Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '11

 
Kategori
Kültürler
 

Kadınlar

Kadınlar
 

Amazon


Bu yazın başında Karadeniz turu yapmaya niyetlendim. Daha önceden iki kere gitmiştim ama son gidişimden bu yana da yaklaşık onbeş yıl geçmişti.

İlk gidişimde, Batum'dan 93 harbi ile İstanbul'a gelen annemin dedesinin izlediği yollardan geçmeyi hayal etmiştim. İstanbul'dan Ankara yolu üzerinden Samsun'a sapıp, sonrasında da neredeyse hep sahilden Karadeniz'e paralel olarak Hopa'ya, Gürcistan sınırına kadar gitmiş, dönüşte de Rize Çamlıhemşin'e, Ayder yaylasına uğramıştık.

Sahilden tepelere tırmanarak Ayder'e gitmek, düşündüğümüzden de zor olmuştu. Dur durak bilmeksizin yolaldığımız araba, dağlara tırmanırken birden bire durunca yoldan geçecek bir araç ile tamirciye ulaşmaya çalışmıştık.

Şansımıza o sırada orada, yolda kendilerini Ayder'e götürecek bir aracı bekleyen gençleri görünce belki bilirler diye 'yakınlarda bir tamirci olup olmadığını' sormuştuk da aralarındaki uzun boylu genç, ''Ben bu arabalardan anlarım abi'' demişti. Allahtan önemli bir şey yokmuş da sihirli elleriyle dokunup çalıştırıvermişti arabamızı.

Biz de onun üzerine, yola beraber devam etmeyi teklif etmiştik. Ben direksiyonda, arabayı tamir eden çocuk yanımda, arkadaşımla  adının Emine olduğunu sonradan öğrendiğim güzel kız da arkada,  yola koyulmuştuk.
Ben merak edip, sözlü, nişanlı falan olup olmadıklarını sorunca gülmüşler ''Iıh, değiliz'' demişlerdi. Sonradan, arkadaşım Emine'ye geçtiğimiz yollarla ilgili soru sorarken ben de, yanımdaki gence  ''Eee söyle bakalım, seviyor musunuz birbirinizi?'' demiştim, büyük şehirden küçük kasabaya gelmiş adam edası ile. Gülmüştü, onaylarcasına. ''Nereden biliyorsun ki, söyledi mi bunu sana?'' dediğimde de ''Açıkça söylemedi ama geçenlerde komşu köydeki düğünde yanıma geldi elimi tuttu, beraber horon teptik. Sevmese yapmazdı bunu'' demişti.

Aşkın güzelliği, saflığında gizli olsa gerek, o büyüsü bozulunca pek tadı kalmıyor sanırım. Başımı hafiften arkaya çevirip bu sefer Emine'ye sormuştum. ''Okuyor musun?''. ''Yok, babam ilkokuldan sonra göndermedi, sen okursan anana kim yardım edecek, bulaşık, çamaşır, kardeşlerine kim bakacak sonra?''  ''Yazık, okumak ister miydin peki?'' demiştim. ''Tabiki isterdim ama...''. ''Peki şimdi hiç kitap okuyor musun?'' ''Okuyorum'' ''Ne okuyorsun, hangi yazarları seviyorsun, okuyacağın kitapları neye göre seçiyorsun?'' ardı ardına geliyordu sorularım. ''Seçmek mi? Buraya o kadar az kitap geliyor ki, ne bulursam okuyorum, seçim benim için bir lüks''.
''Sana, okuyasın diye kitaplar getireceğim'' dediğimde sanırım bana inanmamıştı ama yüzüme de vurmamıştı. Belki de onu okuldan, sevdiği ortamdan kopartıp eve bağlayan babasından dolayı, erkeklere güvenini kaybetmişti. Kadınlara ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını söyleyen erkek egemen yapıyı daha yeni yeni tanımaya başlıyordu. Onların dediklerinden çıktığında ise namussuzlukla suçlanacağını ise muhtemelen  bilmiyordu bile. Söz dinleyen uysal kedi saflığı, henüz ona bu tatsız ve hiç yaşanmayası deneyimi göstermemişti daha.  

