Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Haziran '08

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Kadın edebiyatçı mı... edebiyatçı kadın mı ?

Kadın edebiyatçı mı... edebiyatçı kadın mı ?
 

Kadınlar, kayıtlara geçmeyen ruhsal cinayetleri anlatan POLİSİYE romanları yazmalılar belki de...


Ya kitap; ya bebek...

Seçenekleri arasında sıkışıp kalmış kadın yüzyıllar boyu.

Harriet Beechar Stowe ünlü Tom Amca'nın Kulübesi adlı yapıtının büyük bir bölümünü mutfak masasında yazmış ellerinin hamuru ile.

Kendine ait bir odaları hiç olamamış asırlarca.

Yazsalar bile erkek kılıklarına , isimlerine bürünmüşler var olabilmek için isim göçebeleri gibi.

Zaten kadınlar hep isim göçebesi değil mi ? Pasaportta başka, mezuniyet yıllığında başka, banka kartında başkadır isimleri... hep bir erkeğe bağlı değişip durur kimlikleri.

Ama erkekler öyle mi yaa...Aynı isimle doğar, aynı isimle ölürler. Soylarının isimlerini onlar tayin ederler.

Ne çok kaybolan isimsiz kadın mezarları ile doludur mezarlıklar...

Ünlü İngiliz yazar Jane Austin, sınıfsal ayrımların çok derin olduğu dönemlerde sadece bir kere aşık olmuş ve yaşadığı hayal kırıklığı nedeniyle hiç evlenmemeyi seçmiş sadece beş romanlık kısacık hayatında...

George Elliot, Mary Ann Evans adından vazgeçmiş yazar olabilmek için.

George Sand'da öyle. ( Amantina-Aurore-Lucile Dupin )

Nihal Yeğinobalı, 55 yıl önce o zamanlar okunma rekorları kıran ünlü Genç Kızlar romanını, kendi uydurduğu Vincent Ewing ismi ile İngilizceden tercüme gibi kaleme almış. Bu şekilde, içindeki erotik dozun hoş görüleceğini düşünmüş.

İlk kadın romancımız Fatma Aliye, yine ilk tercümelerini " Bir kadın" ismi ile imzalamış.


Kadın edebiyatı var mıdır gerçekten ?

Niçin oluşturamazlar ya da oluşturamadılar?

Erkekler yüzyıllar boyunca dünyada dörtnala at koşturup, yeni ufuklar keşfederken; eve kapatılmış, çocuk doğurup ip eğiren, görevi hizmetçilik ve annelik olan, evinin kapısına prangalarla bağlı kadın... Kadının seçme seçilme hakkını ne zaman elde ettiğini düşünün o upuzun insanlık tarihinde...

Konuyu ünlü feminist yazar Virginia Woolf' un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabından, bu konuda ışık olabilecek bir alıntıyla açalım isterseniz:

KENDİNE AİT BİR ODA’dan / Virginia Woolf

"Kediler cennete gitmez. Kadınlar Shakespeare’in oyunlarını yazamaz” diyen yaşlı
piskoposa cevaben)

"….. Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kızkardeşi olmuş olsaydı
neler olurdu, şöyle bir düşlemeye çalışalım.

Shakespeare büyük olasılıkla liseye gitmiş, Latince –Ovid, Virgil ve Horace- ve gramer ile mantık üzerine bilgi edinmişti, çünkü annesine yüklü bir miras kalmıştı. Çok iyi bilindiği gibi tavşan avlayan, belki de geyik vuran ele avuca sığmaz bir oğlandı ve yapması gerekenden çok daha önce, kendisine normalden çok daha kısa bir sürede çocuk doğuran, komşu çevrelerden bir kadınla evlenmek zorunda kalmıştı.

Bu felaket, onun şansını denemek için Londra’ya gitmesiyle sonuçlanmıştı. Tiyatrodan hoşlandığı anlaşılıyor; bu işe sahne kapısında at tutmakla başladı. Kısa sürede tiyatroda iş bulup başarılı bir oyuncu oldu ve dünyanın merkezinde yaşamaya başladı; artık herkesle karşılaşıyor, herkesi tanıyor, sanatını tahtaların üzerinde uyguluyor, zekasını sokaklarda kullanıyor ve kraliçenin sarayına giriş hakkını bile elde ediyordu.

