüne oturmuş ya da gruplaşmış genç ve güzel kadınlar, bakışlardan kaçınmazlar. Düzensiz taş kaldırımlar üstünde sallana sallana giden talikalar aileleri kırlara taşır, boz atlara binmiş Türkler, mor bir ruba giymiş papazlar, kıvırcık sakallarını okşaya okşaya ağır adımlarla gezinirler, her yer hareket halindedir."

Hiç kuşkusuz bu görüntüde, artık eski Kadıköy ile yenileşen Kadıköy bir aradadır. Kadıköy, o kırsal, huzurlu, sakin yüzünün yanı sıra, hristiyanlar kadar müslüman türklerin de boy gösterdiği bir kozmopolitleşme, bunun yanında eski geleneksel mimariyi oluşturan sık kafesli cumbalardan, yeni tarz mimari boyalı evler örneklerine kadar bir çeşitlenme içindedir.

Öte yandan, 1877-78 yılları da, Kadıköy'ün sosyal ve demografik tarihi adına önemli bir dönemeç olur, çünkü Osmanlı-Rus savaşından kaçan Balkan muhacirleri İstanbul'a sığınmak zorunda kalmış ve Saray tarafından Kadıköy yöresine yerleştirilmişlerdir.

Ancak göç hiç de sorunsuz gerçekleşmemiştir. Yerel halk özellikle de ermeniler, bu istihdam politikasına karşı çıkmışlar, Balkan muhacirlerine oldukça katı bir tutum sergilemişlerdir.

Ermenilerin bu tavırlarının sosyal ve ekonomik nedenleri vardır. Sosyolojik olarak; Osmanlı toplumunun iskeletini oluşturan "Kapalı Cemaat" yapısı, 19.yy. ikinci yarısı olarak da, varlığını etkin bir şekilde korumaktadır. Burada ermeni toplumu için de, Rumeli göçmenleri yabancıdır, adeta na-mahremdir.

Ekonomik neden ise; yine Saray'ca belirlenen zorunlu iskân nedeniyle, evlerini pansiyon olarak işleten ermenilerin bu gelirlerini kaybetmeleridir. Kadıköy, 18.yy.da bölgeye yerleşen ermenilerden sonra, özellikle 19.yy.ın ikinci yarısında, Moda civarına varlıklı gayrimüslim ve levantenlerin, Yeldeğirmeni civarına musevilerin ve Hasanpaşa civarına Romen ve Bulgar göçmenlerinin yerleşmesiyle daha kozmopolit bir görünüm almıştır. Ancak 1856 ve 1878 yıllarında geçirilen iki büyük yangın bölgede ciddi hasarlara yol açmıştır.

19.yy.ın sonlarına gelirken, Kadıköy artık bir yandan levanten ailelerin köşkleriyle donanan Avrupai bir kent, diğer yandan da bağı bahçesi pek ünlü bir sayfiye konumundadır. Nüfusu da hızla artmaktadır. 1885 sayımına göre 23.000 e yaklaşmıştır. Bu durum, uzunca yıllar payitahtı karşıdan seyreden bir köy için oldukça yüksek bir rakamdır. Bölgede gözlenen bu hızlı artış, elbette ki doğal bir çoğalışla olmayıp, artan göçlerden kaynaklanmaktadır.

1872 yılına gelindiğinde Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattı yapılırken bir hat da Feneryolu'ndan Fenerbahçe'ye çekilir. Bu hat Feneryolu'ndan ayrılıp Bağdat Caddesi'ni geçer, büyük Fuat Paşa bahçesinin duvarına bitişik ilerler, bahçeler ve köşkler arasından Fenerbahçe'ye ulaşırdı. Uzunca süre halk bu hattan faydalanarak plajlara gelirdi. I.Dünya Savaşı'nda bir ara askeri amaçla da kullanılmış, daha sonra önemini kaybetmesiyle, 1970 yılında sökülerek tarihe karışmıştır.

93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sonrası gelen göçmen kafilelerinden bir kısmının, Haydarpaşa-İzmit yolu üzerindeki hat boylarına yerleştirilmesi, Kadıköy banliyölerinin yoğunlaşmasında etkili olur. Bir kısım Bulgar ve Romen göçmeni Hasanpaşa'da İkbaliye sırtlarına yerleştirilirken, bir kısım Bulgar göçmeni de Göztepe demiryolunun kuzeyine yerleştirilir.  Balkan savaşı sonrası göçlerinde de yine Göztepe yerleşkesi ön plandadır.

