Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '09

 
Kategori
Genel Sağlık
 

Kalbini sev, ne giyersen giy

Kalbini sev, ne giyersen giy
 

Geçmiş olsun...


Ne Tel Aviv’miş yahu...

Geleli topu topu 6 ay oldu, önce savaş çıktı, ardından da babam kalp krizi geçirdi...

Bu savaş etkilemeyecek bizi, yalnızca moralimiz bozuldu derken...

Hop, kalp krizi...

Babamın göbek çevresi son 10 yılda katlanarak büyürken, lanetli adını sık sık andığımız, “Bu kadar gönülden çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim” demesinden de şiddetle korktuğumuz tıbbi gulyabani...

Annemin “Pilavla ekmek yemesene...” lerine, “Ekmeğin tamamı 250 gram, fırıncıya söyle, onu da vermesin” lerle karşılık veren babamın, evine kırmızı dipli balmumuyla davet ettiği huzurbozan...

Ansızın, ama gece değil, güpegündüz geldi.

Annem, babam ve kayınvalidem, bir aylığına bizi ziyarete gelmişlerdi. Dönmelerine birkaç gün kala, güneşli, nefis bir Pazartesi sabahında, kalktık, hep beraber kahvaltımızı ettik. Ardından babam, bir duş yapacağını söyleyerek odasına çıktı. Biz kadınlar da, kahvaltıyı toplamak, bulaşıkları makinaya yerleştirmek, yatakları düzeltmek, kirli çorapları atıldıkları yerlerden toplayıp, çamaşır sepetine koymaktan ibaret sabah sporumuza başladık. Neyse, kısa bir süre sonra ben salona girdiğimde, annemle babam kanepede yan yana oturuyor, annem telaşını belli etmemeye çalışarak, tansiyon aletini babamın koluna takıyordu.

“Hayrola?” dedim.
“Birşey yok, midem ağrıyor.” dedi babam, boşta kalan eliyle göğüs kemiğine bastırarak.
“Midem diyor ama... Hay Allah, bu aletin de pili bitti galiba.” diyerek, tansiyon aletini babamın kolundan söktü annem.
“Ver bana, içeride piller olacaktı. Miden mi ağrıyor, göğsün mü?” diye sordum babama.
“Midem.” dedi, ekşi bir suratla.
“Ne zamandır?”
“Ne bileyim, aşağıya inerken başladı.” diyerek, derin bir nefes aldı.
“Hmmm.” diyerek, pil aramak üzere çalışma odasına gittim. Bir yandan da durumu tartmaya çalışıyordum. Mide ağrısı da nereden çıkmıştı sabah sabah? Kayınvalideme haber vermem gerektiğini düşündüm. Ne de olsa emekli hemşireydi. Hemen terasa fırladım, nefes nefese;

“Babam pek iyi değil.” dedim.
“Nesi var?” dedi, kitabını bırakarak.
“Midem ağrıyor dedi, ama bilmiyorum.” dedim, kapıya yönelerek.
“Geliyorum, sen in.” dedi kayınvalidem.

Tekrar aşağı indiğimde, babam hâlâ aynı yerde oturuyor ve hiç de iyi görünmüyordu.

“Geçti mi biraz?” dedim, geçmediğini bile bile.
“Yok.” diyebildi, yüzü bembeyaz.
“Soğuk soğuk terledi.” dedi annem, kollarına dokunarak.

O sırada kayınvalidem gelip, nabzını saymaya başladı. Yeni pil taktığım tansiyon aletini sehpaya bırakıp, odadan çıktım. Bir terslik vardı. Koşup, işte olan kocamı aradım ve durumu anlattım. Şehirde bildiğimiz iki tane hastane vardı ve bunlardan biri oldukça uzaktı. Günün o saatinde trafikte takılmayı göze alamazdık. Kocam, işyerinin danışman doktorunu arayıp, hemen bana haber vereceğini söyleyince, telefonu kapatıp, salona döndüm. Babam daha da kötü görünüyordu. Böyle mide ağrısı olur muydu?

“Tam olarak neren ağrıyor? Kolun ağrıyor mu?” diye sordum.
“İki kolum da uyuştu sanki. Çok ağrım var. Çeneme, damağıma vurdu ağrısı.” diye kıvrandı.
“Hass...” diye küfür ettim içimden, “Kalp krizi bu.”