Bu arada, olağanüstü yetenekli kızkardeşinin evde kaldığını varsayalım.

O da aynı ölçüde maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için aynı ölçüde istekliydi. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okumak bir yana gramer ve mantık okumak gibi bir olanağı dahi yoktu. Arada bir eline bir kitap, belki de erkek kardeşininkilerden birini alıp birkaç sayfa okuyordu. Tam o anda annesi ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını ve kitap kağıtla oyalanmamasını söylüyordu. Sert ama şefkatle konuşurlardı, çünkü bir kadın açısından varolan yaşam koşullarını bilen ve kızlarını seven gerçekçi insanlardı –hatta büyük bir olasılıkla Judith babasının gözbebeğiydi. Belki de bir elma ambarında gizlice birkaç satır karalamış, ama yazdıklarını özenle saklamak ya da yakmak durumunda kalmıştı.

Ne var ki, daha yirmisine varmadan tanıdık bir yün tüccarıyla arasında söz kesildi. Evlilikten nefret ettiğini haykırdığı için babası tarafından dövüldü. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunu yerine kendisini incitmemesi, bu evlilik meselesinde onu utandırmaması için kızına yalvardı. Ona bir dizi boncuk ya da güzel bir etek alacağını söyledi; gözlerinde yaşlar birikmişti. Judith ona nasıl karşı koyabilirdi? Kalbini nasıl kırabilirdi? Ancak yeteneğinin gücü onu buna zorluyordu. Eşyalarını küçük bir çıkına koyup bir yaz akşamı iple pencereden aşağıya indi ve Londra’nın yolunu tuttu.

Henüz on yedisinde değildi. Erkek kardeşininki gibi bir yeteneğe, sözcüklerin uyumu konusunda son derece canlı bir hayal gücüne sahipti. Yine kardeşi gibi tiyatrodan hoşlanıyordu. Sahne kapısına dikilip oynamak istediğini söyledi. Adamlar gülüp onunla alay ettiler. Şişman, sarkık dudaklı bir adam olan tiyatro müdürü kaba bir kahkaha savurdu. Kanişlerin dansetmesi ve kadınların oyunculuk yapmasıyla ilgili bir şeyler böğürdü, hiçbir kadın tiyatro oyuncusu olamaz dedi. Bir şeyler çıtlattı –ne olduğunu tahmin edebilirsiniz. Sanatında eğitim görmesi mümkün değildi. Akşam yemeği için bir tavernaya gidip geceyarısı sokaklarda dolaşabilir miydi? Ama yine de onda yazarlık dehası vardı ve erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını inceleyerek karnını doyurmak için yanıp tutuşuyordu.

Judith'in yüzü inanılmaz biçimde Shakespeare’e benziyordu; aynı gri-mavi gözler, aynı kavisli kaşlara sahipti.

En sonunda oyuncu menejeri Nick Green , ona acıdı; Judith bu beyefendiden hamile kaldığını öğrendi ve böylece...bir kadın bedeninde kıstırılıp zor duruma düştüğünde, bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir?

Bir kış gecesi canına kıydı ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatıyor "

Evet... Erkekler çok baskın, örse inen ilk çekiçle birlikte özel mülkiyete geçeli beri. Kadınların üretmesine ve başarılı olmasına izin vermiyor... Onlara edebiyat dünyasında yaşama hakkı vermiyor... Kadınlar da bu feodal ve erkek egemen zihniyet karşısında, yenilseler de " ezilmemeyi " ancak başarabiliyor...

Yüzyılların izi ve etkisi hâlâ sürse de, kadınların pek de boş durduklarını söylenemez artık.

Potansiyel zekâ kadın ve erkek tüm insanlarda eşit bir dağılım gösteriyor. Çok şükür zeki erkekler de var. Erkeklerden nasıl nefret edebiliriz ki, bu kadar iyi erkek yazar, düşünür, sanatçı, bilim adamı varken! Feministler de erkeklerden nefret etmez zaten (radikal feministler hariç , etkinin aşırı tepkiyi doğurmasıdır o).

Toplumdaki konumundan ötürü kadını suçlayıcı bakış açısı, ne acı ki kadınlar arasında bile çok yaygın bir söylem.