O yıllarda Haydarpaşa'dan kalkan tren, Feneryolu'nu takiben Erenköy'e gelirdi. Nüfusun artmasıyla bir süre sonra yeni bir istasyon yapma ihtiyacı doğmuş, bugün lojman olarak kullanılan ahşap yapı Göztepe istasyonu olarak 1870 lerin ortasında inşa edilmişti. Ancak Feneryolu'ndan kalkan tren Göztepe'ye gelirken oldukça dik bir rampaya tırmanır, ıslak ve karlı havalarda  lokomotifin tekerlekleri raylar üzerinde kayar ve tren çoğu zaman yolda kalırdı. Bu durum karşısında rampayı düzeltmek zorunlu olmuştu. Sonunda, yol kazılarak seviyesi 11 metre aşağıya indirildi fakat bu defa istasyon setin üstünde kaldı. Yolcuların inip binmelerindeki zorlukları gidermek için ise bugünkü kâgir istasyon binası inşa edildi.

Yıl 1846. Kadıköy'de vapur seferleri başlamıştır artık. 1892 yılında ise Kadıköy, Hasanpaşa'daki havagazı fabrikasının yapılması ile havagazına kavuşur.1894 te içme suyu gelmiştir. Elektrik biraz gecikmeyle 1928 yılında aydınlatmaya başlar Kadıköy'ü. O dönemlerin sosyal hayatını Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nimetşinas adlı romanında şöyle anlatmaktadır.

"Kadıköy iskelesinde vapur bacasının tüttüğünü, düdüğün öttüğünü uzaktan gören, işiten yolcularda bir telaş.....Koşan koşana...Bilet kulübesinin önünde hanım madam, kokana, beyefendi, mösyö gibi tiplerden oluşan bir kalabalık......Sözün türlüsü....Bu dillerin Türkçe, Rumca, Ermenice, Fransızca, İbranicesi, kabası, düzgünü, bozuk şivelisi."

20.yy. başlarında ise Kadıköy, kimliğini bulmaya başlamış, canlı, hareketli aynı zamanda kültür merkezi kimliği de olan bir kentli - sayfiye imajının öne çıktığı görülmüştür. Gazeteci Ragıp Akyavaş bu konuda şöyle demektedir.

"Şimdi değil ya, eskiden bu mevsimlerde Kuşdili ve Yoğurtçu çayırlarında otlar adam boyu yükselirdi. Komik Abdi ve Hasan Efendi'lerin tiyatroları bile buradaydı. Dereboyunda kayık sefası yapar, küreklerin fışırtısıyla dinlenir, kıyılarından saz dinler, kahkahalar atardık.... Kadıköy Üsküdar gibi değildir. Ahiretten ziyade dünyaya yakındır. Biricik evliyamız Mahmut Baba bile Kuşdili'nin kenarında yatar. Ölülerimiz de adeta zevk-ü sefadan nasip alırlar.

Yine bu dönemde Faruk Nafiz, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Ömer Seyfettin ve Reşat Nuri hep Kadıköy yöresinde otururlar. Bunlardan çoğu da akşamları Yoğurtçu Çayırı’nın yukarısında Şifa ya da Bakla Tarlası denen yerde, Kızıltoprak kıyılarıyla Kalamış Koyu’na bakan bir kır kahvesinde buluşurlar. Yakup Kadri Fenerbahçe’yi de çok sever, orada sık sık dolaşmaya çıkar. Bu gezintilerde önünden geçtiği Belvü Otel ve Gazinosu’na da hep imrenerek bakar. Ancak bir gün Ahmet Haşim’le birlikte giderek gazinonun tadını çıkarırlar. Bir zamanlar Deniz Kızı Eftelya’nın da sahneye çıktığı Belvü, dönemin en popüler yerlerinden biridir. Burada pazarları balo ve suare de verilir. O zaman bahçenin ve terasın her yanı renk renk bayraklar, kağıt fenerlerle donatılır. Tâ Kuledibi’nden , Beyoğlu’ndan kalkıp buraya gezmeye gelmiş olan Yahudi kadınlar, Ermeni duduları, Levantenler ve rumyozlar da içeri girip dans edenleri görmek için can atarlar.

