Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Kadınım

Kadınım
 

Beni sevme kadınım. Yüzyıllar öncesinden kalmış âşık kalplerin yorgun çerçisiyim ben. Bırak beni kadınım. Aşk, bu topraklardan göçeli çok oldu. Derinlik yok artık ilişkilerde. Ten uyumunun yakalandığı şahıslarla yaşanan sevişmelere "aşk" diyorlar şimdi. Ve uzmanlara göre en fazla üç yıl sevişilebiliyor aynı kişiyle.

Yazık ki sevişmeler de salt bedene indirgendi. Kimse bilmiyor, yârin ellerini tutup, gözlerinin derinliklerine bakarak da doyuma ulaşılabileceğini. Hatta hiç dokunmadan, yan yana oturarak başlar ön sevişme. İki sevdalı kalpten akan sevgi pınarıdır bu. Bedenden önce ruhlar birleşir çünkü. Alıp, içinde saklamak istersin dokunmaya kıyamadığın sevgiliyi. Oysa sevişmeler, bir an önce 'mutlu son' a ulaşma telaşıyla yaşanıyor şimdi.

Çek gözlerini gözlerimden kadınım. Senin aşkını ateşleyecek materyalleri arama bende. Ten uyumu dediğin şey, ayakkabılarımın markasından, kazağımın etiketinden ibaret. Önce bunların uyuşması gerek bedenini teslim etmen için. Bakma bana kadınım. İçi boş ambalajlardan değilim ben.

Benim geldiğim çağda 'özlemek' vardı. Soğukta it gibi titrercesine gebermek hasretten. Adının her harfini tek tek söyleyerek, odamın duvarlarına tırnaklarımı geçirerek özlerdim seni. Özlemek kanatırdı. Gecenin en kör saatinde içim acıyarak uyanırdım uykularımdan. Camdan izlerdim zifir karanlık geceyi. Derin bir duman kaplardı odamı, ciğerlerimi, düşüncelerimi... Boğulurdum. Özlemek boğardı. Volta atardım odamın içinde, adınla başlayıp adınla biten cümleler kurarken. Razıydım vazgeçmeye ömrümün bin yılından, bir lahza olsun yanaklarını avuçlarımın içine alıp, gözlerine bakayım yeter.

Kadınım; söyleme bana özlediğini. Çünkü senin lügatinde özlemek, 'bedenim bedenini istiyor'dan öteye geçemiyor.

Nerede kaybetti bu asır? Ne zaman başladı bu iki kişilik yalnızlıklar? Önce çocukluğumuzu bıraktığımız yerde, sonra tüketim alışkanlığına kapıldığımız ilk günde. Takibinin bile yapılamadığı, akıl almaz bir tüketim olgusu hâkim 21. yüzyıla. Tüketiliyor. Teknoloji kendi hızına yetişemiyor. Her ürünün modasının 6 ayda bir değiştiği dönemdeyiz. En çok kazandıran sektör reklâmcılık. Habire yeni ürünler koyuyorlar önümüze, hızla tüketiliyor bunlar ve yerlerini yenileri alıyor. Bu olgu yaşama öyle bir yerleşmiş ki, sadece nesneler değil, şarkılar, kitaplar, dostluklar, aşklar da aynı hız ve kayıtsızlıkla tüketiliyor. 'Modası geçmiş şarkılar' deyimi var dillerde. 'Bu kalp seni unutur mu' dan, 'Ex aşkım' dönemine geçildi.

Şarkılardaki dejenerasyon mu aşklara yansıdı, yoksa şarkılar, dejenere olmuş aşkların ifadesi mi, anlamak zor. 'Senin modan geçti, şimdi o kadın moda, bye bye' şarkısı eşliğinde, on dakika içinde barda başlayan ilişki, 2 saat sonra yatakta devam ediyor ve sadece 3 gün sonra söyleniyor, "seni seviyorum" lakırdıları.

Tadı tuzu kalmadı aşkların. 'Seni seviyorum' sözcüklerini pazardan satın almak mümkün artık. Öylesine laçkalaştı ki bu cümle, tılsımını yitirdi sevmeler, inanmadığı, hissetmediği halde pelesenk edilmiş diller sayesinde.