Virginia Woolf, yukarda sözünü ettiğim kitapta "cinsiyetini düşünmek yazı yazan herkes için öldürücüdür" der. "Katışıksız ve basit bir biçimde kadın ve erkek olmak öldürücüdür, yaratma sanatı gerçekleştirilmeden önce akılda, kadın ve erkek arasında bir işbirliği oluşturulmalıdır. Karşıtların birliği gerçekleştirilmelidir."

Ve bu feminist kadın, erkeğin yazdıklarını kadının yazdıklarından daha iç açıcı, daha dolaysız ve açık seçik bulur. Okuduğu bir erkek yazarın romanını "Büyük bir düşünce özgürlüğü, kişisel bağımsızlık ve kendine güven sergiliyordu" şeklinde yorumlar. Ama engellendiği, karşısında bir rakip olduğu ve üstünlüğünü kanıtlama çabası içine girdiği takdirde erkeğin yazdıklarını da kadınınki denli verimsiz bulur.

Sosyal, bedensel ve zihinsel özgürlüğü tam anlamıyla gerçekleştiği zaman, erkeğe ve kimseye kendini kanıtlama gereği duymadığı zaman, komplekslerinden tümüyle arındığı zaman, kadının da muhteşem şeyler yaratacağını söyler.

Ve bakın başka neler der:

"Kadınlar erkekler gibi yazar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz?"

"… biraz olsun ortak oturma odasından uzaklaşıp insanları her zaman birbirleriyle olan ilişkileri değil ama gerçeklikle olan ilişkileri çerçevesinde görebilirsek; ve gökyüzünü, ağaçları ya da kendi içinde varolan herhangi bir şeyi de böyle görebilirsek; çünkü hiç kimse görüş alanımızı kapamamalı ve gerçeği göğüslersek, çünkü tutunacak bir kol yoktur ve tek başımıza yol alırız ve yalnızca kadınların ve erkeklerin dünyasıyla değil, gerçeklikle ilişki içindeyizdir; o zaman beklediğimiz olanak doğacak ve Shakespeare'in kızkardeşi olan ölü ozan, birçok kez toprağa yatırdığı bedenine bürünecektir.

Kendinden önce erkek kardeşinin yaptığı gibi tanınmamış kadın öncülerinin yaşamından kendi yaşamını çekip çıkaracaktır..."

İnsanın kendini ifade etme biçimlerinden biri olan yazma eylemi; dünyayı nasıl kavradığının, hayatı ve insanları algılayış biçiminin de bir aynasıdır. Yazmayı iş edinenler de bu aynadan hem kendilerini, hem de içinde yaşadıkları toplumu göstermeye çalışırlar.

Peki yazmanın cinsiyeti olur mu? Yani yazar kadın ya da erkek kimliğiyle mi varolmalı yoksa bu ayrıma girmeksizin yalnızca yazarlığı mı ön plana çıkmalı?

Kadın kimliği ile yazmak adlı atölye çalışmasına imza atan Müge İplikçi, kadınların her şeyden önce kendi kimliklerinin farkına varması gerektiği üzerinde duruyor: "Atölye çalışmasına gelen yazarlarımızdan öncelikle yazmak ile kadın kimliği arasındaki boşluğu nasıl doldurduklarını dile getirmelerini isteyeceğiz. Yazmak gibi özgün bir etkinliğin kadın yazarı nerede etkinleştirip nerede içe döndürdüğünü inceleyeceğiz. Çok garip bir döngüdür bu; yazarken özgürleşirsiniz, ancak yazdığınız ölçüde tutsaklığınız artıyor. Özgürlükle tutsaklık arasında belirli bir diyalektiğin varlığından söz edilebilir, ama ikisinin birbiriyle çarpıştığı noktalar çok fazla."

Yazmak gerçek yaşamdan kaçışın, kurgusal bir dünyayı yaratışın da ismi sayılır. Erkek egemen bir toplumda kadının kimi zaman kaçış yolu olarak yazmayı bir araç olarak kullanmasının söz konusu olabileceğine inanan Müge İplikçi,
"-Bir kaçış olarak mı, yoksa bir geçim kaynağı olarak mı yazmaya başladıklarını soracağız, toplantıya katılan yazarlara.
-Kaçış olarak başlamışlarsa nereden kaçış olduğunu öğreneceğiz.
-Hayal kırıklıkları nerede başladı?
-Hayal kırıklıklarıyla mücadele etmek midir yazma edimi, yoksa baştan sona bir hayal kırıklığı mıdır yazarak elde edilen?
"


Ancak sorulması gereken asıl soru "Nasıl oldu da o bir avuç kadın ozan ve kadın yazar çıkabildi, bu şartlara rağmen yine de , olmalı.