O sırada telefon çaldı ve kocam, doktora ulaşamadığını, ya da doktorun ulaşması gereken doktora ulaşamadığını söyledi. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı, söylediklerini tam anlayamıyordum. “Nasıl?” dediğini, “İyi değil, kalp krizi galiba...” dediğimi ve “Ambulans” lafını hatırlıyorum. Telefonu kapatıp, acil durumlar için cüzdanımda taşıdığım numaraları bulmak üzere çantama saldırdım. Numarayı çevirdim ve telefonu açan kadına:

“İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum.
“Elbette.” dedi kadın.
“Acil bir durum var, adresimiz şöyle şöyle, bir ambulans gönderebilir misiniz?”

Telefonu kapattıktan sonra, babamın yanında oturan ve tekrar nabzını kontrol eden kayınvalidemle göz göze geldik. Yüzü asıktı. Kendi kendine konuşur gibi; “Bu soğuk ter iyiye işaret değil.” dedi. Annemden babamın cüzdanını, pasaportunu ve ceketini getirmesini isteyip, kendi çantamı kontrol ettim. Ardından pencereye fırladım ve sirenleri dinlemeye başladım. Bu şehre taşındığımız günden beri “İllallah” dediğimiz, günün-gecenin her saatinde sinirlerimizi bozan o korkunç “Viyuv viyuv” sesini duyabilmek için nefesimi tutup bekledim. Annem; “Nerede kaldılar, nerede kaldılar...” diyerek, kendi etrafında dönüp durmaya başlamıştı. Babama baktım, yüzü kireç gibiydi. Zor nefes alıyordu ama kendindeydi. Tekrar camdan sarktım. Niye bu kadar uzun sürmüştü? Kapı açıldı, kocam içeri girdi. Annem:

“Gelmediler mi daha?” diye sordu.
“Yok.” dedim.
“Çok geciktiler, çok geciktiler.”
“Daha 5 dakika bile olmadı, sakin ol.” dedim anneme.

Gerçekten de 10 dakikadan kısa bir sürede ambulans gelmiş ve 3 kişilik ekip, tıbbi malzemeleri taşıdıkları kocaman çantalarla dairenin kapısından içeri girmişti. Bir yandan babamı soru yağmuruna tutarlarken, diğer yandan da yanlarında getirdikleri EKG makinasını babamın göğsüne bağladılar. O arada annem ağlamaya başladı. Bir anda benim de burnumun direği sızladı ama kendimi tuttum. Şimdi sırası değildi. Anneme, kocamın verdiği suyu içmesini ve sakin olmasını söyledikten sonra, dikkatimi tekrar topladım. Babamın ya acıdan, ya da panikten, bazı soruları anlamadığını farkettiğimde, müdahale etmek zorunda kaldım.

“Doktor göğsüne bastırınca ağrının artıp artmadığını soruyor baba, cevap versene...”
“Yok, ah, evet.”

Bir elinin üzerine, sanırım serum takılabilmesi için bir iğneyi sabitleyip, diğer elinden de bir iğne yaptıktan sonra, babamın yüzüne bir oksijen maskesi taktılar. Akabinde, maskenin altından verdikleri bir aspirini çiğnemesini istediler. Bir film seyreder gibiydik.

Bu arada kendi aralarında EKG çizelgesini değerlendiren ekipten, doktor olduğunu sandığım genç adam bize dönerek;

“Korkmayın, EKG’ye göre kalp krizi gibi görünmüyor, ama kesin emin olmak için bazı kan testlerinin yapılması gerek, hastaneye götüreceğiz.” dedi.

Kalp krizi değil miydi? Afallamıştım. Babam hâlâ aynı kötü durumdaydı. Seneler önce iş yerimde zorla aldığım ilk yardım eğitiminden aklımda kaldığı kadarıyla, tüm belirtiler kalp krizini işaret ediyordu. Öte yandan, ben ne biliyordum ki? Adamlar kalp krizi değil diyorlardı işte. Sevinmiştim. Aklım karışmıştı.

Hastaneye gitme zamanı gelmişti.