Aslında Fenerbahçe o dönemde adeta bir piyasa yeridir. Özellikle Cuma ve Pazar günleri; konak arabaları, kira paytonları, tenteli çekçeklerle dolar. Yaya gezinenler de pek çoktur ve bunlar genelde Fenerbahçe’ye trenle gelirler. Piyasa hava kararıncaya kadar sürer. Kimileri de deniz hamamlarının ötesindeki selvileri, sakız ağaçlarının serinliğini tercih ederler. Paralılar, kentsoylular ise Belvü Gazinosu’nda oturur, gelen geçenleri seyre koyulurlar.

I.Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti yenilince, 1918 Mondros Mütarekesi uyarınca İstanbul ve Kadıköy'e işgal kuvvetleri girer, değişik yerlere karakollarını kurar ve yönetimleri de ele alırlar.

Kadıköy'deki bulundukları sürede İngiliz ve sömürgeleri Senegalli askerler, tokmaklarla domuzları öldürürler, Hintli askerler de Fenerbahçe'de ölülerini yakarlardı.

Kadıköy tarihi ile ilgili önemli bir not da, o yıllar itibariyle şehirde kurulan ilk Türk tiyatrosunun burada olduğudur.(Bilindiği gibi imparatorluğun Suriçi’nde kurulan ilk tiyatroları Güllü Agop ve Naum tiyatroları, İstanbul’daki Ermeni azınlığın girişimiyle hayat bulan mekanlardır). Bu kuşkusuz, Kadıköy’ün söz konusu yıllardaki kentsel-kültürel kimliğine dair çok önemli bir gözlemdir.

Ünlü gezgin Crawford bakalım bu konuda neler söylemektedir.”Kadıköy, Konstantiniye’nin tek Türk tiyatrosu ile cazip bir yer. Tiyatro salonu, yerleşimin eteklerindeki geniş bir çayırlığın ucunda kalaslardan yapılmış, derme çatma bir yapı. Dekor üstünkörü, müzik berbat ve seyircilerin tümü erkek. Ancak tiyatronun sahibi ve menajeri özbeöz Türk, birinci sınıf bir komedyen. Haftada sadece iki üç gösteri yapılıyor, o da gündüzleri. Perde ise, ancak seyirci hazır olunca açılıyor. Binanın çıra gibi yanabilir özelliğine rağmen herkes sürekli sigara içiyor. Ve Türklerin bir araya toplandığı her yerde olduğu gibi dondurmacıya ve kahveciye talep çok.”

1906 yılına gelindiğinde Almanlar Haydarpaşa Garı'nı inşa ederler. Bu inşaatta Alman ustalar ve onların getirdiği Yahudi işçiler çalışır. Sonuçta ilk defa Anadolu ve Bağdat'a kadar uzanan demiryolu hattı çalışmaya başlar.

Şimdi de Maria Tsangari'nin 1900 yılı Kadıköyü hakkındaki izlenimlerini aktaralım.

"Günümüzde geniş bir alana yayılan Kadıköy 3 ana bölgeden oluşur. Kadıköy iskelesi ve çarşının bulunduğu Osmanağa. Moda ve Fenerbahçe yöresi Caferağa, üçüncü olarak, Haydarpaşa ve çevresinin bulunduğu İbrahimağa. Kadıköyün havası çok sağlıklıdır. Deniz ürünleri çok zengindir. Yörede Türkler ve azınlıklar bir arada yaşar.Beşbin kadar evin bulunduğu Kadıköy, yaklaşık yirmibeşbin kişilik nüfusu ile küçük bir Avrupa kentine benzer. Vapur iskelesinin önünde at arabaları müşteri bekler. Çarşı içine girilince bakkal, manav ve balıkçı dükkanlarının arasından geçilerek cami ve kiliselere ulaşılır. Önemli diğer yapılar olarak belediye, postane ve tiyatro binası ile Moda'daki iki büyük oteli, Fransız Hastanesi'ni, yaz geceleri kibar ailelerin müzik dinlemeye geldikleri Mühürdar Bahçesi gazinosunu sayabiliriz.