Adalet Ağaoğlu: “Yeter artık. Bana böyle şeyler sormayın. Kusura bakmayın, sorunuzu dinlemeyeceğim. Çünkü ben kadın yazar değilim. Ben bir yazarım. Aynı gün içinde o kadar çok tuhaf teklif aldım ki. Ne zaman beni arasalar, ya kadın yazarlarla ya da cinsellikle ilgili soru soruyorlar. Bıktım artık. Bunların hepsi magazinsel işler. Ben istediğim zaman, istediğim şeyi kendim yazarım.”

Pınar Kür: “Erotik edebiyatın cinsel duyguları okşayan bir şey olması gerekir. 21’inci yüzyıl itibariyle erotizm tanımı değişmiş olabilir. Artık şiddet, işkence üzerine yazılanlar çoğaldı. Ben de bu konuda çok zorluk yaşadım; ‘Asılacak Kadın’ erotik edebiyat eseri değildi. Kadınların cinsel ezilmesi üzerine bir kitaptı...”

Elif Şafak: “Kadın yazarlarla erkek yazarlar eşit koşullarda yazmıyor, yaşamıyorlar. Erkek yazarlar her şeyden evvel ‘yazar’ olarak algılanıyor. Kadın yazarlar ise her şeyden evvel ‘kadın.’ Kadın yazarların kendilerini zırhlandırmaya daha çok ihtiyaçları var. Bu şartlar altında cinselliği yazmaları hiç de kolay değil. Hem dünya edebiyatında hem Türk edebiyatında pek çok kadın yazarın erkek ismi kullanarak yazması tesadüf değil. Erkek ismiyle daha rahat anlatabilirsiniz cinselliği, aşkı, tenselliği. Daha sakınmasız. Daha oto-sansürsüz. Kadın yazarlar ancak yaşlanınca, toplumun gözünde ‘yaşlı’ olunca bu rahatlığı edinebilirler(!).” sözleri ile yanıtlamışlar soruları.
...............................


Kadınların, en azından bir kısmının sessizliğinden vazgeçmesi, hayır mı, şer mi bilinmez. Ama , açık şiddetin bu denli yoğun yaşandığı memlekette, kadınların önce "yaşam hakkı"ndan bahsetmek gerek.

Demokrasisi gelişmiş, örgütlü memleketler fiziksel morlukları biraz öteleyip, kadınların yaralı ruhlarıyla uğraşma telaşı içindeler.

Bizde azim ile yaşamayı başarabilen söz konusu kadınlar; hakikaten enseste, tacize, tecavüze, açık ve örtülü şiddete ve örselenmiş ruhlarına rağmen hâlâ ayakta iseler övgüyü hakediyorlar değer! Toplumun her katmanında benzeri morluklar yaşıyor kadın...

Örf ve adetlerimizden olan kadın öldürme töresi çok açık bir şekilde devam ediyor. Çok değil, kafayı namusa takmış bir aile erkeği, kurbanın eş, kız kardeş, akraba kızı olduğu cinayetler için yeterli. Kadınların yaşam haklarının sağlanmadığı kötü şöhretli topraklarda, en az kadın olmak kadar tehlikeli yazma eylemiyle meşgul olanları bekleyen örtülü cinsiyetçiliğe bakınca ürperiyor insan.

Kalemi kuvvetli kadınlar en çok polisiye yazmalılar belki de ! Kayıtlara geçmeyen ruhsal cinayetlerden de bahseden...

Kadınlar edebiyatın vasıfsız elemanları mı?

