Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mart '11

 
Kategori
Dünya Kadınlar Günü
 

Kadınların özgürleşmesi, tüm insanlığın özgürleşmesidir

Kadınların özgürleşmesi, tüm insanlığın özgürleşmesidir
 

Kadınlar Günü Mitingi (Kadıköy)


Eflatun, diyaloglarından birinde Mitologya’dan aldığı şöyle bir efsaneyi aktarır: Çok eskiden insan soyu, kadın ile erkek biçiminde iki farklı değil, bir bütün, tek bir varlıkmış. Ve o çağlarda düz ve köşeli şekil ve varlıklardan nefret edilirmiş; en güzel, en gözde, en beğenilen biçim, yuvarlak hatlı varlıklarmış. O çağın insanı da bütün bir elma, bir portakal gibi yuvarlak varlıklarmış ve yuvarlanarak hareket ederlermiş. 

İnsanlar, her ne yapmışlarsa bir seferinde Olimpos’un ölümsüz tanılarını çok kızdırmışlar. Baba Tanrı Zeus da o müthiş öfkesiyle insanı tam ortasından kadın ve erkek diye iki ayrı parçaya bölmüş. 

Efsaneye göre, işte bu yüzden tek başına kendini eksik ve çok güçsüz hisseden kadın ile erkek, o günden bu güne tekrar eski bütünlüklerine kavuşabilmek için sürekli birbirlerinin peşinde koşarlarmış. 

Efsanelerden çoğunun bir insanî ve/veya toplumsal gerçekliği çok çarpıcı bir biçimde otaya koyma gücü vardır. Bence bu mit de birbirini tamamlayıp zenginleştirerek tam bir bütünlüğe kavuşabilmeye can atan iki eşit parçadan söz ederken son derece önemli bir ilkeyi dile getiriyor. 

Kökleri binlerce yıl ötelere uzanan kadın sorununun temelinde yatan sorun, bence eşitsizlik sorunudur. İlk toplumsal iş bölümünün cinsiyetler arasında doğmasıyla birlikte kadın ikinci plana itilmiş, eşitsiz bir ilişkiye mahkum edilmiştir. Bu eşitsizliği meşrulaştıran eşitsizlik kültürü olan patriyarkal kültür, bu eşitsiz ilişkiler temeli üzerinde şekillenip kökleşmiştir. Dinler ve özellikle tek tanrılı İbrahimî dinler ise bu eşitsizliği kutsal metinlere bağlamıştır. Böylece kadına reva görülen kölelik statüsü yalnızca geleneksel, kültürel değil; aynı zamanda dinsel bir meşruiyet kazanmıştır. Kadını sürekli aşağılayan günlük pratik ise bu kültürü hayatın bütün alanlarında ve günlük yaşamın her anında her gün yeniden üretip pekiştirmeye devam etmektedir. 

***** 

Kadın sorununun günümüzde görünümüne ilişkin birkaç temel gözlem ve düşüncenin altını çizmek, canımızı acıtsa da bu noktaları duruca bilince çıkarmakta yarar var: 

Birincisi : Ezenlerin ideolojisi ve kültürünü asıl taşıyan ve her gün yeniden üretip yeni kuşaklara aktaranlar, ne yazık ki ezilenlerdir. Tarih boyunca bu, hep böyle oldu. Yüzyıllar boyunca köleci düzeni meşrulaştıran kültürü, köleler; derebeyi hakimiyetini pekiştiren kültürü, serfler(toprak köleleri) taşıdılara ve her gün yeniden ürettiler. Burjuvazinin tahakkümünü akla uygun, haklı gösteren kültürün taşıyıcıları ve yeni kuşaklara aktarıcıları ise sınıf bilincine erişememiş işçi sınıfı ve emekçiler oldu. 

Tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi erkek egemenliğini, yani patriyarkal kültürü sürekli üretip aktaranlar, öncelikle kadınlar (erkek çocuk anneleri, erkek torunları büyüten büyük anneler…) olmuştur. En acısı ise kız çocuklarına erkeleri buyurgan birer efendi olarak benimseten, kızları ezik birer köle gibi yetiştirenler de kadınlardır. Tıpkı burjuva egemenliği gibi erkek egemenliği de asıl gücünü güç ve şiddet ve korkudan çok, bu “rıza”, bu gönüllü boyun eğme alışkanlığı ve anlayışından almaktadır. 