İşte, Karadeniz'e ikinci gidişim Emine'ye kitap götürmek için oldu. O zamanlar Şişecam'da çalışıyordum ve şirkette bir kitap kampanyası yapmıştım. ''Herkesten, öyle evde zamanında gazetelerin verip de artık kimsenin yüzüne bile bakmadığı, birilerine versek de yer açılsa dediğiniz ansiklopedileri falan değil, okuduğunuzda sizi en çok etkileyen, sizin siz olmanıza en çok katkısı olan kitaplardan birisini hem de ön-arka kapak içlerine o kitaplardan ne öğrendiğinizi Çamlıhemşinli bir genç kıza hitaben yazarak vermesini istiyorum'' demiştim.
Çok sayıda kitap toplanmıştı, arabamın bagajı, arka koltuklar her yer kitapla dolu yola çıktım, gittim Emine'yi buldum. Onun aracılığıyla kitapları Çamlıhemşin kütüphanesi'ne teslim edip, sözümü tutmuş olmanın huzuruyla Karadeniz'in aradan onbeş yıl geçtikten sonra tanıyamayacağımı henüz bilmediğim yerlerinden, kısa konaklamalarla geçip İstanbul'a döndüm.

Yıllar boyu Emine her aklıma geldiğinde ''Acaba şimdi ne yapıyordur?'' diye kendi kendime sorardım. Son yerel seçimlerin ardından Rusya'da evimde, çanak antenden bir Karadeniz radyosunu dinliyordum, spiker seçim sonuçlarından bahsederken bir ara, Çamlıhemşin'de;  Rize'nin genelinde oluşan siyasi kararın dışında seçimleri bir bağımsız sosyalist adayın kazandığından sözetti. Kulaklarıma inanamadım ancak sonradan düşününce Şişecam'da kitap kampanyası başlatmadan önce insanlara söylediğim sözler aklıma geldi. ''Sizi en çok etkileyen, sizi siz yapan kitaplar, ama kapak içlerinde de Emine'ye ve arkadaşlarına da mesajlar yazmayı unutmayın''. Hala bilmiyorum, o bizim kitapların seçim sonuçlarında ne kadar etkisinin olduğunu ama, onca yer arasında sadece Çamlıhemşin'de gerçekleşen 'farklı' seçim sonucu...

İşte bu yılın haziran ayında da üçüncü kez Karadeniz yollarına koyuldum. Sonradan gazetelere 'ilk şiddetli yağmurda çöktü' haberleriyle konu olan ve tabiatın böğrüne saplanmış hançer gibi, belki yolu kısaltan ama doğanın ömründen de alıp giden asfalttan, Akçakoca'dan Batum'a kadar değişik yerlerde konaklayarak gittim, geldim.

Samsun merkezi zaten eskiden de doğası olmayan bir şehir olarak bana pek sıcak gelmemişti ama ne Trabzon'u ne de Rize'yi tanıyabildim. Daha önceki gelişlerimde hoşuma giden yerleri bir süre arayıp bulamayınca da, daha fazla kalmadan o beton yığınlarını arkamda bırakıp hızla uzaklaştım. Hopa'ya kadar sahilde aralarda, o da artık nasıl olduysa göreceli olarak az yıpranmış bir kaç ufak yerleşim yeri dışında ''Keşke bir daha gelmeseydim de, aklımda hep o eski haliyle kalsaydı'' dememe neden olacak bir Karadeniz vardı. Hopa'dan tünele girip, sınırdan Gürcistan-Acarya'nın başkenti Batum'a girince geçtiğimizin, bir karayolları tüneli değil de zaman tüneli olduğunu düşündüm.

Biz ülke olarak son 30-35 yılda her bulduğumuz yere birbiriyle çirkinlikte yarışan binalar dikmeye uğraşırken, Gürcüler Sovyetler Birliği'nden ayrılıp bağımsız bir devlet, ardından iç isyanlar, Güney Osetya, Abhazya sorunları derken ve bir de ekonomik sıkıntılarla uğraşırken nasıl da doğayı bu kadar koruyup sahiplenebilmişler, şaşırarak ama hayranlıkla gözledim.