Yazma eylemi bir tür hesaplaşma içerir. Ülkede yazma derdi olan kadınlar, kolejli, üst sınıf kadınları değilseler; edebiyatın ancak ıslah edilmiş alanlarında kendilerine yer bulabiliyor olabilirler. Aslında hepsi için durum pek parlak sayılmaz. Kadın hareketi 1980 sonrası bu memlekette geliştikçe, kadınlar daha görünür olabildiler. Suya yazılan tarihlerini, kendileri, kendi sözcükleriyle yazmayı başardılar. Erkeklerin katlanmayı göze alamadıkları koşullar içerisinde; zaman hırsızlığı yaparak yazın alanında var oldular. Yer aldıkları edebiyat, erkek egemen toplumun günahlarıyla dolu, üstelik yayınevi politikalarının çok belirleyici olduğu yüksek ölçekte zor bir alandı.


Daha düne kadar edebiyatın nesnesi, terbiyeli hanım kızlarıyken ne hadlerineyse özne olmak! Bu gidişle erotik eserleriyle tanınan kadın yazarlarımız bile olur!

Çıplak gözle görülemeyen hegemonya, erkek lobiciliği, yazın alanına, oldukça sempatik bir biçimde çöreklenmiş durumda. Kadın yazarların bu durumu fark ederek edebiyatın omurgasında yer alma mücadelesini de ayrıca vermeleri gerekiyor.
Hayatla ve kendileriyle çarçabuk hesaplaşarak, kurgu ile gerçeğin sevişmesine tam ortadan dalmaları, kendi hayatlarına daha az değen farklı alanlarda da ürün vermeleri gerekiyor.

Geçmişe kısa ve kaba bir bakış

1800 sonları 1900 başlarında Halide Edip Adıvar, Nezihe Meriç gibi hem toplumsal bir misyon yüklenmiş, batılı olma derdinde kadın yazarlardan çoğu, o yıllarda, İngiliz Edebiyatı'nın da etkisiyle romanla başlamış ve devam etmiş olmalarını hatırlarsınız. Bu dönem tek tük öykü kitaplarına da rastlanabilir. Roman açısından kadın yazarlar sistemli ve olağan bir artış içerisinde yer aldılar.

Öyküye gelince, 1940 ve 1980 arası yaklaşık kırk yıl; Nezihe Araz, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Cahit Uçuk ve Sevim Burak, İnci Aral, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Tezer Özlü, Nazlı Eray, Füruzan, Gülten Dayıoğlu dışında zorlarsak isim buluruz.

1980 ve 1990'lara gelindiğinde neredeyse bir patlama halinden söz edilebilir. Suzan Samancı, Sema Kaygusuz, Müge İplikçi, Gaye Boralıoğlu, Aslı Erdoğan, Şule Tankut, Semra Topal, Şebnem İşigüzel bir çırpıda akla gelenler ve daha onlarcası var. Sayılamayacak kadar çok kadın öykü yazmaktadır.

Romanda kendi ritmini bozmayan ilerleme, öyküde tuhaf ve anlamlı bir artış içerisindedir. Yaşar Nabi, Sait Faik'in hayatta olduğu dönemde bütün yazarlar, romanda adını duyurmuş yazarlar bile öykü yazmaya heves etmişler ki, şöyle bir uyarı yapmak gereğini duymuş eleştirmenler: "Edebiyatın ana türü romandır beyler. Lütfen artık roman yazın".

Kültürel geçmişindeki çarpıklıklardan ve önyargılardan arınmış bir edebiyat mümkün mü? Geçmişin, erkek egemen toplumun günahlarından arınmış; ayrımsız bir edebiyatın neresinde olduğumuz aşikar.

Kadınlar günümüzde yazı ile eskiye oranla daha fazla içli dışlı olsa da; son zamanlarda en çok öykü yazıyorlar, bu biraz tuhaf değil mi?

Anlamlı bir orana ulaşamayan kadın roman yazarlarına bakınca son yıllardaki kadın öykücü oranı dikkat çekici.

Hayatı eşit bölüşemeyiş nasıl ki mutfağa gönüllü hapsedilişi getiriyorsa, edebiyatın mutfağı da öykü olsa gerek. Kasıtlı bir hapsediliş olması; ancak bu istasyonda nefes alabiliyor olmak; kadınların anlatacak ve birikmiş öykülerinin çokluğu; edebiyatın omurgasında yer almaya vakitlerinin olmaması gibi ihtimaller ilk sayılacaklardan.

