Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '18

 
Kategori
İlişkiler
 

Kalbimiz Nasıl ve Neden Acır?

Kalbimiz Nasıl ve Neden Acır?
 

Yaratılışımızın sihrine göre taşıdığımız bedenden ayrı, her birimiz birer ruha sahibiz. Ruh denilen varlığımızın ise algısı, daha çok hissetme üzerinedir. Evren teorisi bile, inanmak, istemek ve hissetmek gibi duygular üzerine kurulmuş; çekim yasası, karma teoremi gibi ritüellerle de bu his ve inançların duygu cevapları açıklanmıştır. Yani Evren Teorisine dair çoğunlukla soru ya da cevaplar ya da sonuçlar da “duygu” üzerine olmuştur.
 
Astrobilime göre, dış dünyaya yansıttığımız dış benliğimizi ve duygularımızı tanımlayan burçlarımız, doğum haritasında duygu sonuçlarını gösteren evler vardır ve bunlarla kişinin tüm fiziksel ve duygusal yaşantısı açıklanmaktadır. Gezegenler dolaşırken ya da ay tutulurken vs. duygusal etkileşimler yaşamaktayız. İşte bu olanlar da bizim yaratılma şeklimiz dışında, tüm kainatın yaratılmasındaki titreşimler üzerinedir ve kainatın hareketleri bile “duygu” denilen noktalarımıza temas etmektedir.
 
Nörobilimde ise, (anlatmıştım) beynin limbik sistemindeki amigdala kaçakları ya da kayıp-kazanç dürtüleri, dopamin ya da serotonin seviyeleri duygu noktalarından yaşamımıza dalmakta; hüzünlerimize, gözyaşlarımıza, mutluluğumuza, hırsımıza, egomuza, öfkemize ve sair her türlü neden ya da sonuç olan duygularımıza hitap etmektedir.
 
Hal böyle olunca, hayatta çok şey “duygumuza” temas etmektedir. Bir kere bir ruh taşıyarak var olduk ve kainatla bile titreşimle hisler denkleminde yaşar olduk. Peki bir ruh için en ağır acı nedir?
 
Bir ruh, fiziksel olarak zarar görmez, ruhun canı fiziksel bir hareket üzerine acımaz. Derler ki, ruh için en dayanılmaz şey “haksızlığa uğramaktır”! Çünkü ruh, “hak etmediğini” düşündüğü şeyle karşılaşmak istemez ya da haksızlık görmeye tahammül edemez. Kırk kat ateşlere de atsan, ruhun canı sadece haksızlık üzerine yanar.
 
Öyle her konuda insanın ruhu yanmaz işte bu sebeple. Kaza geçirirsin, bacağını sakatlarsın, alçıya alınır ama fiziksel acı dışında, duygusal olarak canın yanmayabilir. Bu kazada duygusal yanın olsa olsa “ya ölseydim” üzerine tepkimeye girebilir. Yani koyarsan bir ihtimal kendine duyguya dokunan, işte o zaman canın yanar.
 
Bir dostun sana yanlış yapar, öyle hayatından çıkarıverirsin. Ayşe ile küssen canın yanmaz da Meltem ile küssen canın yanar mesela. Çünkü Ayşe sana hata yapmıştır ama duygu yaratmamıştır, zaten çok da yeri yoktur hayatında. Meltem’in sana yaptığı kalbini çok kırmıştır, haksızlığa uğramışsındır, sevgisizlik hissedersin. İşte bu yüzden birinde canın yanar ve küssen de unutman zaman alır; diğerinde olanı biteni bile hissetmeyebilirsin, su gibi akıp gider.
 
Toplumumuz duygusal köklerle donatılmıştır. Aile çok önemlidir çoğu Anadolu kültüründe. Buna bağlı olarak aile hikayeleri çoktur; şiirlere akar, şarkılara nağme olur, kitaplara öykü ve hatta hayatlara sebep olur. Çünkü duyguya dokunur; sevmek duygudur ya, alınan karşılık da duyguya dokunur, olmuşsa haksızlık cam gibi kırılır, ufalanır gönül. Kimi insanlarda bu bağ güçlü olmadığından, sevmek ve duygu yüklemek zayıf kaldığından, haksızlık ve acı doğmaz, kalben kırıklar olmaz. Yani nereye, ne kadar koymuşsan duyguyu, onun tersi durumda da o derece etkilenirsin ve belki de tarumar olursun.
 
İşte beynin kayıp-kazanç kodları da böyledir. Sen oraya neyi ve kimi hangi değere kodladıysan yaşayacağın her türlü duygu da o kodla aynı oranda çalışacaktır.
 