“Bizimle kim geliyor?” diye sordu doktor.
“Ben.” dedim. Annem itiraz edecek gibi oldu. Ben daha ağzımı açamadan;
“Yalnız bir kişi.” dedi doktor.
“Bana haber ver.” dedi annem.
“Tamam.” dedim ve ağlayan annemi kocam ve kayınvalidemle bırakıp, babamı taşıdıkları tekerlekli sandalyeyi takip ettim.

Ambulansta öne, şoförün yanına oturmamı söylediler. Öyle yaptım. Şoför, yol boyunca havadan sudan konuşarak, annesinin ve babasının Türkiye’de doğduklarını, her sene Türkiye’ye tatile gittiğini ama Türkçe bilmediğini anlattı. Hastane yakındı, yollar da çok dolu sayılmazdı. Kısa sürede acil servis girişine vardık. Arkada, babamın yanında bulunan ikili, babamı doğrudan içeri götürdüler. Şoför, kayıt işlemleri için yardımcı olmak üzere yanımda kaldı. Babamın pasaportunu uzattığım banko arkasındaki görevli kız, soyadını nasıl telaffuz ettiğimi sorunca, mümkün olan en açık şekilde söylemeye çalıştım. Duydukları sesi, kendi alfabeleriyle yazmaya çalışıyorlardı. Kocam henüz daha kocam ve soyadım da “kızlık soyadım” değilken, Arapça konuşulan ülkelere yaptığımız seyahatlerde de hep aynı sorunu yaşadığımdan, tecrübeliydim. Ben ne söylersem söyleyeyim, sonucun yanlış olacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yoktu.

Dosyayı alıp, şoförün peşi sıra acil servise girdim. Etraf inanılmaz kalabalıktı. Sedyelerin üzerinde, tekerlekli sandalyelerde ve ilk müdahalelerin yapıldığı, perdelerle birbirinden ayrılmış bölmelerde bir dolu insan vardı. Babamın yattığı sedyeyi ve hâlâ başında bekleyen ambulans ekibini gördüm. Yanlarına ulaştığımda, doktor, gitmek zorunda olduklarını, bir hemşirenin birazdan bizimle ilgileneceğini söyledi ve babamın EKG çizelgesini elime tutuşturdu. Teşekkür edip, beklemeye başladım. Babam;

“Çok ağrım var uhudedipuhu.” dedi. “Bu ağrımı durduracak birşey yapsalar başka birşey istemem.”

Umutla önümden geçen her beyaz gömlekliyle göz teması kurmaya çalıştım ama başarılı olamadım. Madem kriz değildi, peki bu ağrı neyin nesiydi? Babam yerinde duramıyor, sürekli ahlayıp ıhlıyordu. Yeşillilerden biri bankonun arkasına geçmişti, şimdi tam sırasıydı.

“Afedersiniz” dedim, “Sabırsızlık etmek istemiyorum ama babamın çok ağrısı var.”

Yeşilli başını kaldırdı, bir bana, bir de parmağımla işaret ettiğim babama baktı, bankonun arkasından çıkıp, sedyenin yanına kadar geldikten ve babamın dosyasını aldıktan sonra arkasını dönüp kayboldu. Beklemekten başka çare yok gibi görünüyordu.

Abartısız 40 dakika sonra nihayet babamı farkeden bir hemşire, “Sizinle ilgilenen oldu mu?” diye sorunca, yeşilliyi işaret ederek, “Meslekdaşınız babamın dosyasını aldı ama henüz kimse ilgilenmedi. Çok ağrısı var.” dedim. Hemşire, babamın dosyasını yeşilliden aldı, perdeli bölmelerde boş yer olup olmadığını kontrol etti ve bana dönüp;

“Bana yardım edin.” dedi. Karnı burnunda olduğu için sedyeyi tek başına çekemiyordu. Beraberce sedyeyi bölmelerden birine taşıdık. Bir doktor geldi ve İbranice birşeyler söyledi. İngilizce olarak, İbranice bilmediğimizi söyleyince, nereli olduğumuzu sordu. “Türküz” deyince bir kahkaha atarak, “Marcel... Marcel...” diye bağırdı ve tekrar bize dönüp;

“Burada size bakacak Türk doktorlarımız da var.” dedi.