Sonradan, Batum'un komünist dönemlerde de oldukça revaçta bir Karadeniz şehri olduğunu öğrenmeme karşın, yeni yapılan ve aralarında uluslararası bilinirliği olan otellerin de, ama tam olarak çevreye uyumlu halde yapılmış hepsi birer sanat eseri olan binalarını, şehrin ortasındaki koskoca parkları, deniz kıyısında denizle içiçe yaşayıp da ondan faydalanmanın ne demek olduğunu, bizim şehirlerimize bir ders verircesine, örnek plajlarıyla Batum bana, ''Vallahi kalsam ömrümün sonuna kadar huzur içinde yaşarım ben burada'' dedirten bir şehir oldu benim gözümde.


                                                                             *****  

İstanbul'dan yola çıktıktan sonra Düzce sapağından sahile ulaşınca, karşımıza ilk önce Akçakoca çıktı. Sahilde ilginç mimarisi ile camisi, Akçakoca Bey'in heykeli derken, kıyıda köşede kalmış bir bronzdan kadın figürü dikkatimi çekti.

Ana erkil zamanların etkili gücü Amazon'un, ok atmak için yayı gererken engel olmasın diye kesip attığı göğsü, heykelde de betimlenmişti.

Bir iki adım geriye çekilip heykeli incelerken, bir çocuk ufak elleri annesinin avuçlarında nereden çıktıklarını anlamama fırsat bırakmadan, birden bire yanımda belirdiler . Onlar da heykelle ilgiliydiler, çocuk annesine merakla soruyordu;

''Anne bu kadın da kim?''. ''Kadın işte oğlum, ne bileyim ben tanımıyorum?''. ''Peki niye sadece tek göğsü var?'', ''Bilmem, eskiyip, kopup düşmüştür belki de?...''
                                                                                                                                         *****     
Kadınlar, kendi güçlerinin, tarihlerinin farkında olmadıkları sürece, erkekler de 'doğal olarak ' kadınlara, sadece kendi isteklerini yaptıklarında saygı gösteriyorlar.

Rusya'ya ilk geldiğim zamanda babasız büyüyen onca çocuğu, annelerinin ellerinden tutmuş, gezinirlerken görünce, onları böyle bir başlarına kaderlerine terk edip gitmiş erkeklerini pek de hayırla anmazdım.
Zevk için çocuk yap sonra bıkınca da karına bırak git, olacak iş değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse sabah televizyonlardaki kadın programları, desti izdivaçlar falan yayınlanana kadar ülkemizde de bu kadar çok sayıda annesine bırakılmış çocuk olduğunun farkında değildim.

Rusya'nın bu yüzünü çok eleştirilebilir buluyor, birebir sohbetlerimde  Rus erkeklerine ''Yahu siz ne biçim adamlarsınız, niye çocukları kadınlara bırakıp sonra da arkanıza bile bakmadan kaçıp gidiyorsunuz?'' derken, kadınlara da ''Vallahi sizin bu adamlar da hakikaten çok acayip şeyler, insan ufacık çocuğu tek başına bir kadına bırakıp da gider mi hiç, nasıl bir vicdansızlık bu?'' diyordum.

Her iki tarafla sohbetlerimde ne zaman konu buraya, babasız büyüyen çocuklara gelse, hem erkeklerin hem de kadınların ben konuşurken neden suratıma 'uzaylı görmüş dünyalı' gibi baktıklarını ise ancak çok sonraları anlayabildim. Erkekler utanıp başlarını eğer, kadınlar da ''Yaa değil mi ama kardeş?'' diye serzenişte bulunup bana hak verirler diye   meğerse boşu boşuna, yıllarca bekleyip durmuşum.

Daha sonra dilim de biraz kendine gelince farkettim ki, büyüyen çocuklar arasında öyle ezik, kendine güveni ayaklar altında, süklüm püklüm hemen hemen hiç kimse yok. Sadece annesinin bakıp büyüttüğü genç kızlar da tanıdım, genç delikanlılar da ama, kimse de 'Küçük Emrah' tadında ''Amca size baba diyebilir miyim?'' diyerek duygu sömürüsüne uygun bir zemin yaratma arayışları içine girmedi.