Megaloman ve erkek yazarların "kadından edebiyatçı olmaz" iddialarının ürkütücülüğü ve akıldışı oluşunun şiddeti, kadınları yazarken de otistik (!)yapıyor olmasın?!

Adı geçen vatandaşlara göre kadınlar edebiyatın nesnesi ya da ıslah edilmiş öznesi olsunlar sadece, yazmak onların neyine!

Kadın olmak dünyanın her tarafında, hangi durumda yaşıyor olsanız dahi, benzer ezilme halleri ve aşağılanmalar içeriyor. Son yıllarda kadına yönelik şiddete, istismara; sosyal, siyasal yaşamdaki temsiliyetsizliği ve çarpık muhafakarlaşmayı da eklersek; yazın alanını bu sonuçlardan soyutlayabilir miyiz ki...

Tablonun bu denli vahim olduğu bir ülkede, nasıl oluyor da son yıllarda kadınlar arka arkaya öykü kitapları yayımlıyorlar? Niçin edebiyatın omurgası olan roman türünde dikkat çekici bir artış yok? Niçin şiir, deneme, edebiyat eleştirisi alanında değil de öyküde kadınlar çarpıcı çoğunlukta?

Kadın yazarların vakitleri mi yok acaba ? Bir yandan ev içi görünmeyen emek, diğer yandan toplumsal sorumluluklar, anne olmak, sadık eş olmak, pür namus kız kardeş ya da kız evlat olmak, para kazanma derdi, bütün bunların yanında yazma eylemi ve zaman hırsızlığı yapmak zorunda olan kadınlar.

Roman yazmak, öyküye göre daha fazla zaman ve enerji demek çünkü. Bir yandan ev reçeli kaynatırken diğer yandan roman yazmak hayli zor bir görünüyor...

Kadınlar kendilerini aslında henüz anlatmaya başladılar.

Çoklukla yazılan öyküler zaten iç dünyalarda yaşanan sarsıntılar, kişisel deneyimler, ruhsal yaralanmalar, acıtılmaları içeriyor. Kadınların anlatacak çok hikâyesi var ve bu yüzden önce kendileriyle ve hayatla hesaplaşmaları gerekiyor.

Acaba öykü edebiyatın mutfağı mıydı? Nasıl ki evlerde mutfak kadınların en çok zaman geçirdiği, hizmet ettiği ve iktidar olabildiği bir alansa -hatta ayrı bir dili olduğu ileri sürülür- öykü de yazın dünyasının rahatlıkla erkeklerin vazgeçebilecekleri bir alan olmasın? Diğer alanlarda bu denli rahatlıkla geçiş sağlanabilir miydi?

Yaşamın her alanında var olan cinsiyetçilik, kadın hekimleri, cerrahlık gibi prestij ve yüksek gelir elde edilen bölümlerdense, daha az gelir getiren ve prestiji az bölümlere sıkıştırması; eğitimcilerde orta öğretim, yüksek öğretimdeki kadın eğitimci sayısının ilk kademedeki eğitimci sayısından fark edilir azlıkta olması , siyasette vitrin rolü ve kadın komisyon başkanlığı gibi uydurmasyon rollere sıkıştırırken...

Kadın yazarlar da öyküde özellikle destekleniyorlar sanki ! Hayatın her alanındaki eşitsizlik, kadınların gönüllü ya da gönülsüz ezilme hallerinin, yazın alanına da etki edeceğini söylemek varsayım sayılmaz. Yazın dünyasının giderek endüstrileştiği bir ortamda kadın yazarların öyküye bu denli yatkın olması genetik sayılmaz değil mi? Bu durum tesadüf de olamaz.

Evde de, edebiyatta da kadınların rolü mutfak mı ?

Yoksa Feride Çiçekoğlu'nun ifade ettiği gibi " Öykü aşk ; roman evlilik " mi ?







Kaynaklar :*Virginia Woolf/ Kendine Ait Bir Oda
* Müge İplikçi/Kadın Kimliği İle Yazmak(Atölye çalışması)
* Nalan T.Türkmen/Edebiyat Hala Esas Oğlanın Elinde mi ?

 
Toplam blog
: 171
: 2319
Kayıt tarihi
: 15.02.07
 
 

Düşünen, üreten, kendine, insana, çağına sorumlu, tavırlı, taraflı , çağdaş ve yüzü aydınlığa dön..