Marcel, 40-45 yaşlarında, kısa boylu sayılabilecek, temiz yüzlü, Taksim’li bir doktordu. Bir yandan babama sorular soruyor, diğer yandan da yanımıza gelen başka bir hemşirenin çektiği EKG’yi inceliyordu. Bir anda sedyenin başında 10 kişi olmuşlardı. Babamı birtakım monitörlere bağlayıp, bir dolu ilaç enjekte ettiler ve tekrar oksijen verdiler. Bu arada ağrı kesici birşeyler verdiklerini tahmin ettim, zira babama ağrısının azalıp azalmadığını soruyorlardı. Bütün bu harran gürran arasında Marcel bana dönüp;

“Babanın kalp krizi geçirdiğini düşünüyorum, kardiyoloğumuz hemen yan tarafta, şu an meşgul, onu bekliyorum.” dedi.

Söyleyecek birşey bulamadığımdan, başımı sallamakla yetindim. Kısa bir süre sonra, 60-65 yaşlarında, benden bile kısa bir doktor geldi. EKG’yi, monitörleri inceleyip, İbranice birşeyler söyledi. Grupta yeni bir hareket başladı. Birkaç dakika sonra, Marcel beni kenara çekip;

“Baban kalp krizi geçiriyor, anjiyoya hazırlıyoruz.” dedi ve ne yapacaklarını kısaca açıkladı.
“Peki anjiyonun riski var mı?” diye sordum.
“Kalp krizinden daha fazla değil.” dedi. “Birazdan babanı kardiyolojiye çıkaracaklar, sen de onunla gidebilirsin. Orada herkes İngilizce bilir ama olur da bir sıkıntın olursa buraya gel, beni bul. Ben her gün saat 4 buçuğa kadar buradayım.”
“Çok teşekkür ederim.”

Ardından cep telefonum çaldı. Arayan annemdi.

“Niye aramadın?”
“Ben de birşey bilmiyordum ki. Az önce söylediler, kalp krizi geçiriyormuş.”
“Aman ne güzel.”
“Birazdan...” “Belki yeni birşeyler söylerler, ben seni ararım.”

O anda anneme anjiyodan bahsetmemeye karar vermiştim. Herşey bitince arayıp, haber vermek daha iyi olacaktı. Kapattıktan sonra kocamı aradım. Ardından koşarak babamın yanına döndüm.

“Haberin var mı?” dedim, “Kalp krizi geçiriyormuşsun, seni anjiyoya götürüyorlar, şişko.”
“Ya, nasıl oldu böyle birşey, ben de anlamadım.” dedi, maskenin altından.
“Bak sen. Komiklik mi yapıyorsun bir de?”

Bir üst kattaki ameliyathanenin kapısı yüzüme kapanıp, çaresizce beklemekten başka yapacak işim kalmadığı anda, aklıma kardeşimi aramak geldi. Ben burada beklerken, o İstanbul’da seyahat sigortası ile ilgili ayrıntıları halledebilirdi.

“Selam. İyidir. Dinle, telaşlanma, şimdilik kimseye de birşey söyleme. Hastanedeyim. Babam kalp krizi geçiriyor. Şu anda anjiyoda. Sen bu arada seyahat sigortasını arayıp, haber verir misin?”

Telefon, kapatır kapatmaz tekrar çaldı. Kocam;

“Hastanedeyim, nereye geleyim?” diye sordu.

Kocamın yanıma gelmesinden kısa bir süre sonra, ameliyathane kapısı açıldı ve anjiyoyu yapan doktor, herşeyin yolunda olduğunu, krizin kalbine zarar vermediğini, tıkalı damarı (ya da damarları) açtıklarını ve bir stent taktıklarını söyledi. Tekrar içeri girmeden önce, babamı birazdan yoğun bakıma alacaklarını, kısa bir süre sonra da görebileceğimizi ilave etti. Rahatlamıştık. Annemi arayıp, babama anjiyo yapıldığını ve herşeyin yolunda olduğunu söyledim.

Ameliyathane kapısı tekrar açılıp, babam sedyeyle önümüzden geçerken, uyanık olduğunu görünce şaşırdım. Nedense uyutulacağını düşünmüştüm. Sedyeyle beraber yürüdük. Yoğun bakımın kapısında ayrılırken, 5 dakikaya kadar yanına girebileceğimiz söylendi. Bekledik. Bekledik. Yarım saat sonra endişelenmeye başladık. Bir terslik mi vardı? Yoksa dışarıda beklediğimizi mi unutmuşlardı?