Kadıköy , yönetim olarak 1869 da Üsküdar Sancağı’na bağlanır. O zamana kadar Kadıköy’de belediye işleri Bostancıbaşı’lar tarafından yürütülürdü. Belediye memurları ve temizlik ameleleri bulunmaz, arkalarında küfelerle dolaşan çöpçüler, topladıkları çöpleri ücret karşılığında götürüp denize dökerlerdi. 1875 de ilk belediye başkanı olarak ünlü ressam ve arkeolog Osman Hamdi Bey'i görmekteyiz. Bir yıllık başkanlık sürecinde, bazı memuriyet işlerinin yanı sıra asıl temizlik işlerine önem vermiştir.1930 yılına gelindiğinde Kadıköy, Üsküdar’dan ayrılıp bağımsız belediye haline gelir.1984 yılından itibaren de Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ilçe belediyesi olarak çalışmalarını yeni kimliğiyle devam eder.

Bu gün Kadıköy rıhtımını oluşturan bütün o düzlük alanlar, deniz ya da kumsaldı. Denize yakınlığı ve toprağın kumsallığı nedeniyle buraya kumluk denirdi ve Kadıköylü'lerin eğlence ve piyasa yeriydi. Öyle ki deniz yer yer İskele Camii'ne sokulduğundan, buraları hem biraz plaj biraz da gezinti alanı idi. Bölge, aynı zamanda Kadıköy'ün ilk gazinolarının olduğu yerlerdi. O zamanki iskelenin de, İskele Camii'nin sırasında ahşap bir yapı olduğu, üst katında bir de salaş gazino bulunduğu belirtilir.

Kim bilir kimler, ne akşamlarda ne duygular, ne hüzünler bıraktılar, bu İskele Gazinosu'nda..... Yine Sermet Muhtar bu konuda şunları aktarmaktadır.

"Gazino dopdolu, bir tarafında da mutlak ahenk. Kadıköy'ün meşhur tiplerinden udi Zenop. Yağlı fesli, kirli suratlı, yırtık redingotlu fakat kendini müthiş musikişinaslardan sanan yaşlı bir ermeniydi.... Cumhuriyet sonrası öne çıkacak bir başka gazino ise, eski nikah dairesinin olduğu yerde bulunan İnci Gazinosu idi. Burası, İskele Gazinosu'ndan farklı olarak hatırı sayılır musikişinasları ağırlamasıyla meşhurdu ki, Hamiyet Yüceses, Mualla Gökçay ve Selahattin Pınar adları bu gazino ile birlikte anılıyordu.

Mühürdar semtine baktığımızda, bu semte adını veren Mühürdar kimdir? İskele camiini yaptıran III.Mustafa'nın mühür sahibi vezirlerinden Mühürdar Ahmet Efendi, 1770 te burayı, sonradan Mühürdar Bağları olarak anılacak bağlarla donatacak, bağlıkların içine de 3 katlı 15 odalı bir konak yaptıracaktır.

Mühürdar'da Cumhuriyetin ilk yıllarının unutulmaz gazinosu olarak Mühürdar Gazinosu'nu görmekteyiz. Gazino, Koço adlı bir rum tarafından işletilir, o yılların moda dansları olan çarliston ve fokstrotlarıyla öne çıkardı. Mühürdar Bahçesi, örneğin bir Nazım Hikmet'in de, hatırlı Kadıköy esnafının da, Moda levantenlerinin de sevdiği bir yer. Ancak bir süre sonra burayı yetersiz bulmaya başlayan Koço, Moda'ya geçer. Orada vapur iskelesi, deniz hamamları var ve cıvıl cıvıl. 1928 de açtığı kır kahvesinde içki de vermeye başlamıştır ve işler ilerleyince bu defa kapalı mekan kurulur ve genişler.

Kadıköy çarşısına gelince; Burası, daha çok pastaneleri, fırınları ve şekercileriyle popülerdi. Bunlardan başlıcaları Baylan Pastanesi, Bulgar simitçisi-ki şimdiki Beyaz Fırın'ın eski adıdır- Şekerci Cafer Erol, susamlı akide şekeri ile Hacı Bekir, badem ezmeleriyle ünlü, bestekar Cemil Bey'in Cemilzade'si ve Rumeli ve Balkan yemekleriyle popüler olmuş Yanyalı Fehmi Lokantası. Ve de balıkçılarıyla, baharatçılarıyla, kitabevleriyle çarşı, yaşayan zevk sahibi entellektüel bir ruhtur.

Çarşı, aynı zamanda bir ibadethaneler merkezidir. Başta Osmanağa Camii olmak üzere, Rum ve Ermeni kiliseleri burada bulunmaktadır. Ayrıca, kilise meydanındaki timsah heykeli de, Strabon'un konu ettiği Kurbağalıdere'de yaşayan timsahları simgelemektedir. Rivayetlere göre, Anadolu'yu istila eden Romalı'lar bazı esir ve köleleri timsahlara kurban ederlerdi.

