Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Aralık '16

 
Kategori
Kitap
 

Kadın kitap gibidir

Kadın kitap gibidir
 

Yersin, içersin sofrasından 

üç yüz senedir

 

                                                     Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil

                                                     F. Hüsnü DAĞLARCA

               Diyelim ki, ortaokulu, üç yıl boyunca, amcanızın yanında okusanız… İftiharla bitirip diplomanızı alsanız…

               Bir gün, aynı sınıftan üç arkadaşınız, sizi ziyarete gelse… “Haydi arkadaşım, liseye kaydımızı yaptırmaya gidelim” deseler…

 

 

               Bu güzel öneriye elbette, “Hayır, olmaz… Ben lisede okumak istemiyorum.” demezdiniz; değil mi?

               Ancak konuşmalarınıza kulak misafiri olan yengeniz, niyetinizi anlayınca yanınıza gelip:

               “Bundan sonra seni kim okutuyormuş ki, sen liseye kaydolmaya gidiyorsun?” dese, ne yapardınız?

               “Beni arkadaşlarımın yanında rezil eden böyle patavatsız bir yengenin yanında bir saniye bile kalamaz, ‘Öyleyse eyvallah bana’ der, döner giderdim köyüme” dediğinizi duyar gibiyim. Yanılıyor muyum acaba?

               İyi de köyünüze dönmekle sorun çözülmüş olacak mı? Üç yıl önce köyünüzü, ailenizi bırakıp amcanızın yanına niçin gelmiştiniz? Ortaokulu ve liseyi burada bitirip idealiniz olan mesleğe kavuşabilmek amacıyla üniversiteye girebilmek için, değil mi?

               Böyle bir davranış, idealinizden vaz geçmek anlamına gelmez miydi?

               Ben olsam ne mi yapardım?

               Çok büyük bir olasılıkla aynen sizin gibi düşünür, “Benim de bir onurum var” diyerek döner giderdim köyüme. Ve yengemin üç yıl boyunca bana yaptığı onca güzel hizmeti unutup, “Liseye gitmeme, idealim olan mesleği elde etmeme yengem engel oldu” diye anlatır dururdum.

               Dinleyen herkes de beni haklı görür, “Vah vah, yazık olmuş!” diyerek yengemi kınayıp ayıplarlardı hep. Ben de güya “onurumu korumuş” olmanın ve haklı çıkmanın gururunu yaşardım!

               Ara sıra vicdanımla baş başa kalıp şu tür bir özeleştiri yapar mıydım acaba?

               “Yahu Erkan, suçlayıp durduğun o kadıncağız, yani yengen, üç yıl kahrını çekti senin. Her sabah kahvaltını, her öğle ve akşam yemeğini hazırladı. Bulaşığını, çamaşırını yıkadı. Gömleğini, pantolonunu ütüledi. Tertemiz yataklarda yatırdı. Hiçbir mecburiyeti yokken yaptı bu işleri. Kim bilir, hangi can sıkıntısı ve moral bozukluğu ile söyleyiverdi o sözü? Hemen kırılıp alınmana, üzülmene gerek var mıydı? Kızgınlık ve öfkeyle hemen karar verip köyüne dönmekle ne geçti eline? Böyle yapacağına,Seni üzecek bir davranışım olduysa özür dilerim yengeciğim. Üç yıldır benim için nice zahmetlere katlandın. Bunun için teşekkür borçluyum sana. Lisede okumamı amcamdan daha çok istiyordun sen. “Öyleydi ama artık istemiyorum. Okuma, köyüne git” diyorsan, hay hay! Sen yeter ki üzülme. Nasıl istersen öyle yaparım, benim tatlı ve güzel yengeciğim” diyerek elini öpüp boynuna sarılıverseydim; sonuç farklı olmaz mıydı?”

               Pek çok insan gibi, ben de böyle bir özeleştiri yapmazdım herhalde. Başkalarını suçlayıvermenin kolaylığı ve rahatlığı durup dururken, kendimi ne diye sorguya çekeyim, değil mi ya?

               Diyorsunuz ki, içinizden belki de şimdi, “Ne diye böyle zor bir konu seçtin bugün arkadaş? Pekiyi, sonunu nasıl getireceksin bu söyleşinin?”

