Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '08

 
Kategori
İlişkiler
 

Kadınların kurtuluşu: Erkek gibi olmak mı?

Kadınların kurtuluşu: Erkek gibi olmak mı?
 

Kadın varlığını seven, onunla birlikte olmaktan hoşlanan bir erkek olarak kadını yazmak, onun üzerine düşünmek hoşuma gidiyor.

Geçtiğimiz günlerde Kadın bedeni metadır! isimli bir yazı yazmıştım. Kuşkusuz bu satırlarda fiili durum değerlendirmesi vardı. Aslında düzen kadın erkek ayrımı yapmadan her şeyi alınabilir satılabilir hale getirmek istiyor. Kadının buradaki rolü biraz daha sıkıntılı, çünkü onun bedeni cinsel olarak da sömürülüyor. Erkek hegemon bir sistemde yaşıyoruz ve genellikle her şey erkeğin zevkine göre dizayn edilmiş, kurgulanmış.

Bazı ülkelerde tersi örnekler görebilsek de “genelev” erkeklere hizmet ediyor. Bunun işlevselliğini tartışmak yazımızın içeriğini aşar; ama insani bir gerçekliktir, vardır ve var olmayı çok uzun yüz yıllar sürdürecektir. Genelevlerde kader kurbanları olduğu kadar bu işi meslek olarak görmüş kadınlar vardır. Coelho’nun “11 Dakika” isimli romanındaki karakterin yaptığı meslekten çok ciddi utanç duyduğunu hatırlayamıyorum ki bu gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkılarak kaleme alınmıştı. Erkeğin bir türlü tatmin edilemeyen cinsel ihtiyacı olduğu sürece bu işten para kazanmayı kendisine amaç koymuş kadınların olacağını düşünüyorum. Cinselliğin nasıl tatmin edileceği de bir başka araştırma ve yazı konusu.

Yukarıdaki paragraf yazımızın söylemek istediği şeyin kıyısında duran bir gerçekliktir; kendisi değildir.

Geçenlerde, Türkçeye “Tek Başına” şeklinde çevrilmiş, orijinal adı North Country olan bir film izledim. Film Amerika’da maden işçisi olarak çalışan kadınların zorlukları ve erkeklere karşı olan mücadelesi anlatılıyordu. Yaşanmış bir öykü olduğunu bilgisini aldım sonundaki yazıdan.

Filmden aktaracağım basit ayrıntı; kadınlar erkeklerin yaptığı işe aday olarak “yine” erkeklerin karşısına çıkıyorlar; erkekler kadınlara etmedikleri taciz kalmıyor, sonra içlerinden ki kendi geçmişinde kadın oluşundan ötürü cinsel tacize uğramış, toplum tarafından dışlanmış ve hatta “kötü kadın” damgası yemiş biri mücadeleye başlıyor. Filmin sonunda güzellikler var.

Kadınlar yüzyıllar boyunca aşağılandılar. Hor görüldüler, hatta ortaçağda cadı niyetine ateşlere atıldılar. İnsanın insan tarafından sömürüldüğü dünyanın içinde onlar bir de kadın olarak var olma savaşı verdiler.

Ortaçağın feodal bağlarını yıkan kapitalist üretim ilişkileri insanın dayanma gücünü son zerresine kadar tükettiğinden meşhur deyimle “artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyi kalmayanların” düzen karşısında bayrak kaldırışına sahne oldu dünya. Özellikle yirminci yüzyılda kadın hareketi o çağa damgasını vurmuş kadın düşünür ve önderlerinin de etkisiyle dozunu arttıran bir mücadele verdi. “Feminizm” en güçlü ve radikal çıkış ucuydu. Erkek egemenliğine ve hatta erkeğin kendisine yönelen bir düşünsel platform yarattı.

Kadın hareketini diğer demokratik taleplerden; mücadeleden ayrı tutmamız mümkün değildir. Kuşkusuz onlar farkındadır ya da değildir bu mücadelenin içinde kendisine yer edinerek bugünlere gelinebildi. Bununla birlikte bütün muhalif akımların peşini bırakmayan “tek başına var olma” hizibi kadın hareketini zaman zaman yanlış ve hatta doğasına aykırı çizgilere götürecektir.

Düzenin kuralları şöyle koyulmuştur.

1. Öncelikle kimsenin ses çıkarmasına izin verme.

2. Yok, bununla baş edemedin ve bir muhalefet baş gösterdi. O zaman bunu kontrol altına almaya çalış.

3. Peki, düşünülenin ötesinde bir yerlere geldiyse onunla uzlaş ve diğerlerinden ayır; hatta onu diğerlerine karşı bir yere getir.

Son iki yüz yıldır tarih kitaplarına geçmiş tüm hareketler eninde sonunda başka bir yere gelmiştir. İşte yazımız bunun vurgusunu yapmak üzere kaleme alınmıştır.