Osmanağa mahallesi ise, Kadıköy'de gerçek bir osmanlı klasiğini oluşturur. Osmanağa Camii de, 1612 yılında yaptırılmış olup bölgenin ilk camisidir. Bu tarihsel öncelik, Osmanağa bölgesinin Kadıköy'ün ilk yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. Üç asır sonra burada çarşı hamamını, Yorgancı Kamil Efendi, Aktar Nazif, Elbiseci Karabet Usta gibi birçok esnafın varlığını kitaplardan öğreniyoruz. Tabloda görüldüğü gibi, bölge net bir şekilde tipik bir osmanlı müslüman türk mahallesi kent planına sahiptir. Merkeze cami inşa edilmiş, onun yanına daha kurumsal nitelikte, her yaştan insanın çokça ihtiyaç duyduğu muvakkithane, çeşme ve hamamlar sıralanmış, yakınlarına da çarşı esnafı konuşlanmıştır.

Bu görüntü, yaşamın anlamını iyi bilen ve belki de bu nedenle huzur veren bir şehir mimarisi idi. Öyle ki bu içe kapalı kent mimarisi, fertler arasında bir ortak alan oluşturuyor, bu da fertler arası paylaşımı kolaylaştıran bir ortamı sağlıyordu.

Bu paylaşım duygusu içinde çarşı ve dükkanlar, yarı ortak kamusal bir kimliğe bürünüyor, düşünceler hem her şeye biraz sahip olarak, hem de aslında hiç bir şeye sahip olamama duygularını birlikte getiriyordu.

Sonuçta, nefsi ortadan kaldıran, hayatın anlamını çok daha iyi analiz eden bir oluşum ortaya çıkıyordu. Nitekim en merkezde bir cami, çeşme gibi bütünüyle kamusal özellikli yapıların oluşu da, hayatın merkezinde her şeyin kamusallığına, hepsinin gerçek sahibinin Allah olduğunu hatırlamada bir ibret belgesi oluyordu.

Altıyol'a çıktığımızda bir zamanlar burasının bir sınır taşı olduğunu işitmek, Kadıköy'ün sonu olduğunu hayal etmek bugün bizler için zor bir algıdır. Oysa ki Ragıp Akyavaş bir hatıratında, Altıyol'un 19.yy. sonlarındaki görüntüsünü şöyle anlatmaktadır.

"Zamanında buraları boş araziler iken, kıptiler tarafından işgal edildiğinden dolayı Çingene boğazı demişler. Köyün ihtiyarları, sular karardıktan yani akşam olduktan sonra Altıyol'dan öteye gidemezdik derlerdi. Küçük meydanın ortasında bir tahta tulumba bulunurdu. Gündüzleri araba beygirleri, akşamları da davarlar sulanırdı.

Altıyol'un simgesi Boğa Heykeli'ne baktığımızda, heykel 1864 te bir fransız heykeltraş tarafından, fransız milli gücünü göstermek amacıyla yapılmış ve Paris'te sergilenmiştir. Sultan Abdülaziz, Paris ziyareti sırasında heykeli görüp beğenir ve iki adet sipariş verir. Bunlardan birini Yıldız Sarayı'na diğerini de Beylerbeyi Sarayı'na getirtir. Sonraki dönemde biri önce Lütfü Kırdar spor kompleksinin önüne yerleştirilir, daha sonra Taksim Gezi Parkı, Kadıköy eski iskele karşısı ve son olarak 1990 larda şimdiki Altıyol meydanına konur.

Moda semtine gelince, tartışmasız Kadıköy'ün en aristokrat semti akla gelir. Bu üst kimlik 19.yy.ikinci yarısından itibaren korunsa da aslında Moda'nın tarihi M.Ö. 1000 yıllarında buraya yerleşmiş Fenikeli'lere kadar uzanmaktadır.

Moda'nın aristokrat kimliği, 19.yy.dan itibaren İtalyan Tübini ailesinin, Mühürdar'da şimdiki sular idaresinin bulunduğu yere büyük ahşap ve saray yavrusu bir malikane yapmasıyla başlamıştır. Ve semtin adı o dönemde Tübini mahallesi olarak anılıyordu. Moda'da diğer görkemli malikanelerin sahipleri olarak; Lorando'ları, Avusturya kraliyet ailesi Furstenberg'leri ve Whittal'leri görüyoruz.