Sus kadınım, söyleme! Değil mi ki yüreğin titremiyor, değil mi ki gürül gürül bir şelale çağlamıyor içinde, sus kadınım. Anlatma bana hiçbir şey. Ben senin içindekileri, parmak uçlarımı dudaklarında gezdirerek görüyorum. Çabuk kandırılır gözler ve kulaklar. Ellerimle görür, parmaklarımla işitirim ben.

Ayrılık acıları geçmişte kaldı. Yirmi birinci yüzyılda en fazla 3 hafta sürüyor hicran. O da, alışkanlıktan vazgeçmenin aşka bulandırılmış hali. Yıllarla ifade edilen ilişkiler bittiğinde, bir süre 'free' takılınıyor, ardından (ki en fazla bir kaç hafta sonra) yeni bir bedene yatay geçiş yapılıyor. Üç gün içinde aynı sözler, aynı tonlarda söyleniyor, köhne otelin yeni misafirine.

Ben acılarımı damıtıp, yudum yudum içtim kadınım. Her boran, her fırtına kırdığında dallarımı, çıplak ayak yürüdüm cam kırıkları üzerinde. Ben mahşerimi yaşadım kadınım, cehennemimde yandım. Her gidişinde un ufak oldu bedenim. Issızlığımı gördüm. Ağladım...

Aşkı ve hayatı güzelleştiren kavramları da götürdü bu yüzyıl. Estetik, incelik, nezaket... 'Gör beni göreyim seni' , 'Al gülüm ver gülüm' riyakârlığı. Şartsız, koşulsuz, çıkarsız, yalansız, hesapsız sevmeler unutuldu. Sevdiğini mutlu ederek mutlu olurum ben, mutluğumu başkalarının mutsuzluğu üzerine kurarak değil. Karşılık beklemeden yapılan güzellikler geride kaldı.

Öyle tedirgin bakma bana kadınım. Bu paslanmış yalnızlıklar benim suçum değil.

Steril yaşama terfi etti bu çağın insanı. Doğumdan ölüme kadar her şey kontrol altında, planlı, programlı ve sürprizsiz. Ana rahmine düştüğü anda çocuk, cinsiyetini öğrenebiliyoruz artık. 'Sağlıklı olsun da, ha kız ha erkek' tevekkülü silindi dillerden. Doktor kontrolü altında, bilimsel besinlerle büyüyor çocuklar. Bu bilimsel beslenme, bilgisayar başında bilimsel yalnızlıklarla devam ediyor. Top peşinde koşarken kırılan kol yüzünden doktora gitmeler, yerini, ekran karşısında canavar öldürmelere bıraktı.

Üzerinde kestane pişirilen sobalı evlerde büyüdüm ben. Har, demir çubuklara hapsedilmemiş, ateş lüks olmamıştı henüz.

Kızların minicik eteklerle seksek oynadığı sokaklarda, elimizde tahta kılıçlar, düşman askerleri kovalardık kısacık ve askılı pantolonlarımızla. Erik ağacından düşüp dizlerimizi kanatırken, 'annecim' feryatları inletirdi mahalleyi. Çakıyla mızrak yaparken kesilen o minik parmaklar, ilk derin dostluğun başlangıcı olurdu; kan kardeşliğin. Saklambaç, yakan top, beş taş, topaç, yo yo, çivi, ip atlamak, kibrit atmaca, misket ve uçurtmaların esamisi bile okunmuyor artık neredeyse. Çocuklar sokaklarda dizlerini kanatarak değil, beton binalarda bilgisayar başında büyüyorlar.

Bağışla beni kadınım. Yeni bir steril yalnızlığa yol açmasına müsaade etmeyeceğim spermlerimin.

Kıyıcı bir kör karanlıkta geçen bu çağa "iletişim çağı" diyorlar. Tüm duyguların cep telefonlarına ve bilgisayarlara tıkıştırıldığını izliyorum içim burkularak. 160 karaktere sığdırılıyor aşk mesajları. El kitapçıklarından öğreniliyor sevgiliye gönderilecek güzel sözler. 'Slm. Nbr?' yavanlığında başlıyor ilişkiler. Üçüncü yazışmanın sonunda 'hayatım', 'canım' sözcükleri uçuşuyor havada. Ve kimse aldırmıyor ziyan edilen bu kelimelere. On beş gün sonra bir başkasına söylenebiliyor nasıl olsa.