İkincisi : Tarihte, mazlumların zamanla veya aynı zamanda zalim olabildiği çok görülmüştür. Örnek, emperyalizmin ağır zulmünü yaşayan Arap halkının Kuzey Irak’ta Kürt halkına zulmetmesi.Örnek; sömürülüp ezilen öfkeye kapılmış halk yığınların, bu öfkelerinin acısını dinsel veya etnik azınlıklardan çıkaraya kalkışmaları, kitle katliamlarına ve soykırımlara yönelmeleri. Koca dayağı yiyen, erkek şiddetinin en ağır travmalarını yaşayan bir kadının kendi çocuğuna dayak atması ise mazlumun zalimliğine acı bir örnektir, yazık ki bu çok yaygındır, bu çocuklar aracılığıyla aynen yeni kuşaklara aktarılmaktadır. 

Üçüncüsü: Kadınlarımıza; erkeğe eşit, en az onun kadar güçlü, yetenekli ve yaratıcı bir insan olarak bakılmıyor. Kadını ikinci sınıf bir varlık olarak görme anlayışı öylesine içselleştirilmiştir ki, bu bakış hem toplumsal kültürde, hem kutsal metinlerle öylesine meşruiyet kazanmıştır ki, kadın her türlü istismara, aşağılanmaya, sömürüye şiddete, tacize, tecavüze karşı korumasızdır. Öyle ki bir dostumuz, soruyor: “Kadın olup da tacize uğramayan bir kimse var mıdır?” El cevap: “Yoktur.” Soruyu tersine çevirelim: “Erkek olup da kadınları en azından bakışla, sözle taciz etmemiş olan bir kimse var mıdır?” Bunun karşılığı da aynı: “Yoktur.” Çok daha beteri, var olan kültürel ortamda, erkekler bunu doğal, mübah görüyor ve hakkı sayıyor. Daha ötesi ‘ilahiyatçı’ adı verilen zihinsel gelişmesini tamamlayamamış bir yaratık, kadınların giyim ve kuşamını, erkekleri tahrik ederek taciz ve tecavüze yönelten teşvik unsuru olarak değerlendiriyor ve bu ilkelliğe dinsel metinlerle meşruiyet kazandırıyor. 

Dördüncüsü : Bütün bu sorunların, istismarın, zulmün kaynağında yatan temel olgu; eşitsizliktir. Eşitsizliğin geçerli olduğu bir toplumsal iklimde; ne özgür olabilirsiniz, ne onurunuzu koruyabilirsiniz, ne bütün yetenek ve yaratıcılıklarınızı ortaya koyarak kendinizi gerçekleştirebilirsiniz, ne de - efendi-köle arasındaki bağımlılık ilişkisine benzer bir ilişkiyi değil de - farklı ama gönüllü özgür ve eşit iki insan arasında serpilip gelişebilecek bir aşkı, dostluğu, yoldaşlığı yaşayabilirsiniz. 

Beşincisi : Marks’ın başka bir bağlamda söylediği gibi “Başkalarını ezenlerin kendileri de özgür olmaz.” Kadınların ezilip aşağılandığı bir toplumsal kültür içinde erkekler de özgür olamazlar, insani nitelikleri körelir. Eşit ve özgür bir kadınla paylaşamadığı Partiyarkal kültürün kendine yüklediği misyon altında ezilir; çünkü eşit ve özgür bir kadınla paylaşarak kaldırabileceği bir yükü tek başına taşımaya kalkıştığı için kendini geliştiremez ve yardıma muhtaç ve zavallı bir çocuk olarak kalır. Patriyarkal kültür, ailenin geçiminden, en önemli kararları vermekten ve ailenin namusundan onu sorumlu tutar. Görünüşte muktedir ve güçlü erkek, paylaşamadığı bu yükü taşımaya çalışırken ezilir ve en insanı niteliklerini köreltir, yitirir veya gizler. 

Altıncısı: Toplumsal ve ekonomik krizlerin, vahşi kapitalizmin neoliberal saldırılarının, savaşların yol aştığı yoksulluk, yoksunluk ve acıların en ağırını kadınlar ve özellikle kendilerini feda edercesine kol kanat gerdikleri çocukları çeker. Neoliberal piyasa ekonomisinin ateşi altında mutfakta tencere kaynatabilmek, çocuk yetiştirebilmek ve onları okutabilmek hiç de kolay değildir. Maddi sefaletin kocalarda yol açtığı manevi sefaletin acısını da çekenler kadınlarımızdır. Lenin; bir yazısında kapitalizmin kör güçlerinin namuslu bir ev kadınını birkaç ay içinde bir sokak kadınına dönüştürebildiğinden söz eder. 