Moda'nın hakim dokusu, ağırlıklı olarak levanten ailelerin gösterişli konaklarından oluşmaktaysa da özellikle 1900 lerden itibaren Müslüman Türk yerleşiminin arttığını görmekteyiz. Ve homojenliğin sağlandığı önemli nokta, Müslüman ya da gayrimüslim hemen tüm yerleşimin, belli bir sosyo ekonomik çizginin üstünde yaşam sürmeleriydi. Moda'da ünlü bir müslüman konağı olarak, Doktor Mahmut Ata Bey'in evini görmekteyiz. Ev Şifa Çıkmazı'nda denize kadar inen çayırlık bir yokuşun üzerindeydi. Mahmut Ata bey, Kadıköy'ün en ünlü doğum uzmanıydı. Anlattığı anekdotlar ve hikayelerle de kendisine  ayrı bir şöhret edinmişti.

Biraz da Barış Manço'yu hatırlayalım şimdi. Söz yazarı, bestekâr, şarkıcı kimliğiyle, 60 lı yıllardan başlayarak Anadolu Rock'ını bizlere sevdiren ve ünü yurtdışına taşmış sanatçımız Belçika'da mimarlık eğitimi alırken rock müzik yapmaya başlamış, anadolu rock'ını sözleri ve giysileriyle bütünleştirerek, yepyeni bir tarz yaratmış bir müzisyendi. Sanatçımız Moda'da Whittal'lerin köşkünü satın alarak, mimari kişiliğiyle dekore etmiş, ölümünden sonra da ev müze haline getirilmiştir.

Bir başka mekân, Kuşdili Çayırı'na gelince; Kuşdili bir zamanların en gözde sayfiye alanlarından biriydi. Aslında osmanlı türk kültürü, sayfiye bağlamında bir çayır kültürüdür. Çoğunlukla ortasından bir derenin geçtiği bu çayırlar, en gözde mesire alanları olarak ilgi görüyordu.

Kuşdili Çayırı, merkeze olan yakınlığı ile önemli alanlardan biriydi. 20.yy. başlarında, özellikle Kadıköy halkının perşembe, cuma günleri akın ettikleri mesire ve piyasa yeriydi. Öyle ki Fenerbahçe Çayırı ve Kuşdili Çayırı; çayır şerbetçileri, sucular, muhallebiciler, dondurmacılarla bir panayır yerine dönerdi. Bu arada pehlivan güreşleri de yapılır, zaman zaman Sultan Aziz bu oyunlara katılmaktan keyif alırdı.

Kuşdili'ni özel kılan bir yapı ise Kuşdili Tiyatrosu idi. Bir zamanların önemli oyuncularından Kel Hasan, Naşid, Fahri bey ve İsmail Dümbüllü burada sahneye çıkmışlardı. Kadıköy'ün en eski sineması ise Mahmut Baba türbesinin karşısındaki Kuşdili Sineması'ydı. Basit bir hangar halindeki bu yapının tahta döşemelerinin altında, Yoğurtçu Deresi'ne akan kanallar bulunurdu. Arnavut'un kır kahvesi, Hamdi'nin Gazinosu ve Fenerbahçe Lokali kuşdilinin gözdelerindendi. Özellikle Hamdi'nin Gazinosu, kuşdili çayırının ortasında, dereye yakın bir bahçeydi. O dönemde Kadıköy'e elektrik henüz gelmediğinden kendi jeneratörü ile elektriğini üretir, geceleri ışıl ışıl yanardı.

Kuşdili çayırının bu eğlence ve seyir diyarının, bir de "uhrevi" misafiri vardır, Mahmut Baba. Türbesi, Kuşdili Çayırı'nın sosyal hayatı içinde, öte dünyaya aralanan iki hayatı birbirine bağlayan, bu hayatın sonunun ne olduğunu her daim hatırlatan bir göstergeydi. Yaşam ve ölüm, burada kaçınılmaz iki gerçekti.