Kadın hareketi kendi özgürleşmesi üzerine başlattığı mücadelesini öyle bir noktaya getirmiştir ki artık kadın ile erkek birbirine zıt iki kutup olarak durmaktadır. Bu hareketin önderlerinin o zamanın içinde haklı sebepleri vardı. Yaşanan tecrübeler trajedi öykülerine dönmüştü.

Zıtlıklar birbirlerinin yerine geçme uyarısı veriyordu.

“Kadınlar erkek gibi olmadığı sürece bu mücadele gerçek hedefine ulaşamayacaktır,” ana fikrine saplanıp kalan radikalizm empati ve anlayış yeteneğinin üzerini örtmüştür.

Kadın hareketi erkeği bir taraftan kadınlaştırma gayretine soyunurken, kadını da erkeğe benzetme ya da en azından o gibi olma hissini kuvvetlendirme söylemini yükseltmektedir.

Zaten yaradılıştan Tanrı’nın lanetini çekerek birbirlerine düşman edilmiş olan kadın ve erkek varlığı artık birbirlerini hiçbir zaman affedemeyecekleri kadar kinle dolmuştur.

Oysa kadın ve erkek kusursuz bir uyumla tamamlayan iki mükemmel varlıktır. O kusursuzluğu birbirlerine aşık olduğu zaman diliminde iki varlık yüreklerinde derinden hissetmektedir. İşte en gerçek düşüncenin üretileceği an orada gizlidir.

Erkeğe gerçek kadını, kadına da gerçek erkeği anlatmazsanız varacağınız yere asla gidemezsiniz.

Çağımızın en büyük kâbusu ise ailelerin içindedir. Kadın ve erkek yaşam koşullarının dayattığı zorlukların içinde bir de birbirleriyle mücadele etmektedirler. Oysa bu zorluklar iki kişinin birbirleriyle olan çatışmasından değil, içinde bulundukları sistemin kendi çarpıklığından kaynaklanmaktadır.

Çok yakın bir çevremde yaşanmış bir olayı aktarmak istiyorum.

Tanıdığım arkadaş (bayan), facebooktan bir lise arkadaşını (erkek) buluyor. Birbirlerini buldukları için çok seviniyorlar. Her ikisinin de eşleriyle ilgili sorunları var. Benim tanıdığım bayan eşi tarafından anlaşılmamaktan şikâyetçi. Diğeri de kendi evliliğinde bin bir türlü derdi ve sorunu varken benim tanıdığım kişiyi anlama rolüne soyunuyor. Kısa bir dertleşmenin hemen arkasından adamın başka bir ilişkinin içinde olduğu ya da olacağının haberi alınıyor. Neresinden tutarsanız elde kalacak bir durum. Kimse kimseyi anlamadığı gibi anlamaya çalışmanın ölçüsünün de ne olduğu meçhul. Kuşkusuz bu iki eski arkadaş bir süre sonra birbirlerini anlamadıklarından şikâyetçi olacaklar. Sorunun kaynağı o an birlikte yaşadıkları kişide düğümlenmiyor; esas sorun kendi kafalarının içinde. Yanlış yönlendirilmelerinde.

Filmle başladık sona yaklaştığımız şu bölümde onunla devam edelim. Tak Başına filminin verdiği bir his benim çok hoşuma gitti. Belki o his Charlize Theron’un insan ruhunun içine işleyen güzelliğinden de kaynaklanıyor olabilir; daha fazla sulandırmadan bağlayalım, filmdeki kadın kahraman hiçbir zaman “kadın varoluşundan - dişiliğinden” uzak bir kişilik sergilemiyor. Sanırım o filmi izlerken bu satırların kurgusunu da yapıyordum.

24 Aralık 2007 günü paylaştığım bir duygu selinin son bölümünü alıntılayarak bitiriyorum yazımı.

<ı>“…Sana verdiği "tek şey" her an gidecekmiş hissidir.

<ı>“Yılların içine kaybolup giden sevginin küllenen alevi, yazabileceğin bir kelime bırakmadan tüketirken seni, yaşayabileceğin bütün aşkların içinde eksik kalacak bir yanı olur. Bütün mevsimler birbirine dönüşürken arada sırada hatırlanan şeylerdir bunlar. Mehtaplı bir akşamda saklı kalır. Kalabalığın ortasında çıkıp düşer yüreğine.

<ı>“Bütün sevgilerdeki giz, yaşanamayan anlardaki duyguların karşılıksız yoğunluğunda saklıdır.

“Bizler bir aşkı terk ederken ötekinde yalnız kalacağımızı bilmeden atlarız. Bu nedenle mutlu aşk yoktur. Ya da mutlu gözüken sevgilerde herhangi bir giz yoktur. Sonuna kadar yaşanan sevgilerde gülücüğün ısıttığı anı yaşayamayız. Kahredici olan da bu olsa gerek. “

(“Sana verdiği "tek şey" her an gidecekmiş hissidir.”)

Uzay Gökerman

 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..