“Ben zili çalıyorum.” dedim kocama.
“Çal bakalım.” dedi.

Tam o sırada açılan otomatik kapıdan çıkan bir yeşilli, kocama dönüp;

“Hans?” dedi. Kocam hiç bozmadı. Hans diye çağırılmaya Türkiye’den alışıktı.
“Kayınpederiniz sizi bekliyor.”
“Ne yani, beni beklemiyor mu?” dedim, şaşkınlıkla.

İçeri girdik. Babam, kalıp gibi yatıyor, her tarafından kablolar sarkıyordu. Kanama olmaması için sağ bacağını hiç kıpırdatmaması söylenmişti. Kendindeydi ve sabahki haline kıyasla iyi bile görünüyordu.

“Nasılsın?” diye sordu kocam.
“Hiç daha iyi olmamıştım.” dedi artist.
“Ağrın var mı?” diye sordum.
“Yok. Ameliyatta da hiçbir şey hissetmedim.” dedi. “Bir gün burada kalacakmışım, sonra durumuma bakacaklarmış.”
“Ömrümü yedin şişko.” dedim.
“Ya, nasıl oldu ben de anlamadım.” dedi tekrar, utanmış gibi gülerek.
“Anlamamışmış. Bundan sonra annemden çekeceğin var, biliyorsun değil mi?”
“Nerede o?”
“Birazdan almaya gideceğiz.”

Babam hastanede 5 gün yattı. Bu süre zarfında hastane personelinin ilgili, bilgili ve dost canlısı bakımından çok memnun kaldı. Gerçekten de şanssızlık içinde yine şansımız vardı, ambulansla gelen ekipten, taburcu olana kadar onunla ilgilenen onlarca doktor, hemşire ve hastabakıcıya kadar, herkes dört dörtlüktü. Hastanenin, iyi ününü sonuna kadar hakettiğini, bizzat yaşayarak gördük.

Gerçekten ucuz atlattığımız bu olayın ardından, herkesle paylaşmak istediğim üç önemli ayrıntı var.

Birincisi; ilk yardım...

Yurt dışına yerleşmeden önce tam 8 sene çalıştığım, ülkemizin en büyük özel bankalarından birinin (*), Marmara Depremi’nin ardından eğitim programına aldığı ilk yardım kursu sayesinde, o gün en azından durumun ciddiyetini kavrayıp, ona göre davranma şansım oldu. O zaman tüm hafta sonumuzu eğitimde geçirmek zorunda kaldığımız için homurdandığımızı hatırlıyorum da, şimdi kötü bir şaka gibi geliyor. “Olmaz olmaz, ben yapamam, doktorculuk oynayamam” demeyin, temel ilk yardımı öğrenin, öğretin dostlar. Ne zaman ihtiyacınız olacağını bilemezsiniz, inanın.

İkincisi; seyahat sigortası...

Hemen hepimizin cüzdanlarımızda bulunan kredi kartlarından, “Gold” ve “Platin” statüsünde olanların, bazı önkoşullara uyulması halinde, yurt dışı seyahatlerinizde sağlık sigortası hizmeti verdiğini biliyor musunuz? Anladığım kadarıyla doğrudan bankanızın değil, bankanız aracılığıyla kredi kartı şirketlerinin verdiği bir hizmet bu. Yurt dışına çıkmadan önce bankanızla görüşmenizde sonsuz fayda var, zira seyahat sigortası mükemmel bir icat. Bu sayede hem kötü günümüzde “Hastane parasını nereden bulacağız?” sıkıntısı yaşamadık, hem de sigortanın uzmanları vasıtasıyla 7 gün, 24 saat tıbbi destek aldık. Ayrıca özel sigorta şirketlerinden çok daha ucuza geldi, duyduk, duymadık demeyin yani.

Üçüncüsü ise;

“Kalbinizi sevin, ne giyerseniz giyin.”

Hepinize az lipitli, az kolestrollü günler... Sağlıklı kalın.

(*) Blogda reklam olmasın diye adını vermiyorum.

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..