Mahmut Baba, Kadıköy'de örneği çok olmayan tasavvuf erkanının önemli bir ismidir. Kadîri tekkesi erenlerinden olan bu güzel insan, yıllarca insanlara yaptığı yardımlarla halkın sevgisini kazanmıştır. Bir gün de Sultan Abdülmecid'e haber göndererek, o gün hamama girmemesini, zira bir depremle kubbesinin çökeceğini bildirir. Sultan bu uyarıyı önemsemeyip hamama girer. Yıkanmasını tamamlamak üzeredir ki yer sallanmaya başlar ve kubbe hakikaten yıkılır. Sultan, bu olay sonrası Mahmut Baba'yı himayesine alıp sarayda görevlendirir. Bir süre kaldıktan sonra ise, orada daha fazla kalamayacağını görüp padişahtan izin ister ve eski yaşamına geri döner.

Kayışdağı eteklerinden gelen Kurbağalıdere, adını içerisindeki çok sayıda kurbağadan ve onların etrafı çınlatan seslerinden almıştır. Derenin eskiden bir boynuz gibi tâ Hasanpaşa'ya kadar uzandığı, kimi bulgularla bilinmektedir. Denize uzantısıyla dışarı açılmaya da olanak sağlayan haliç, Fenikelilere hatta daha eskilere gidip, Fikirtepe kalıntılarından M.Ö.6400 lere kadar tarihlenmektedir. O dönemlerde küçük timsahların da yaşadığı bu nehir, temizliğiyle, berraklığıyla 50 'li 60'lı yıllarda bile balık türlerini barındırmaya devam ettiği, halen hayatta olan kimseler tarafından anlatılmaktadır. 18.ve 19.yy.larda, bir mesire yeri olup, mehtaplı gecelerde Kalamış'tan kayıklarla Kurbağalıdere'ye girilerek sazlı sözlü eğlenceler düzenlenir, bu eğlenceler bazı yaz geceleri Hasanpaşa'da sandallardan inilip yürüyerek çıkılan Fikirtepe'deki bir kır gazinosunda devam ettirilirdi.

Gelişen Kadıköy'ün artan ihtiyaçlarıyla, 1934 yılında bir ucu Haydarpaşa'ya, diğer ucu Bostancı'ya uzanan tramvay çalışmaya başlar.

1940 lı yıllarda ise bu kez Cumhuriyet elitinin ilgi gösterdiği bir bölge olur, Kadıköy. Varlıklarıyla, modernleşmenin ve aydınlanmanın beşiği haline gelir, bu güzel yöremiz.

1950 ve sonrası ise, bölgenin kültürel ve modern kimliğinin yanısıra bir ekonomik birikimin, bir zenginliğin de ilçe geneline yayıldığı süreçlerdir. Yine bu yıllarda Koşuyolu toplu imar çalışmaları, Haydarpaşa limanı yapımı ve özellikle yol yapım projeleri öne çıkar. Bu bağlamda D100 karayolu 1957-58 de tamamlanır.

Eskiden yoğun bir bitki örtüsüyle kaplı olan bölgede 1950 lerden sonra Bağdat Caddesi ve demiryolu boyunca iki katlı köşkler inşa edilmeye başlanır. Ancak, artan nüfusla birlikte bu bölgeler yazlık özelliğini kaybedip hızla kentleşir ve bu güne geldiğimizde, eski Kadıköy'den ve de Kadıköylü'den pek eser kalmadığı görülür.

O dönemlerde bir de Yoğurtçu Park'ta açık hava sineması faaliyettedir. Onu da Hulki Aktunç'dan dinleyelim. " Yerli filmler oynatıyor...Sinema bahçesinin sağında odun deposu. Bedavacılar odun istiflerinin üzerinde seyrediyor. Sinemada ne var o akşam, ikindi vakti çığırtkanlar bire bin katarak duyuruyorlar. Filmler, filmler tamam da...bir gün de, İsmail Dümbüllü'yü duyuruyorlar. O kavuklu, pişekârı da Tevfik İnce. Milleti kırıp geçiriyorlar...

Nah bu gözlerimle gördüm, ön sıralarda oturan bir herif, oyunun en heyecanlı anında sahneye bir salatalık attı.

İsmail Bey, sustu, eğildi, salatalığı inceledi bir zaman...evirdi çevirdi sağa baktı, sola baktı, aşağıya baktı, yukarıya baktı. Allahallah... mimiği yaptı. Seyirciler ise hıyar, hıyar diye bağırmaya başladı. İsmail bey de dayanamayıp, doğru ya evet hıyar diyor ve ekliyor. Bir beyefendi sahneye kartvizitini attı..."