               Önce hemen belirteyim ki, “Mucize Kaymakam Turan Eren”, Üç Dilek adlı eserinde yaşadığı benzer bir durumu anlatmış. Bildiğiniz gibi, Malatya’nın Arguvan ilçesinin Yazıbaşı köyünden kalkıp Akhisar’daki amcasının yanına gider; kahramanımız. İdeali vali olmaktır. Üç yıl boyunca yaz tatillerinde bile köyüne gitmez. Ortaokulu iftiharla bitirir. Ziyaretine gelen üç arkadaşıyla birlikte liseye kaydolmak için gideceği sırada yengesi, “Bundan sonra seni kim okutuyormuş ki, liseye kaydolmaya gidiyorsun?” deyiverir.

               Böyle bir durumda siz ne yapardınız, ben ne yapardım; bunu bir yana bırakalım da Turan Eren ne yapmış, ona bakalım: Yazara bıraktım sözü:

               “Yengem genelde çok iyi bir insan olmakla birlikte, zaman zaman son derece sinirli olurdu. (…) Bu dönem bir hafta, on gün sürerdi. Sonra tekrar normale dönerdi. Bu dönemlerde kendi tabiri ile ağzının perdesi yoktu. Aklına ne gelirse söyler; kırmış, üzmüş, ayıp etmiş umurunda olmazdı. Genellikle üç dört ayda bir sinirlendiği bu dönemde, benimle de mutlaka bir bahane bulur, kavga ederdi. Kavgayı hep çok basit bir meseleden çıkarırdı. Sonra ağzına gelen her türlü hakareti yapar, eline geçen tava, tencere, süpürge ne varsa kafama fırlatırdı. Ben onun o çılgınlık anında ya dışarıya kaçar, ya da ellerinden tutar, sakinleştirmeye çalışırdım. Benimle boğuştuğu anda bile gömleğimin kirli olduğunu veya bir düğmenin eksik olduğunu gördüğü andan itibaren yine üstüme saldırır, ‘Çabuk çıkar şu gömleği yıkayacağım. Şu düğmeni dikeceğim. Bunu nasıl giyersin?’ diye büyük bir tepki gösterir, üstümden gömleği yırtarcasına çıkarır ve onu yıkamaya veya düğmemi dikmeye başlardı. Her kavgası, hakareti beni derinden yaralardı. Fakat kendisine karşı her zaman ve her durumda saygılı olmama rağmen kızgınlığının doruk noktasında, ‘Seni artık okutmayacağız, defol git. Cehennemin dibine kadar yolun var.”sözleri beni bütün benliğimle sarsar, çok üzerdi. (…) Hatta ortaokulu bitirmeme yakın bir sırada, amcama, “Bu evden ya ben, ya Turan gidecek. Tercihini yap.’ dedi.”

               “Yok artık, bu kadar da olmaz. İdeal, mideal güzel ama bu kadar hakarete de katlanılmaz. Ben olsam, bir dakika bile durmam o evde.” mi diyorsunuz?

               Tamam, saygı duyarım bu görüşünüze de, “Turan Eren ne yapmış acaba?” diye merak etmez misiniz?

               Bilirim ki, merak edersiniz. Anlatayım:

               Ortaokul arkadaşlarının gelip, “Haydi Turan, liseye kaydolmaya gidelim.” deyince, yengesinin, “Bundan sonra seni kim okutuyormuş?” dediğinde, arkadaşlarına karşı rezil olduğunu düşünerek çok üzüldüğü günün akşamı, amcasına konuyu yumuşatarak anlatır; kahramanımız. Amcası çok kızar ve “Yarın, derhal gidip kaydolacaksın” der.

               Bu kez yengesi, sanki gündüz, o sözleri söyleyen o değilmiş gibi, “Turan, oğlum; git kaydol. Ortaokuldaki gibi güzel güzel oku. Benim gibi bir delinin lafına bakma.” der.

               Gerçekten de ertesi gün gidip arkadaşlarıyla buluşarak liseye kaydını yaptırır.

