Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mayıs '09

 
Kategori
Felsefe
 

Kadını Lanetleyen Bir Uygarlık

Kadını Lanetleyen Bir Uygarlık
 

Milliyet Foto Galeri


İnsanların, mağaralarda yaşadığı ve ihtiyaçlarının çok az olduğu devirlerde, aralarında herhangi bir "işbölümü" yoktu.

Dolayısıyla herkes, yeteneğine göre üretiyor ve ihtiyacı nispetinde tüketiyordu. Mülkiyet kavramı daha gelişmemişti.

Marks’ın da üzerinde çok durduğu bu insani birliktelik, kelimenin tam anlamıyla komünal bir topluluktu.

Tamamen ihtiyaç düzleminde yaşadıkları için; arzu duymayı, organize suç işlemeyi ve sömürmeyi henüz öğrenmemişlerdi.

İlk olarak ateşi kontrol etmeyi öğrendiler; hemen ardından, dili keşfettiler.

Artık, kendi aralarında, çıkardıkları kaba saba seslerle, ya da beden diliyle değil; içeriği anlam ve açısından fakir bile olsa, konuşarak anlaşıyorlardı.

Böylece, insanın "dil" aracılığıyla ürettiği en karmaşık sistem olan sembolizm tarih sahnesine ilk defa çıkmış oluyordu. Yine dil yüzünden, yüzeysel düşünceler fikirlere dönüşüyor ve bilinçdışı derinlik kazanıyordu.

Bu arada; mevsimlere göre göç etmeyi, avlanmayı ve toplayıcılığı da öğrenmişlerdi.

Bütün bu olup bitenler, insanoğlunun var olduğu coğrafyada eş zamanlı gerçekleşmiyordu elbette.

Kavimler arasındaki toplum-zihinsel gelişim düzeyi farklılıklar arz ettiğinden, anlayışları künd olan toplumlar, esnek olanlara nazaran, insani değerlere karşı daha yıkıcı davranışlar sergileyebiliyorlardı.

Ve sonunda öyle bir gün geldi ki, o güne kadar gayet basit şeyler içeren yaşamlarını, son derece karmaşık bir yapıya sahip olan "tarım" ile taçlandırdılar.

Tıpkı, buhar makinesi ya da bilgisayar gibi tamamen insan zekâsının ürünü olan; dahası, o güne kadar toplum hayatına girmiş en "suni" şey olan tarımsal faaliyet, insanı doğaya yabancılaştıran bir uğraştı aslında.

Üstelik köleciliği ve feodaliteyi de beraberinde getirmişti. Başka bir deyişle, insanoğlu; ilkel, (basit) göçer, sınıfsız toplumdan; işbölümü yüzünden oluşan sınıfların kurduğu yeni bir toplumsal düzene geçiyordu. Artık, zorunlu göçler sona ermiş, yerleşik hayata geçilmişti.

Çünkü zeka, kendi varlık nedeni olsa bile, işlenmemiş, saf, arı tabiatta bir türlü doyuma ulaşamıyor ve annesinden uzakta oynadığı oyunla ancak kendini var edebilen bir çocuk misali; tabiatla taban tabana zıt olan bir şeyi; yani; doğayı, doğal olmayan şeye dönüştürme gücüne sahip olan kültürü yaratıyordu.

Ne var ki kültür, çocuklardan ziyade büyüklerin oynadığı kanlı bir oyuna dönüşecekti.

Artık rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: İnsan zekâsı, doğanın doğurduğu doğal olmayan tek şeydir. Dolayısıyla, orijinaldir ve biriciktir.

İşte tam da bu aşamada, Hegel’in felsefesinin omurgasını oluşturacak diyalektik yöntemin malzemeleri, doğa/zekâ/kültür üst başlıklarıyla, bir bir ortaya çıkmaktadır.

Hegel, öznel zekânın nesnel zekâya dönüşmesinin tarihini araştırmaya bir ömür adayan büyük bir filozoftur.

Ayrıca, tek Tanrılı dinleri de yaratan bu uygarlığın adı; göçer toplumda gayet özgür olan kadının, yerleşik düzene geçer geçmez, erkek tarafından zorla kapatıldığı o lanetli ev ile birlikte anılacaktır.

 
Toplam blog
: 164
: 710
Kayıt tarihi
: 13.09.06
 
 

1956 yılında doğmuşum. Tanrı Bilimi Eğitimi aldım. 78 kuşağından olmanın verdiği şevkle olsa gerek;..