Sonraları anladım ki, kendine güveni yüksek, gücünün ve toplumdaki öneminin farkında olan kadınlar, Amazon kadınlar; sadece kendileri için doğuruyorlar, yoksa zorla herhangibir şey yaptırmanın mümkün olmadığı bu kadınlar, erkeği çocuk sahibi yapıp onu mutlu etmek için katlanmıyorlar bunca zahmete.

Tabiki her kadın, babası yanında olan ve olacak çocuklar doğurup sonra da onu büyütmeyi hedefler ama gördüğüm, kadınların bir çocuk sahibi (!) olmak istediklerinde, bunu gerekirse erkeği, 'canlı donör' olarak da kullanarak yapabildikleri.

Tanıdığım bir kızın, hamile kaldığı erkek arkadaşının doğacak çocuğu istememesi yüzünden kendisinden ayrıldığını öğrendiğimde, kız arkadaşıma sanki hayatta her şeyi görmüş geçirmiş bir adam tavırlarıyla ''Babasız büyütmek çok ciddi sıkıntılara yolaçabilir o yüzden de daha yol yakınken...'' önerime, ''Ben çocuğumu kendim için doğuracağım'' dediğinde karşımda ağlayan ve ''Şimdi ne yapacağım? Annemin, babamın, arkadaşlarımın yüzlerine nasıl bakacağım, insanlar ne der, mahfoldum ben'' insanını görmediğim için ciddi ciddi sanki ben şoka girmiştim.

Rusya'ya ilk gelenlerin, kız arkadaşlarıyla apartman girişlerinde sohbet ederken bir bira içen ya da tek başlarına sinemaya giden, sokakta mini eteklerle gezen kızları nasıl acımasızca damgaladıklarını biliyorum. Bu önyargıların temelinde, gücünü kimseyle paylaşmak istemeyen erkeğin, kadını sosyal ve siyasi yaşamdan, bilinçli olarak uzak tuttuğu bir ortamda doğup büyümemiz var. Bu sebeple bizlere doğru diye gösterilen değerlerin tartışılmaz ve iki kere ikinin dört ettiği gibi, dünyanın her yerinde aynı mutlak doğrular olduğunu düşünüyoruz. Sosyoloji, toplumsal olayları açıklayan bir bilim dalıdır ancak matematik gibi dünyanın farklı noktalarında hep aynı sonuçların alınması gerektiği iddiasında da değildir. Sosyal olayları, toplumların geçmişlerinden bugüne taşıdıkları kültürleriyle açıklarken, zaman ve mekan kavramının farklı sonuçları olabileceğini kabul eder.

Bence tarihin, anavatanlarının Sinop olduğunu yazdığı Amazon kadınları işte tam da bu sebeple, 'amaçlarına ulaşmak için göğüslerini feda edecek kadar cesur' olan günümüz Rus kadınlarıdır.

Onlar çocuklarını, ''İlerde yaşlılığımda da artık o bana bakar'' diye değil de, sonuna kadar kadınlıklarını yaşayabilmek için doğuruyorlar. Bu belki kulağa önce çok bencilce bir davranışmış gibi geliyor ama özünde onlar sadece, tanrının kendilerine lutfettiği bir hakkı kullanıyorlar ve aslında bu, istediklerini kadınlıkları, gözyaşları ve duygu sömürüsüyle elde etmeye çalışmaktan  daha onurlu ve gururlu bir davranış.

Biz ise ne yazık ki insan doğası gereği davranan Rus kadınlarını eleştirirken, okumak ve ayakları üzerinde durmak isteyen kızlarımızı eve kapatıp, sonra da doğaya aykırı olarak yaptığımız ilk selde kayıp gidecek asfalt yollarla ya da çürük zemin üstüne beş kat iskansız inşa ettiğimiz binalarla öğünmeyi ise, erkeklik sayıyoruz.

Kısacası, erkekler kadınlarına aydınlığı haram ettikçe, aslında kendilerine de hayatı zindan ediyorlar.

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..