               “İyi olmuş. Bunu anladık da, yengesi amcasına, ‘Bu evden ya ben, ya Turan gidecek. Tercihini yap.’dedikten sonra ne olmuş? “ derseniz, yazarı dinleyeceksiniz:

               “Amcam hafif gülerek, ‘Dudu Hanım, bu evden tabii ki sen gideceksin. Sonra da gerekirse ben gideceğim. Ama Turan, okulunu bitirmeden hiçbir yere gitmeyecek. Bunu o kafana iyice sokacaksın. İşte kapı.’dedi. Aynı zamanda eli ile kapıyı gösterdi. Yengem büyük bir hışımla yerinden kalkarak kapının arkasında asılı olan feracesini giydi. ‘İşte, evi terk edip gidiyorum.’dedi. Kapıyı açtı. Amcam da, ‘Güle güle git’dedi. Ben çok üzülmüştüm. Büyük bir üzüntü ve sıkıntı ile yengeme baktım. O da kapının arasındayken dönüp bana baktı. Hem de öyle bir baktı ki, sanki yalvaran gözlerle, ‘Beni bırakma’der gibiydi. Kapının arasında bir hayli durduktan sonra ben, ‘Yenge, nereye gideceksin? Bu ev senin. Tabii ki gidecek biri varsa, o da benim. Gel içeri.’dedim. Hemen içeriye girip kapıyı kapattı. Feracesini çıkarıp kapıya astı ve amcama dönerek, ‘Gök gözlü Mahmut, Turan’ın hatırı için gitmiyorum.’dedi.  Ben de amcam da son derece memnun olmuştuk.”  

İşte böylesine güzel amcalar, böylesine güzel yengeler de var bu dünyada. “Amcanın güzelliği tamam da yengenin güzelliği nerde?” derseniz, bir iki dakika daha dinleyin beni:

               O akşam amca, “Haydi siz oturun, ben kahveye gideyim.” deyip çıkınca, Turan yengesine, Akhisar’a gelmesinin hayatının en büyük şansı olduğunu… Malatya’ya köyüne dönerse asla okuyamayacağını… Üç yıldır kendisine bir anne gibi baktığını… Zaman zaman kızsa da bir anne sevgisi ve şefkati ile en iyi şekilde yedirip içirdiğini… Üstünü başını yıkadığını, bunun için kendisine minnet ve şükran borçlu olduğunu dilinin döndüğünce anlatır.

               Yengesi çok duygulanır, “Turan, oğlum! Sen benim gibi bir delinin kusuruna bakma. Hayatta hiç oğlum olmadı. İnan, öz oğlum da olsaydın, yine böyle davranırdım. Seni çok seviyorum. Geldiğin ilk günden itibaren eve bir neşe, bir güzellik, bir hareketlilik getirdin. Bana can yoldaşı, bir evlat oldun. Benim zaman zaman böyle deliliğim tutar. Kendime hâkim olamıyorum. Ağzıma geleni söylemezsem, sanki çıldıracak gibi oluyorum. (…) Bunun sebebi, öyle zannediyorum ki, midemdeki ülser. O dert ortaya çıktıkça, midemdeki ağrı ve sızı dayanma gücümü aşıyor, beni bu noktalara getiriyor. Sen asla kusuruma bakmayacak, derslerine çalışmaya devam edeceksin.” der.

               Kendini böylesine bilen, ağzından bal akan böyle bir yengeye, “Canım kurban yengem sana!” demez misiniz siz?

               “Kadın kitap gibidir. Öyle bir başını, bir sonunu okuyarak bütün kitabı anlayamazsınız.” diyen kişi başta olmak üzere, “Onca yıldır, karımı bir türlü anlayamadım.” diyen beylere selam olsun! 

                   Hüseyin Erkan

                                                                                         huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

------------------------------------------------------------

TEŞEKKÜR: Yazılarımı okuyup telefon ve mesajla duygu ve düşüncelerini benimle paylaşmak lûtfunda bulunan Ressam Yazar İbrahim Ekmekçi, Şair ve Yazar Muhsin Durucan,

Prof. Yazar Osman Nuri Yıldırım, Romancı Fatma Pekşen, Şair Sabri Galip Nakipler, Zir. Yük. Müh. Abdullah Tavmen, Orm. Yük. Müh. Eşref Girgin, Ressam Prof. İsmail Çoban, Yazar Şehriban Tuğrul, Yazar Ünal Bolat, Şair ve Yazar Süreyya Eryaşar, Şair ve Yazar Ünal Şöhret Dirlik,

Hukukçu YazarAli Rıza Cemeroğlu, Öğret.Raziye Aydemir Arslan, Öğret.İbrahim Akkaya ve Öğret.Gülseren Korc ile sevgili yazarlarımız Naciye Makal ve Mahmut Makal’a, ayrıca Aksulu, Dicleli ve Hasanoğlanlı öğretmen dostlarıma yürekten teşekkürler!.. (H. E.)

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..