O HALDE; 

Şu çok iyi bilinen ve tazeliğinden hiçbir şey yitirmemiş olan ve bence çok değerli bir tespittir: Toplumun yarısını oluşturan, diğer yarısını da doğurup yetiştiren “… kadınların var güçleriyle katılmadığı hiçbir toplumsal mücadele, başarıya ulamaz.”(Lenin) O halde kadınlarımız dört duvar arasından ve “mutfağın aptallaştırıcı ortamı”ndan kurtulup daha örgütlü ve daha kitlesel olarak eşitlik ve özgürlük mücadelesine katılmalıdırlar. 

Kadın hareketi, özgürlük ve eşitlik mücadelesini aynı anda ve aynı derecede önemsemeli ve ezilenlerin ve insanlığın bu iki evrensel özlemini mücadelelerinde birleştirip kaynaştırmalıdırlar. Bu iki ilke birbirini besleyen, biri öbürünü gerekli kılan diyalektik bir ilişki içindedir. Özgürleşmeden eşitlik için savaşamazsınız; mülksüzleştirenleri mülksüzleştirip eşitliği yaşama geçirerek kurumlaştırmadan (yani ücretli köleliği yok etmeden) ve erkek egemenliğini yıkmadan özgürlüğü yaşatıp kökleştiremezsiniz. 

Albert Einstein, bir özdeyişinde “Önyargıları yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur.” Binlerce yıllık geçmişi olan, kutsal kitaplarla da meşrulaştırılan ve erkek-kadın tümümüzce de içselleştirilmiş olan patriyarkal kültürü yıkıp etkisiz kılmak çok çetin ve sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Ve eşitlik idesi, her gün yeniden fethedilmelidir. Antonio Gramsci, “En büyük devrim, alışkanlıklar karşısında zafere ulaştırılan devrimdir.” sözüyle, hem toplumsal, hem bireysel planda çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir. 

Öyleyse tıpkı emekçilerin de bilinçlerinde içselleştirip taşıdıkları sömürü kültürü gibi, erkek egemen kültürü de yok etmenin çok güç olduğunu bilmek, uzun soluklu çetin bir ideolojik savaşı göze almak gerekir. Ve bu mücadele içinde eşitliğin kültürünü kökleştirip yeşertmek şarttır. Farkındalığı sürekli geliştirmek, dupduru ve savaşkan bir eşitlik bilincini yaygınlaştırıp derinleştirmek şarttır. Siyasi ve toplumsal yaşamda en ağır bedelleri ödeyerek özgürlük ve eşitlik uğruna savaşmış olan sosyalistlerin, evin eşiğinden içeri adım attıkları anda birer senyör olmaktan vazgeçmelerini sağlamak şarttır. Sosyalist devrim olur olmaz erkek egemenliğinin otomatik olarak ortadan kalkmadığının ve kalkmayacağının bilince çıkarılması gereklidir. 

Yeni bir kültür yaratmalıyız veya yarattığımız eşitlik ve özgürlük kültürünü zenginleştirip yaygınlaştırmalıyız. Bunun temel iki kaynağı; gittikçe güçlenen kadın hareketinin ürettiği eşitlik kültürü ile sosyalist mücadelenin yarattığı eşitlik kültürünün sentezidir. Ve elbette Alevi toplumu ve Anadolu kültüründe –serpilip gelişmesine fırsat verilmemiş olsa da, filiz halinde olsa da yaşama gücünü ve direncini koruyan- eşitlik ve komün kültürü ile son yirmi küsur yıldır özgürlüğü ve onuru için ayağa kalkan Kürt kadınının dokuduğu eşitlik ve özgürlük kültüründen beslenmek gerekir. Tarihsel ve toplumsal köklerimizden güç alarak mücadele içinde zenginleştireceğimiz eşitlik ve özgürlük kültürü, geleceğimizin kültürü olacaktır. Bu sentez; gelecekteki eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik dünyamızın kültürünün de temeli olacaktır. 

Tüm bu özlem, dilek ve düşüncelerle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı; kadının özgürlüğü ve kurtuluşu için, eşitlik, özgürlük ve barış için tüm dünya kadınlarıyla birlikte seslerini yükselten tüm kadınlarımızı kutluyorum. 

08 Mart 2011, Maltepe 

 
Toplam blog
: 56
: 599
Kayıt tarihi
: 08.03.11
 
 

1948’de Tokat’ın Reşadiye ilçesine bağlı Bereketli köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Reşad..