Yine Hulki Aktunç, bu defa Kadıköy'ün bir şekilde aklını yitirmiş popüler kişilerini aktarmaktadır. Bunlar, Binneralık, Marika,  Çayır Güzeli ve de Deniz Kızı Eftelya Hanım.

Deli, atlatık, kafadan gayri müsellah derler, Binneralık'a...Adam, sidikli yokuşun başına kadar koşar, kollarını martı kanatları gibi açar, şarkısını söyleyerek, çığlıklara dönüştürerek Osmanağa Camii'ne doğru seyirtir. Yokuşun başında kollarını açarken "tayyare" olmakta, yırtık pırtık ama tertemiz gömleği havalanarak yokuşun sonuna uçmaktadır. Bu arada, Sidikli yokuşu denilen yerin, Osmanağa Camii'nin hemen solundaki, ucuz giysilerin ve ayakkabıların satıldığı sokakta cami helalarının bulunması ve onların yaydığı koku nedeniyledir.

Marika ise hepimizin nişanlısı, bir rum. 1960 larda anne ve abisiyle yaşamaktaydı. 16-17 yaşlarında bir delikanlıya sevdalanmış, sevişmişler de. Herif aniden kaybolmuş, yüzüstü bırakmış Marika'yı. Marika'nın aklı çıkmış, habire o genci arıyor. Sokak sokak deli deli dolaşır, hızlı hızlı, aheste, yeniden hızlı, koşarak , birden duraklayarak...Erkekler yaklaşır, kimseye belli etmeden üç beş kuruş verirler. Aldığı parayı avucunda adeta kaybeder, gülümser. İnsanın gözleri utanabilir mi? O'nda gördüm...

Çayır Güzeli'ne gelince... Bahariye'de Opera Sineması'nın karşısında Foto Servanis vardı. Rum. Vitrinde Çayır Güzeli...Konuşmaz, adı bilinmez...

Çayır Güzeli ağır mı ağır, boyam boyam makyajıyla, çiçek bezek giysileri, rengarenk tüyler...Papatyalar iliştirilmiş şapkasıyla, binbir takısı çıngıl püskül, bakar dururdu gelen geçene. Moda'da çok dolaşır, Moda çayırlarında da.Evet bir zamanlar ağaçlarında bülbüller öterdi buralarda. Çayır güzeli deniz kıyısında da dolaşır, kıyıları beklerdi....Sevgilisi denizciymiş derlerdi...

Deniz Kızı Eftelya'ya gelince; Eftalya Hanım'ın müzik yaşamı önce Galata kahvelerinde başlar, bir süre sonra ünlü besteci Sadi Işılay'la evlenip Paris'e giderler ve 1923-1926 yılları arasında plak doldururlar. Atatürk'ün huzurunda şarkılar da söyleyen sanatçı, 1936 yılında adına düzenlenen ve dört adet Şirket-i Hayriye vapuruyla yapılan jübile gecesinde üşütmüş ve hastalanarak 1939 yılında hayata gözlerini yummuştur.

Müfit Ekdal ismini duymayanınız yoktur sanırım.

66 yıllık hekimlik hayatının son dönemini Haydarpaşa Nümune Hastanesi Başhekimi olarak geçirmiş bir kimse olarak önemli hastaları hakkında şunları söyler.

Celal Bayar için "devlet adamıydı", derken, Neyzen Tevfik için "neyin felsefesini çalıyordu", Necip Fazıl için ise "çok kültürlüydü” yorumlarında bulunur ve Nazım Hikmet'i kendisinden dinlemek gerekir diye eklerdi. 96 yıllık yaşamına, Kadıköy'ün sosyal yaşamından sokaklarına, köşklerine kadar pek çok bilgiyi sığdırmış ve yazdığı kitaplarıyla Kadıköy'ü adeta canlı bir tarih şekline dönüştürmüş bu çelebi insanı rahmet ve sevgiyle anıyorum. 

Bugüne geldiğimizde Kadıköy, beşyüzbini aşan nüfusuyla, kısmen sakinliğiyle, doğanın kendini en güzel gösteren yapısıyla ve de aydın insanlarıyla İstanbul'un en önemli ilçesidir.

 

Tevfik Yağcı.

Araştırmacı-Yazar.          

  •  
 
Toplam blog
: 7
: 621
Kayıt tarihi
: 20.11.15
 
 

Ödemiş Lisesi eğitimi sonrası İstanbul'da Sultanahmet İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ni-şim..