Aşık olursun, kalbin onun için atar. Yürüyelim dese sen deli gibi koşarsın o geride kalır; koşalım dese heyecandan dizlerinin bağı çözülür; sevelim dese ölüveresin gelir. Ama ilişkide seni terk etse, sen sevsen o sana “hayır” dese, aldatsa ya da kötü muamele etse, “haksızlığa uğradığını” hissedersin. En iyi ihtimalle sen çok sevdiğin için hak etmezsin zaten bu olanı. Daha bir de bunun üzerine zamanı ve emeği ekleyin. Bir sevdanın darasında asılır acısı belki de...
 
Seni sevmemesi yakar yüreğini ya da çekip gitmesi... Belki hiç sevmemiş olması, kıymet vermemesi, yaptıkları ya da yapmadıklarının azlığı çokluğu, sevdasının miktarı ve göstergesi çatır çatır kırar o kalbini olur olmaz yerlerden. İşte can bu “yanar”!
 
Geçen haftalarda gerçek aşkı anlatmıştım. Çok yazan olduğu “ağlaya ağlaya okuduk” diye. Ağlatırım tabi, duygularınıza ya da yaralarınıza dokundum çünkü. Canınızı yaktım özür dilerim ama canınız zaten yanıyordu bilirsiniz. Yanmıyorsa dokunmazdı sözlerim.
 
İnsanın canı duygusunda “haksızlık” doğduğunda yanar yani. Haksızlıktan kastım da öyle “yanlış yapmak” gibi değildir. Sevdiğimiz birini kaybetmek de haksızlık olarak gelir. “Bu mudur bana reva?” deriz. Neden, sevilmeyi hak etmedik mi? Karşılık almayı, dost görülmeyi, iyi evlat olduğumuzun bilinmesini, analığımızın kıymetinin anlaşılmasını, çocuklarımızın daha güzel günlerini görmeyi hak etmedik mi? İşte bütün hikayeye göre insanın canı, yaşadığı olayları hak edip etmediğine verdiği cevaptaki duyguyla yanar. 
 
O halde “canım daha az yansın” diyenlere söyleyeceklerim var:
 
Öncelikle derim ki, “”yansın canın, bundan kaçmayın”! İnsanın canı yandıkça bilir, hisseder her şeyi. Doğruyu görür, yanlışı yutkunur, kendini inşa eder, acısını çeker ve olgunlaşır en büyüğünde bile. O yüzden duygudan da onun ettiklerinden de kaçmamalısın. Ama tabi biraz fazla ağır yaşıyorsan da dozu azaltman için, hesaplarını sorgulamasın. Çünkü belli ki hak ettiğin ve hak etmediğin kavramları yanlış tanımlıyor ve yanlış cevaplıyorsundur.
 
İşte aslında bütün mesele, kendine biçtiğin değer ile hak ve haksızlığa biçtiğin tanımlardır. Koyduysan haksızlığı bir cümleye ya da olaya, işte can bu, yanacaktır! Hele ki bir sevdaysa hikayen, okyanusa atsan da cayır cayır suyu bile yakacaktır!
 
Bir hikayeyle sona varmak isterim. Hikaye olunur ki;
 
Pir Sultan Abdal darağacına doğru yürümeye başlar, asılacaktır. Emir verilir, herkes Pir Sultan’a taş atacak, atmayanın kellesi uçurulacaktır. Uğruna mücadele ettiği halk, Pir Sultan’ı taşlamaya başlar. Taşlar bir bir Pir Sultan’a değmeden yere düşer. Pir’in müsahibi (dostu) Ali Baba, taş atmasa da can korkusundan Pir Sultan’a gül atar. Gül, Pir Sultan’a değer, yaralar, kanını akıtır.
 
Pir Sultan halkın taş atmasından değil, müsahibin attığı gülden dolayı incinir ve son nefesinde şiirini fısıldar:
“Şu elin attığı taş bana değmez. İlle dostun attığı gül pareler beni”
 
Bazı ilişkiler Anayasa gibidir, ne yaparsanız yapın şekillendiremezsiniz. Onları koyduğunuz yerler bellidir. Olursa haksızlığı canı da yakacaktır, bu da bellidir. Ama haksızlığa uğramamak için nasıl olmak, hangi değerleri biçmek ve kendini şekillendirmek de senin elindedir. Yoksa Pir Sultan’ın hikayesindeki gibi en büyük olmadık yara, dostun attığı bir gülün incecik dikenindedir.
 
 
Betül Yergök /Mentalizasyon
http://mentalizasyon.com/
mail: info@mentalizasyon.com
İnstagram/Youtube: @mentalizasyon
 
 
Toplam blog
: 162
: 74
Kayıt tarihi
: 07.08.18
 
 

Parapsikoloji Uygulayıcısı Mentalist Betül Yergök, uzun yıllar çalışmalarının ardından Mentalizasyo..