Görücü usulü evlenmenin çağ dışı kaldığını söyleyenler, görmeden sevgili olabilmenin tezadı içindeler. Kimse hesabını veremiyor, chat'te 'aşkım' dedikten sonra, ilk buluşmada ' Eee, elektrikler kesikti, ben yeterince alamadım. Kusura bakma yani' ikiyüzlülüğünün. Vıcık vıcık yalan akıyor dillerden, feri sönmüş gözlerden. Aynı hissizlik içinde yeni bir 'imge' peşinde pür telaş bir koşuşturma başlıyor. Aynı kelimeler, aynı ruhsuzluk içinde zikredilebiliyor ve söylenecek yeni yalanlar bulunuyor nasıl olsa...

Ve sanal sexi de icat etti insanoğlu. Dokunmak, gizemini yitirdi. Şehvet ve tutkuyla bakan gözler, heyecandan gürültüyle çarpan kalp, kesik kesik ve hızla soluk alıp vermeler unutuldu bir bir. Dudakları yakan tuz tadı mazi oldu.

Çek ellerini ellerimden kadınım. Bin yıllar öncesinde, ürkek bir serçe gibi avucumun içinde titreyen eller, bu eller değil. Bir rahibin, yeni doğan bir çocuğu vaftiz edişi kutsallığında sevişmedik mi biz seninle? Parmaklarım, yeni bir kıtayı keşfe çıkmış kâşif merakıyla dolaşmadı mı teninde, her seferinde sanki ilk kez dolaşıyormuşçasına? Ve yeni bir kenti fethetmiş komutan edasıyla girmedim mi o saraya, kenti incitmeden?

Kadınım, ne işe yarar ki bu dizler; sen gelip de başını yaslamadıktan sonra?

Mum ışığında susuşlarımız vardı. Parmak uçlarımın, parmak uçlarında süzülüşü. Hoyrat dokunmalardan kaçtık hep. Ben sana hiç kıyamadım ki kadınım. Geçmişten getirdiğin yaraları dudaklarımla sildim. Senin gözlerinden akan yaşlar, benim yanaklarımdan süzüldü.

Zaman zaman uzak şehirlerdeydin kadınım. Kimi zamansa uzak ülkelerde. Bu yüzdendir buruk gülümsetmesi beni otobüs terminallerinin. En iyi ben anlarım vapur iskelelerinin boynu bükük mahzunluğunu.

Özlemin kâğıda yansımasıydı mektup. Üzerine kokunun sindiği kazağı koklayarak, sigarayı uç uca ekleyerek, vanilya kokulu mum ışığında bakarak resmine, kadeh kadeh kan kırmızı mey, saatlerce yazılırdı hasret dolu nameler. Şimdi e-mail' lerde anlatıyor meramını, yirmi birinci yüzyıl âşıkları. Birbirlerinin el yazısını tanımayan çiftler, hangi kaderin yazgısını paylaşacaklar ki?

Ankesörler vardı bir de, izbe sokaklara iliştirilmiş kulübelerde. Gecenin en tenha vakti, tuşlara basabilmek için çakmakla aydınlatılan, bir elde ahize, öbür el cepte, üşüyerek yapılan konuşmalar. Şartların zorluğu, harcanan emekti belki de, bugün sıcacık odada, yatağın üzerinde uzanarak, cepten cebe yapılan konuşmaların, o nahif günlerin lezzetini verememesini nedeni.

Velhasıl kadınım, yorgun bir ozan edasıyla yalnızlık türkülerini ıslıkla çalarak izliyorum, önümden soğuk rüzgârıyla dörtnala geçen bu asrı. Ürperiyorum...

Ben gidiyorum kadınım, saçlarımı bahar yellerinde savurarak. İçimdeki bozkır, titrek dudaklarım, kavruk yüreğimle gidiyorum. Adresim meçhul. Ama sen, bir tek sen biliyorsun hangi masalın bahçesinde olacağımı. Biliyorum, yüzyıllar sonra bir sabah, ansızın çıkıp geleceksin. Bütün mevsimleri dolaş, ben bekliyorum.

Hoşçakal kadınım. Burnunun ucundan öpüyorum…

Not: İşbu yazı; yıllar öncesi bir 14 Şubatı’nın 03.12–06.39 saatleri arasında kaleme alınmış olup, yıllar sonra ‘özel’ bir istek nedeniyle Blog’a alınmıştır….

 
Toplam blog
: 70
: 1618
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Milliyet Blog'un ilk yazarlarındanım. Uzun yıllar gazetecilik yaptım, sonra bir sabah uyandım ki ..